Bu Blogda Ara

Pazartesi, Aralık 24, 2007

Tezkere kuşatmasını yarmak

Tezkere kuşatmasını yarmak-S.Evren
22-10-2007 Benim de söyleyecek sözüm var! İlgili diğer dökümanlar

birgun.net
SUREYYYA EVREN
20/10/2007

Milliyetçilik gaz bombası gibi yayılıyor tüm kültürel ve siyasi mekânlarımızda. Durup dururken bazı şeyler 'düşünülemez' ilan edildi. Düşünülemez diye bir şey yok, bunu önce bir geri hatırlayalım dese birisi, ciddi bir çıkış yapmış sayılıyor. Sihirli lambalar organize bir şekilde ovuşturuldu ve akıl almaz bir şey olmuş gibi oldu, çok, çok büyük bir şey. Olağandışı başka şeylerin olmasını gerektiren büyüklükte ve itiraz kaldırmaz bir şey.

Ülke çapındaki bu politik tinsel manip ülasyonun nasıl gerçekleştirildiğini, hangi faktörlerin daha büyük rol oynadığını, sebeplerinin neler olduğunu, hangi yollarla işleme konduğunu ve kitle çapında kanaat üretiminin günümüz Türkiye'sinde ne şekilde işletildiğini ayrıca incelememiz gerekir, doğru. Hepimizin bu konuda farklı yaklaşımları, ayrı açılardan kurulmuş teorileri olacaktır ve bunlar hakkında konuşmayı süreklileştirmek lüzumlu görünüyor. Türkiye ve dünya siyasi gündeminin hangi maddelerinin kolaylaştırıcı ilacı uzattığını da araştırmakta fayda var. Ama şu anda acil olan mesele bu değil. Acil olan mesele şu: Kuşatmayı yarmak! Savaş-karşıtlığı savaş görünce eriyen bir buz değildir. Barıştan yana olmak "ama evladım sen de babana cevap vermemeliydin, olmaz böyle" demek değildir. Savaş karşıtlarına şantaj yapılamaz -"onu lanetle, bunu lanetle, yoksa lanetlenirsin," denemez. Savaş karşıtlığının meşruiyetine dil uzatılmasına izin verilmemeli...

Ayrıca, anti-militarizm politik bir pozisyonken birden daraltılıp duygusal bir haccın ihramına indirgenemez. Anti-militarizm siyaset yapmanın bir biçimidir, siyaseti geçersiz ilan etmenin değil. İnsanlığı kültürden, bağlamdan, siyasetten bağışık köşesiz bir beyaz oda olarak tahayyül etmez. İnsan günahlarıyla sevilir, sevilecekse. Yoksa sadece henüz tabularasa görünümündeki masum bebekleri sevmek kabul edilebilir olurdu. Barıştan yana olmak, adalet nosyonunu tümüyle kaybetmiş, günahsız bebeklerin toplumunu öngören bir idealist sloganla kendi kendini felç etmek değildir.

Kavramların yerleriyle oynayarak arabalarını gene aynı yoldan geçiriyorlar. Emperyal özlemlerini saklamak için anti-emperyalizm sömürüsü yapanlardan bıktık artık. 'Türk Solu'ndan temel beklentimiz, Türkiye devletinin çıkarlarını bir de soldan hesaplaması değil, dünyanın her yerinde soldan bekleneceği gibi, insanlığın iyiliğini, eşitliğini, özgürlüğünü öne alarak düşünmesidir.

Ve sol entelijansiyadan temel beklentimiz medya manipülasyonun parmağına yön değiştirtebilmesidir. "Doğru ya, siz niye babamızın sözünden çıktınız, çıkmasaydınız bunların hiçbiri başımıza gelmezdi" demesi değildir. Tersine, "baba iyi güzel de, sen niye benim öyle bir oğlum yok, görüşmem onunla diye tutturuyorsun, hangi çağda yaşıyoruz" diyerek babaya dönmektir. "Beş yıl kadar süren 'cumhuriyete inanma' odaklı çatışmasızlık döneminde neden bir çözüm üretemedin, bayramlaşmaya gelmişti niye yüzünü çevirdin" diye sorgulamaktır. Generaller 20 yılda sürekli katılım olmasını önleyemedik, bu konuda başarısız olduk diyor, öte yandan konforlu hayadan içinde ulusal hırslara kapılmış şair, yazar, ressam takımı, bir de bakıyorsunuz, hâlâ, 'kardeş halkları birbirine düşüren eli kanlı çeteleri' temizlemekten bahsediyor.

Kardeş halkın kalabalıklarıyla kardeş halkın 'aile içinde adı dahi ağza alınmaz' öğeleri arasında bir yakınlaşma görüldüğünde, aralarındaki mesafenin iyice azaldığı izlenimleri kamusal alana taşınır taşınmaz, medya aracılığıyla bütün babalar kalabalıklara ateş püskürüyorlar, çeşitli tehditler ve şantajlar havada uçuşuyor. Böylesi anlarda soldan beklediğimiz "aman güzel kardeş halk, babamızı dinleyin, o kötü çocuklardan uzak durun" telkinleri vermek midir, babaya bakışları çevirip "iyi de aradaki mesafe azaldıysa o zaman bu bahsettiğimiz şey başka bir kategoriye giriyor, ona göre muamele et" demek midir? İktidar bakandır, görendir, gözleyendir, kodlayandır; peki bizim işimiz iktidarın bakışını tersine çevirip onu görünür kılmak, tahakkümün işleyişini gözler önüne sermek mi, yoksa "barışçıl biçimde çık koltuğun arkasından, babamız seni arıyor" demek mi? 'Hırlı'nın hiç mi kabahati yok?

Yurtseverlik nasıl bir konjonktürel kavramdır ki herkesin yurdu için geçerli değil. Hangi insanlık değeri, sevilecek yurtları doğal bir hiyerarşiye tabi kılıyor bir söyleseler... Kan isteyenlere "sizin gibi yazarları cephelerde görmek isteriz" demek gerek. Edebiyatçının, sanatçının hele, ayrı bir duruşu, bazı yurtseverlerüstü, ülkelerüstü değerleri gözeten yanı olmalıdır. "Ülkemizi yıkmak istiyorlar, canlarına okuyalım haydi" diyen edebiyatçı olmaz. Olursa da bundan utanç duymamız gerekir. Sanat uzun hayat kısa demişler, uzun bir ömre ne haritalar sığar, kılıç kimdeye bakan çok, insan ne durumda biz ona bakmak durumundayız, bizim için soru budur. Barış, barış, ama herkes için, Batı Avrupa'daki steril ortamlar veya Kuzey Amerika'daki steril ortamlar veya İstanbul'daki steril ortamlar için değil. Her yerdeki herkes için.

Pazar, Mayıs 06, 2007

SON DALÂLET - Birgün yazı 108 7 Mayıs 2006

SON DALÂLET

Birgün yazı 108

7 Mayıs 2006

Süreyyya Evren

22 Mart 2005’te, bu köşeye, şu soran paragrafla başlamışım:

“Genel olarak kültürü, ama özel olarak da edebiyatı, belki de belagat sanatlarıyla dirsek temasını da abartılı algılayarak, bir konsensuslar köyü ve tatsız anlamıyla politik davranmanın kariyerist bir mevzisi olarak gören, gerçekte kültürden ve edebiyattan umudunu kesmiş anlayıştan dışarıya sızmanın yolları nelerdir? Neler olabilir ey kari?”

Evet, neler olabilir?

Öte yandan, dalâlet peşinde geçen 108 yazının bilançosunu çıkartabilecek gibi hissetmiyorum kendimi şu anda. Belki de yukarıdaki soru diriliğini koruduğu için.

Açıkçası tonumun arkasındaki somut durum şu:

Kişisel hayatımda, uzunca bir süre fiilen yerdeğiştirmemi de gerektirecek bir angajmanın içine girmekteyim. Bu süreçte haftalık yazının gerektirdiği tempodan farklı programları takip etmem sözkonusu olacak. Ayrıca yurtdışından burayı koklayabilir miyim, burası koklanmadan akıp giden kültür bir gazete köşesinde tartışılabilir mi bilemiyorum. En iyisi şimdiden bir ara vermek gibi gözüküyor. Ama bunu bir kesinti değil de bir nöbet değişimi olarak düşünebiliriz. Çünkü sözü Birgün kültür sanat sayfasının eski yazarlarından Erden Kosova devralacak.

Birgün’de özel bir platformu paylaşıyoruz. Dinamik bir zemin burası; değişiyor, arıyor, deniyor. Niyetim, o da tabii becerebilirsem, ‘dalâlet’ son buldu bu defter kapandı demeyip, ara ara yine birşeyler karalamak.

Biliyorsunuz son sözler kahramandır, ben de son yazı deyince şöyle yakışıklı bir yazı patlatırım sanıyordum fakat nedense kalem gitmiyor. Gerektiğinde hep yaptıkları gibi belki durumu kurtarmama gene yardımcı olurlar diyerek, Esra Okutan’dan Evrim Altuğ’ya, Suat’tan Gökhan’a, Deniz’den Ulaş’a Birgün Kültür Sanat sayfalarını bugünlere getirmiş herkese teşekkür edeyim en iyisi. Ve de emailler. Zaman ayırıp email yazma inceliğini gösteren herkese müteşekkirim. Bana çok şey kattılar.

Muhabbetle...

Hamiş: Erden Kosova, bu sayfalarda, 2 Kasım 2005’de yayınlanan son yazısını “Fenerbahçe size emanet” diye bitirmişti. Geçen zamanda emanete çok da iyi bakamadık. Fenerbahçe’nin şampiyonluğa yürüdüğü bir dönemde topu Erden’e verirken o yüzden göz kırpıyorum. Ayrıca bu zeminde bu ‘transfer’ ufaktan bir adalet duygusu da hissettiriyor...

Cumartesi, Mayıs 05, 2007

Ekşi Tümörler Lokantası / Birgün yazı 107 - 30 Nisan 2006

Ekşi Tümörler Lokantası

Birgün yazı 107

30 Nisan 2006

Süreyyya Evren

Ur Lokantası adlı romanım yayınlandığından beri (Varlık, 1999) yazarlardan çok şairlerden ilgi görüyor sanki. Bazen form anlayışı sebep oluyor buna. Ömer Türkeş’in “belki de tüm zamanların; ‘biçimi en çok zorlayan Türk Romanı’ olarak değerlendirilebilir” dediği Ur Lokantası günümüzün dinamik konstelasyonlarından birini oluşturan kimi görsel şairlerin yakınında görülmüştü son zamanlarda. Şimdi de sağolsun İskender iltifat etti. Şiirlerini Lezzetli Tümörler Lokantası başlığı altında toplayarak bir ‘gurme ‘ tadı ekledi lokantamıza (Küçük İskender, Lezzetli Tümörler Lokantası, Sel, 2007). Şairler için roman romancılar için şiir yazma isteği doğuyor içimde...

Türkeş’in değerlendirmesini anmışken bir zaafımı da ufaktan telafi etmeye çalışayım. Yazarın diktatoryal bir tutumla metninin olası serüvenlerini önbelirlemeye çalışmaması, yapıtının okunma biçimlerine ipotek koymaması, çitler çekmemesi gerektiğine, böylesi bir yazar diktasının otoriter bir edebiyat kavrayışı sayılacağına dair teorilerin kıyısında biraz fazla zaman geçirdiğimi hissetmeye başladım. Elbette okumalar nihayetsiz ve nihayetsiz de olmalı. Elbette metin bir kere yayınlandığında artık ihtimallere tümden açıktır. Öte yandan yazarın hiç mi sözü olmaz? Sonuçta yazar çalışmalarını birbirine bağlayan bir edebiyat yorumuyla ne yapıyorsa yapmaktadır.

Sözgelimi Türkeş, Ur Lokantası’nda cümlelerimin anlamsızlığı hedeflediğini, okuyucuyu şaşırtmayı, irkiltmeyi hatta tiksindirmeyi hedeflediğimi söylüyordu. Ben de “bu da bir okumadır saygı duymak lazım” diyerek katlayıp kenara koymuştum. Şimdi düşünüyorum da hiçbir metnimde anlamsızlığı falan hedeflemediğimi, yaptıklarımın okuyucuyu şaşırtmak, hatta tiksindirmek gibi hedeflerle bir alakası olmadığını ama naçizane bir şey anlatmaya çalıştığımı, bunu sadece eleştirmenin alışkın olduğu bir formatta yapmadığım için öbür uçta hayal edildiğimi eleştiri gelir gelmez söyleseydim ne olurdu sanki? Anlamı tanıdık formda bulamayınca ‘bu herhalde anlamsızlık olmalı’ denmesine reaksiyon göstermek illa ‘yazarın diktası’ mıdır? “Absürd’ü yani anlamsızlığı hedeflediğimi” söylemesi ise bana göre ayrıca problemliydi, sonuçta ‘absürd’ anlamsızlığı hedeflemek değildir. Absürdün eleştirel geleneği de benimle beraber ateşe atılmıştı yaş da yanar hesabı. Aslında amacım eski defterleri açıp özellikle bir eleştiriye cevap vermekten çok genel olarak yapılan hakkında söz alma tutumuna meyletmeyi tartışmak. Biliyorsunuz günümüzde postmodern terimi farklı gelen herşey için kullanılabilen pop bir terime dönmüş durumda. Son on yılların tüm nitelikleri, eğer bir farklılık içeriyorsa postmodern addediliveriyor. Post teorilerle doğrudan bağlar kurmuş biri olarak iş benim yazdıklarım hakkında yorum yapmaya gelince postmodern ifadesi iyice jokerleşiyor. Ne kastedildiğini gel de anla. Ayrıca anlamsızlığı hedeflemek, okuyucuyu şok etmeye, tiksindirmeye çalışmak benzeri ‘niyetler’ yukarıdaki gibi bir suçlama tonunda ilan edilebildiği gibi bazen bir övgü tonunda da not edilebiliyor. Her ikisine de itiraz edesim geliyor doğrusu. Şuna gitgide ikna oluyorum bugünlerde: doğru, yapıtın nasıl okunacağını dikte edecek yazar bana hayli problemli görünüyor hâlâ, ama yazar kendi yapıtını nasıl okuduğu/kurduğu ve genel olarak edebiyatı nasıl okuduğu konusunda söz alabilir, hatta giderek, yazarın taraf olduğunu ima etmeyi ya da sanatına gömmeyi yeterli görmeyip ifade etmesi yeğdir, diyeceğim...

Ben de İskender’e bir terso-atıfta bulunayım: Postmodern Sığmıyor Yüzüme...

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Suda Okuma Notları / Birgün yazı 106 - 16 Nisan 2006

Suda Okuma Notları

Birgün yazı 106

16 Nisan 2006

Süreyyya Evren

*

Yeni şiir kitapları herşeye rağmen gelmeye devam ediyor. Ali Selçuk’tan “Suda Yürüme Şiirleri” mesela (Yom yayınları, 2006). Sakin ama etkili olabilen bir şiir yazıyor Ali Selçuk. İlk kitabı Suda Yürüme Şiirleri belirli bir dinginlik havasında. Bazen sivrilir gibi oluyor ama genelde sivri değil, sarılgan sözleri. Ben en çok, biraz Asaf Halet’e selam da içeriyormuş gibi tınlayan, “Unutma” adlı şiirini sevdim:

Göğsüme/bastırdım/ve/orada/unuttum/onu/orada/unuttum/göğsüme/bastırdım/ve/orada/unuttum/onu/orada/unuttum

*

Belki de ben her yerde Asaf Halet’i görüyorum. Bakın bu da Mustafa Ziyalan’ın son kitabından (“Kızıl Kanca Şiirleri”, Yasakmeyve, 2007): “çocukluğum- sussam sanki öleceğim/kendimi bir türlü susturamıyorum/cümle âlemin yarasıyım gitgide/bu şiir bittikçe ben de bitiyorum.”

Ziyalan kitaba New York’ta oturduğu mahallenin adını vermiş ama kitapta Oruçgazi İlkokulu da var, Gülhane Parkı da Üsküdar da. Ali Asker Barut’un yıllar önce (baktım, 1994’müş) Üsküdar şehrinin merkezini anlatır gibi keyifle anlattığı “Aşağı Üsküdar” adlı kitabı geldi aklıma. Barut da Üsküdar şiirlerini Almanya’dan yazmıştı. Üsküdar, uzaklaştıkça mı güzel ne?... Ben Üsküdar’da tek birşeyi sevebildim: motorla Beşiktaş’a geçmeyi! Ki Beşiktaş da ancak geçerken iyidir...

Neyse, diyeceğim şu: Ziyalan’ın kitabında Kızıl Kanca (Red Hook) mahallesinin kızılından çok oradan belleğe atılmış bir kancanın izleri var gibi... Ziyalan bu durumu ‘mutluluk’ olarak ‘teşhis’ ediyor...

*

Şimdi böyle, yenilerde çıkmış iki şiir kitabından bahsettiğimi görünce güncel biri olduğumu zannedebilirsiniz –değilim. Son okuduğum kitaplar şunlar: Elfriede Jelinek’in Sevda Kadınları (Gendaş, 2000) ve Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ı (Can, 2002). Hatta her iki kitap da beni daha gerilere götürüyor, Kıvılcım’ın tinerciler etrafında kurduğu anlatı bende Léo Malet’nin Hayat Berbat üçlemesine geri dönme isteği uyandırdı –hatırlayamadım mesela, en güzel cilt hangisiydi? Jilet Sinan nam tinercinin ‘manitası’ ve serüven yoldaşı Gül (ismi yazarın ismine göz kırpıyor açıktan) duyguları, arzuları ve ‘günahları’ en saklanan kahramanlardan biri romanda. Gönül isterdi ki bir jilet de o atsın...

Ve Jelinek’in Sevda Kadınları’nda hayli basit, eleştirel bir mesaj, hayli basit, tekrara dayalı bir üslupla nasıl da iyi dokunmuş. Basitliğin üzerine gitmekte bir enerji var. İnatla aynı yere vurunca ortaya çıkıveriyor...75’te yazılmış Sevda Kadınları (Die Liebhaberinnen); 70’lerin inatlarına çekiyor okuru biraz.

Jelinek geçenlerde Anna Politkovskaya anısına çeşitli radyolarda metinler okuyordu. Politkovskaya’ya Türkiye’de neden bu kadar az ilgi gösteriyoruz, gösterdik bilemiyorum. Halbuki Hrant Dink cinayetini önceleyen, kimi bariz benzerlikler taşıyan Politkovskaya cinayetini de dikkatle takip etmemiz, Dink cinayetinden sonra en azından, bu dikkatimizin artması beklenebilirdi.

Pazartesi, Nisan 09, 2007

Işık, Daha Az Işık! - Birgün yazı 105 / 9 Nisan 2006

Işık, Daha Az Işık!

Birgün yazı 105

9 Nisan 2006

Süreyyya Evren

Edebiyat dergisi Üç Nokta’nın Bahar 2007 sayısının konusu 80’ler.

Ben son zamanlarda her fırsatta “80’ler apolitizasyonla anılmalı” diyen klişenin kırılması gereğini vurguluyorum.

Önceki kuşaklardan gelenler için böyle bir yorumun anlamı farklı olabilir. Ama olaya bir de sürekli yeni gelen kuşaklar açısından bakmak gerekir. Biz 90’ların başlarında yazmaya çizmeye başlayanlar için 80’ler hayli yoğun bir siyasi mirasın taşınması demekti. Hayali ama elle tutulabilir bir süreklilikten bahsediyorum. 60’ların 70’lerin siyasi inatçılığı 80’lerle taşındı, insanlar vardı, orada, her yerde, taşıyan. Tartışmaları ciddiye alan ve tartışan. Eyleyen. Hem düz bir ısrarı taşıyan insanlar vardı hem de o ısrarı çeşitlendiren, eleştiren, masaya yatıran, alternatifler arayan ama hep belirli bir inatçılığı koruyan. 90’ların ilk yarısı Türkiye’de siyasileşmenin çok yükseldiği, solun farklı formlarıyla bir canlanma ve yenilenme yaşadığı ve çatışmanın da çeşitli katmanlarda yoğun sürdüğü ve sol siyasetin de kendi söylemleriyle önemli kültürel yer kavgası verdiği bir dönemdi. Dönemin liberal edebiyatçıları dahi sol nedir bilirler, ortam gereği bilmek durumunda kalmışlardır ve bunu belli de ederler.

90’ların bir noktasında bu zincir kırıldı...

2000’lerin başlarında yazmaya çizmeye başlayan insanlar kendilerine böyle bir mirasın taşınmasına tanıklık etmediler, böyle bir aktarımdan beslenmediler. Artık o süregelen isyan damarı kolayca erişilir değil.

***

Varlık dergisinin Nisan 2007 sayısında “edebiyatçıların kamusal alana müdahalesi” konusunda bir dosya hazırladık. Tartışmak istediklerimiz arasında özellikle de edebiyatçıların kamusal alana –birlikte- müdahalesi konusu vardı. Dosya, çeşitli görüşler içeriyor. Ama gönül ister ki böylesine çeşitli görüşlerin yüzyüze tartışıldığı toplantılarımız da olsun.

Mekân gerek...

Bu soruyu gündeme getirdiğinizde ilk karşılaştığınız tepki şişirilmiş edebiyatçı egolarının böyle bir birlikteliğin önünü keseceği, dahası içinde bulunduğumuz medya çağında her adımın imaj değeriyle sorgulandığı ve kariyere etkisini hesaba katmadan kimsenin a’ya a demeyeceği oluyor.

Yazar egosu kolektif hareket edemeyecek noktaya çekiliyor. Kolektif hareketten gene bir ‘sahne’ anlar hale getiriliyor.

Herhangi bir şekilde sahne olmayan toplanmalara, gözönünde olmayan tartışmalara ve eylemelere ihtiyaç var. Dahi gömleğini edebiyatçılara giydirmekten hoşlanan yapının dışında sahici birşeyler ortaya koymanın tek yolu bu gibi.

Bunun için de Goethe’nin sözünde ufak bir göndermeden faydalanabilir ve şöyle diyebiliriz: Işık, daha az ışık...

Pazar, Nisan 01, 2007

Türk Sağı Anti-emperyalizmini Geri Alıyor! - Birgün yazı 104 / 1 Nisan 2006

Türk Sağı Anti-emperyalizmini Geri Alıyor!

Birgün yazı 104

1 Nisan 2006

Süreyyya Evren

Türkiye siyasetinin nasyonalist/anasyonalist kamp diye bölünmeye giden sürecinin başka eksenlere de sahip olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Örneğin anasyonalist kampın içindeki neo-liberallerin üretebildiği bir tür ‘elit ırkçılık karşıtlığı’ ile nasyonalist kamptaki sol-Kemalistlerin üretebildiği bir tür ‘elit anti-emperyalizm’ çarpıcı biçimde birbirine bitişiyor. İş diyelim ‘Kürt meselesi’ olunca, bir bakıyorsunuz, sol-liberal anasyonalist yazar ile sol-kemalist nasyonalist şair aynı terimlerle Kürt hareketini suçluyor, aynı açıyla yukarıdan bakıyor, üstelik aynı günlerde kendi gazetelerinde benzer bir şekilde ‘illallah’ diyorlar. Onları diyebiliriz ki, özellikle anasyonalist kampın sol cenahındakilerin düşmemek için dikkatli adım atmasını gerektirecek genişlikte ülkemiz aurasında yer kaplayan, elitist bir siyaset kültürünün izleri birleştiriyor.

Bir yazar. Gençliğinde –sonraki pozisyonu yüzünden aslında haksız bir biçimde gölgede kalmış olan– deneysel anlatılara ve gündelik hayatı başarıyla devşirdiği kendine özgü bir şiire imza atmış, bağımsız dergilere katkıda bulunmuş. Sonra farklı bir faza geçmiş, yaratıcı popüler diliyle sivrilen bir köşe yazarı olarak sözünü sürdürmeye başlamış. Bu köşe yazılarında deneysel edebiyat damarı kısa zamanda kodları çözülebilen ve kanıksanan ama kanıksandıkça daha da rahatlatıcı bir haz veren söz oyunlarına tahvil edilmiş. Gündelik hayatın başarıyla devşirilmesi ise popüler kültürün merkezden dayatmalarına uyumlu bir gündelik hayat yorumuna dönüştürülerek pop kültür kuşatmalarına direnci zayıflamış okurun meşruiyet talebine hitap edecek şekilde güncellenmiş. Piyasanın olası açıklığı farkedilerek kendisinden roman talep edildiğinde de Sevdiklerimin Kelleleri adlı romanıyla ihtiyacı karşılamış. Anasyonalistliğin ve liberalliğinin gereği olarak kimi zaman devlet alanı dışını hedefleyen sol niyetlere de belirli bir özgürlük alanı ve temel insan hakları talebiyle sıcak durmuş, onlarla birlikte siyasileşebilmiş. Gün gelmiş ölüm oruçlarına destek olmuş gün gelmiş anti-militaristleri desteklemiş. Bu tür siyasileşme anları, kuşkusuz boğucu devletçi kültür ortamımızda çok mühim, herşeye rağmen.

Öte yanda usta bir şair. 68 ruhunun Türkiye yansımasının belli başlı edebi temsilcilerinden biri olmuş. Sosyalist solun şiirimizdeki birikimine katkılar yapmış. Bununla birlikte önde gelen kemalist gazetemizde sol-kemalist köşe yazıları kaleme almakta. Türkçü değil yurtsever ve anti-emperyalist olduğunu savlıyor. Kerem Ünüvar’ın Birikim’in Şubat 2007 sayısındaki yazısının başlığını hatırlıyorum: “Türk solunun Türk sağına armağanı: Anti-emperyalizm” Ama tabii Ünüvar’ın da bir şekilde değindiği esas nokta anti-emperyalizmin başlangıçta Türk sağının Türk soluna armağanı olmuş olması ihtimalidir... Yani bu durumda, Türk sağı anti-emperyalizmini geri alıyor, demek mümkün! İlginç olan, sadece fikirleri değil, insanları da geri alıyor!

Başka bir genel yargıyı da sorgulamaya götürüyor bu beni. Yukarıda andığım, Türkiye şiirine gerçekten önemli katkılarda bulunmuş usta şairimizin zamanında çıkardığı efsane edebiyat dergisindeki yaratıcı arkadaşının daha sonra dönüp İslamcı olduğunu biliriz. Günümüzde de kendisi Türkçü-İslamcı çizgide propaganda yapmaktadır. Fakat şimdi bakıyorum, efsanenin bir ayağı ‘vatan savunmasına soldan katılıyor’ diğer ayağı ‘vatan savunmasına sağdan katılıyor’ ise, acaba gerçekte hiçbir zaman kimse dönmedi mi? Bu sabit yargıyı gözden mi geçirmek gerekir? Geriye tekrar bakıp efsane derginin kendisi acaba nasıl bir siyaseti savunuyordu diye mi düşünmeli? Belki de herşey dergide anlatıldığı gibi devam ediyor, kimse sapmadı, kimse dönmedi, kimse değişmedi. Ama biz onları yanlış anlamıştık.

Pazar, Mart 25, 2007

Hrant Dink’siz İki Ay - Birgün yazı 103 / 26 Mart 2006

Hrant Dink’siz İki Ay

Birgün yazı 103

26 Mart 2006

Süreyyya Evren

Hrant Dink’siz geçen iki ayın değerlendirmesi neler söylüyor?

Ben Hrant Dink’i şahsen tanımamış olanlardan biriyim. Benim için tamamen kamusal bir kişilikti. Ölümünün ardından kanlı canlı bir hal aldı! Pek çoğumuz için durum buydu sanırım;

Hrant Dink bize medya manipülasyonlarını atlatan bir insani kucaklamayla sarıldı. Onlarca kez belki televizyona çıkmıştır ama bu acı olayla medya dolayımını nötrleyerek tüm emeği, hayatı ve siyaseti apaçık belirdi, anlayanı kucakladı anlamak istemeyenin de hevesini kursağında bıraktı. Hayatı boyunca sürdürdüğü olumlamaya dayanan siyasi dil hâlâ mesajını belirliyor, hakkındaki anmaların ve konuşmaların da tonunu niteliyor. Dink’ten kalan en temel miraslardan biri diyebiliriz: olumsuzlamaya değil olumlamaya dayanan bir siyaset yapma biçimi. Reaktif tutumların ısrarla altını oyan bir üslup. Hayatı olumlamanın politize edildiği bir eleştirellik. Ve tabii olumlamaya eşlik eden, daha önce de değindiğim diğer güçlü Dink miraslarından biri, risk alarak hakikatı iktidara anlatmak ve retorik kullanmadan, gözlenebilir bir samimiyetle bunu ortaya koymaktı.

Onun dışında genel olarak geçen iki aya farklı etkileri oldu bu kaybın. Mesela birden ‘ırkçılık’ terimiyle başbaşa kaldık. Sanki biri suyun altında bastırıyormuş terimi, o mengeneden kurtuldu ve birden su yüzüne çıktı, nefes almaya çalışıyordu şimdi... Irkçılık bizde yok derlerdi, hayır var ve vardı ve varmış, diye mırıldandık, tekrarladık, sağa sola baktık. Doğrusu tam ne yapacağımızı bilemedik bu terimle. Aslında hâlâ da tam bilemiyoruz. Ama kurcalıyoruz. Yeni bulmuş gibiyiz ırkçılık sözcüğünü.

Söylenen ve hakim olan uzlaşı zemini bizde gerçekte ırkçılık olmadığı idi, ırkçılık orada biryerlerde idi. Şimdiyse hayır böylesi bir uzlaşı ancak ileri bir ırkçılıkla işleyebilirmiş diyoruz. Geride bıraktığımızın söylemsel boşlukları kapatılabilen ciddi bir ırkçılık tipi olduğu sonucu yavaş yavaş kabul görüyor bugün. İki ayda bu kabul hayli arttı. Tabii yaşanmış olan yok sayma çok detaylı bir örtbas etmeler ve yanlı okumalar silsilesi ile mümkün kılınabilmiş olmalıydı.

Fakat bu kabulde henüz pek deşilmemiş bir alan var: Eğer böyle bir durum varsa buna herkes bulaşmıştır, sadece resmi tarihin yeminli veya maaşlı kadroları değil. Türkiye edebiyatının en kanonize yapıtları da buna katkıda bulunmuş olmalıdır bir ucundan. Tersi olsa, Türkiye edebiyatı, sosyolojisi, sanatı tersini yıllarca söylemiş olsaydı, bu kabul bu denli gecikmezdi. Bizde ırkçılık söylemi tüm bir kültür sahasına rağmen yapılsa bu denli başarılı olamazdı. Rağmen yapılmamıştır. Demek ki burada bir pay vardır. Bu pay nedir? Önemli bir soru ve başlangıç olması gerekiyor.

Mart 2007 sayısı için Varlık dergisinde bir ırkçılık ve edebiyatımız soruşturması yaptık. Amaçlarımız arasında sadece adıyla şanıyla ırkçı edebiyatın kategorizasyonu ve değerlendirmesinden çok kanonize olmuş Türkiye edebiyatının ırkçılık açısından bir okumasını yapmak vardı. Kısa zamanda yüzümüze çarpan böyle bir düşünüm geleneğinin oluşmadığı ve karanlık boşlukta küçük tedirgin adımlarla işe başlamak gerektiği oldu.

Son iki ayda ırkçılık karşıtı cephe içindeki uçların farklı farklı etkilerini gördük. Daha önce de söylemiştim, Dink cinayeti Türkiye siyasetinin nasyonalist/anasyonalist kamp diye bölünmeye giden sürecini çok net bir noktaya getirdi. Ama anasyonalist kampın içindeki neo-liberal dil bazen tehlikeli biçimde bir tür ‘elit ırkçılık karşıtlığı’ üretiyor. Irkçı lümpenlerin yurdun elitleri ve Batının seçkinleri karşısındaki tahammül edilmez yabaniliklerinin anlatımına döndüğü anda kullanılan dil, ortaya konan elitizmi günün Kemalistlerinin elitizmden ayırmak güçleşiyor. Anasyonalist kamptaki neo-liberal elitlerle nasyonalist kamptaki Kemalist elitler çok konuştuklarında hep onların en temiz noktada duran insanlar olduğunu anlıyorsunuz ama toplum hakkında hiçbir şey anlamıyorsunuz –bırakılan izleri gerektiği gibi ağızlarıyla toplayamamışlar oldukları dışında.

Neo-liberal ‘elit ırkçılık karşıtlığı’ Dink’in emeğinin tersidir. Olumsuzlamaya dayanır, reaksiyonlarla işler ve reaksiyonlar üretir ve buna da aldırmaz.

Pazartesi, Mart 19, 2007

ŞİİR YAZILMAK İSTER - Birgün yazı 102 / 19 Mart 2006

ŞİİR YAZILMAK İSTER

Birgün yazı 102

19 Mart 2006

Süreyyya Evren

Bir süredir konuştuğum herkese aynı şeyleri yineliyorum: şiirin tam zamanı, daha doğrusu şiire yüzümüzü dönmeli, daha çok şiir okumalı, daha çok şiir konuşmalı, şiir tartışmalarını takip etmeli, şiirin gündemine dahil olmalıyız. Piyasa dinamiklerine hiç uymadığından şiirde ne olup bittiği piyasayı hiç ilgilendirmiyor o yüzden de kurumsal bir manipülasyon çabası yok. Şiirin muhafazakar yerel otoritelerinin de etkisi dağılmış vaziyette. Ne verdikleri ödüllerin anlamı kaldı ne de icazetlerin. Zaten kendileri de ekseriyetle roman yazıyorlar.

Şiirin bugün neden değerli olduğunu şu basit karşılaştırma bile anlatır: bugün o tarz romanı savunanlarla bu tarz romanı savunanlar arasında ciddi, samimi bir tartışma hiçbir şekilde yok. Hiçbir roman yazarı böyle bir tartışma içinde değil zaten böyle bir mecra da yok. Zihinlerde böyle bir aralık yok hatta. Kapandı. Romanlar, her biri tek başlarına, kendilerini çoğaltmaya çalışıyorlar. Bu tarz öyküyü savunanlarla şu tarz öyküyü savunanların ciddi, samimi tartışmaları da hayal. Üstelik öykünün kendine göre bu işe ayrılmış olduğu varsayılabilecek mecraları da var ancak buralardan öyle bir edebiyat tadı almak mümkün değil. Kamplaşmalar salt kişisel, düşmanlıklar salt kişisel, sürekli yinelenen sergileme ve örtük öne çıkarma siyasetlerine dayanma gibi stratejiler var, hepsi bu. Şiirde ise o tarz şiiri savunanlarla bu tarz şiiri savunanlar arasında ciddi tartışmalar yaşanıyor! Kişisellikler gene vardır ama pek çok ayrışma, kamplaşma hatta düşmanlık şiirin kendisinden kaynaklanabiliyor! Öfkeli insanlar var şiirde, ama şiirden kaynaklanan ve şiire yönelik bir öfke olabiliyor bu. Kendi başına bir sahicilik değeri bence bugün...

İki yeni şiir kitabındn sözetmekti niyetim. Son zamanlarda şiir ortamımızda belirginleşen görsel/deneysel şiir atılımının önemli aktörlerinden Heves dergisi Pan yayınları ile işbirliği halinde Pan/Heves kitaplığı dizisini başlattı. Dizinin ilk iki kitabı dönemin heyecanını birebir hissettiriyor. Aslı Serin’in “bu benim.zip” adlı kitabı ve Bülent Keçeli’nin “gen tecrübeleri” adlı kitabı karşımıza iki nefes nefese çalışma olarak çıkıyorlar. Birlikte ve dizinin ilk kitapları olarak yayınlanmalarının –belki rastlantısal- başka sebepleri de vardır belki, ama bana sanki engellenemeyen bir ritmi de yansıttıkları için seçilmişler gibi geldi.

Her iki kitap da seri bir dile sahip. Ama akışları kesikli ve burada ayrılıyorlar.

“Gen tecrübeleri” daha metinsel, şiir tarihimize göndermelere daha fazla önem verir gibi. Aynı zamanda şair kendi mirasına göndermeler yaptığını hissettirmek istiyor sanki. Kesilip biçilen sözcükler, kırılan, monte edilen heceler, paylaştırılan harfler ve diğerleri hem Keçeli’nin yukarıda andığım deneysel/görsel şiir hareketlenmesi içindeki varlığına işaret ediyor hem de kendi derdini şekillendiriyor. “Bu benim.zip” ise bir sesler çokluğu. İşitiyor. Kulak veriyor ve içine çekiyor. Televizyon dillerinden sokak konuşmalarına, özel konuşmlara ve dahası farklı söylemlere uzanan bir açıklık var. Bu diller hemen şiirin içine girip kendi görsellikleriyle, kendi mantıkları ve yaklaşımlarıyla kendilerini ifade etmeye başlıyorlar. Her şey çok hızlı akıyor, kimsenin büyük bir laf etmek gibi bir niyeti yok. Şehri içine çektiği bazı yerleri bana Döblin’in Berlin Alexanderplatz’ını anımsattı.

Her iki kitap da erotik olmadan seksten bahsetmeleriyle yakınlaşır gibi oluyorlar. Keçeli erotizmi baştan parçalamak, yapaylığına iade etmek ve pornografiyi de parçalayıp bunları yeniden karmak isteyen bir yerden konuşuyor gibi. Serin ise erotizmin sultanlığını bozacak şekilde Ritsos dilini ayrım yapmadan diğer konuşan dillere katıyor. Lirik mesafeyi kaldıracak şekilde lirik dili kullanmak istediği yerler var. Sanırım her iki şairi de etkileyen günümüzdeki bir tür avangardizm olduğundan şiirler ortaya bir başyapıt koymak üzere değil sürekli bir tırmalamaya katılmak üzere yazılmışlar.

Pazar, Mart 11, 2007

Hayır, dedirtmedi - Birgün yazı 101 / 12 Mart 2006

Hayır, dedirtmedi

Birgün yazı 101

12 Mart 2006

Süreyyya Evren

Türkiye solunun bugünü de tarihi de milliyetçiliklerle dolu, milliyetçiliklerle içiçe. Kemalist ve devletçi bir perspektifin dışından bakan, milliyetçi bir genel kaygının dışında duran geleneği de sınırlı. Ve bu milliyetçi anadamar o kadar hayati olagelmiş ki bugün farklı düşüncelerde olsak dahi alttaki varsayımlarımızı belirliyor, devrimcilerden liberallere uzanan bir sahaya bu damar çerçeve taşıyor. Bunun en basit ve çarpıcı kırılması şurada yaşanıyor: sözgelimi bir Arnavut milliyetçisi/solcusu, yani bir Arnavut sol-milliyetçisi/milliyetçi-solcusu, bir Kürt sol-milliyetçisi/milliyetçi-solcusu, bir Ermeni sol-milliyetçisi/milliyetçi-solcusu bizim için ‘aslında’ bir milliyetçidir de sol tarihimizin pek çok kilit taşını oluşturan bütün sol-milliyetçi/milliyetçi-solcu Türkler ‘aslında’ solcudur!! ‘Onlar’ milliyetçilik kategorisinin içinde değerlendirilirler, o gözle tartışılırlar, ‘biz’ sol kategorisinin içinde değerlendiriliriz, o gözle tartışılırız. Peki neden?

Bir oyun oynansa, Türkiye solunun çeşitli kilit isimlerinin görüşleri diyelim Kürtlere, Arnavutlara veya Ermenilere uyarlanıp hayali bir kişilik yaratılsa ve bu bir günümüz solcusunun veya liberalinin önüne getirilse, “incele şunu, ne dersin, nasıl biriymiş” dense, biraz inceledikten sonra, “evet, bir x milliyetçisi” diyecektir. Şimdilerde duyduğumuz lakırdılardaki gibi ‘vatan savunmasına soldan katılmış’ biri...

Türkiye bir bağımsızlık mücadelesi vermiyor olmasına, işgal altında olmamasına, 80 yıl önce kurulmuş bir ülke ve zaten çok daha eski bir devlet geleneğinin sürdürücüsü ve pek çok şeyin oturmuş olduğu bir yer olmasına karşın bugün dahi Türkiye solu çok farklı tonlarda, farklı yordamlarla geniş bir yelpazede açıkça milliyetçilikle bağlantılı fikirler üzerinden yapılanıyor ve gene de solun parçası kabul ediliyor da bağımsızlık mücadelesi içindekilerin, işgal altındakilerin, devlet kurmaya çalışanların veya devletini yeni kurmuşların milliyetçilikle bağlantılı fikirler üzerinden yapılanmış solcuları aslında milliyetçi kimseler olarak kodlanıveriyor. Elbette bütün devletlere, devlet fikirlerine, devlet kurma çabalarına hayli mesafeli bir yerden söylüyorum bunu, ama aradaki farkın yarattığı gerilime dikkat çekmek istiyorum: buradaki bu ağır milliyetçiliğin hegemonik sebeplerden başka gerekçesi de yok! O yüzden zaten dikkat ederseniz hep gerekçe icat etmeye uğraşıyorlar, hep mevcut durumu iç uzantıları da olan uluslararası bir çatışmada bizim geriye düşürüldüğümüz bir sahne olarak tarif ediyorlar o ya da bu şekilde. Bir aciliyet ve olağanüstü hal duygusu yaratmaya çalışıyorlar. ‘Aslında’ bir bağımsızlık mücadelesi veriyormuşuz, ‘aslında’ işgal altındaymışız, ‘aslında’ devlet kurulamamış veya yıkılmak üzereymiş, ‘aslında’ gizli bir sürü savaş başlamış, sürmekteymiş ve ‘biz’ anlamadan çoktan yenik duruma düşmüşüz de, vs, vs. vs.

Esas ‘aslında’ şu: Türkiye solunun tarihi eğer zamanında Osmanlı içindeki bütün solcuları ve milliyetçi-solcuları kendine miras sayacak şekilde kurulsaydı, sol tarihini Türk milliyetçi-solcularıyla başlatmasaydı bugün de önümüz açık olurdu. Eğer zamanının diyelim Ermeni milliyetçi-solcuları ve Kürt milliyetçi-solcuları tüm görüşleri ve edimleriyle Türkiye sol tarihinin parçaları sayılsaydı ve o birikimlerden karma ve içiçe bir sol yapı kurulmuş olsaydı bugün hem Türk hem Kürt solcuları içinde milliyetçiliğe mesafeli ve birbiriyle içiçe olanlar ağırlıkta olabilirdi demek mümkün. Bugünkü milliyetçiliklere karşı özgürlükçü bir tutumu büyütebilmek için bir görev addetmek ve Türkiye solunun tarihini bu gözle yeniden düşünmek gerek belki de.

Son not: Türk aydınlarının Kürt hareketlerine akıl öğretme pozlarına girmesine utanarak bakıyorum. Hani sanki Türkler bu işleri aşmışlar, unlarını elemiş eleklerini asmışlar, bu işlere yeni yeni giren Kürtlere öyle yapılmaz böyle yapılır diye akıl öğretiyorlar. Bu ne içimize işlemiş emperyal bir ukalalıktır!

Pazartesi, Mart 05, 2007

Düzdalâlet: 100 Dalâlet - Birgün yazı 100 / 5 Mart 2006

Düzdalâlet: 100 Dalâlet

Birgün yazı 100

5 Mart 2006

Süreyyya Evren

Birgün kültür sanat sayfalarındaki yazı serüvenim 22 Mart 2005’de başlamış. Yaklaşık iki yıl sonunda 100. yazıya geldik. 100. yazının başlığını “Düzdalâlet: 100 dalâlet” koymamın sebebi şu: bazı başlıklar zihindeki belirli bir bölgeyi tekeline alıyor. Mesela ne zaman uçağa binsem, ‘Cam Kenarında Mogadişu’ başlığı bir bant gibi geçiverir aklımdan (Friedrich Christien Delius’un Afa yayınlarından çıkan bu kitabının kapağını da hatırlarım). Biri Maraş’tan, Maraş katliamından bahsetmeyegörsün ‘Kanrevanmaraş’ diye mırıldanmadan edemem arka planda (Nuh Ömer Çetinay’ın şiir kitabının adıdır bu da ama o kitabın kapağını hatırlayamıyorum). İşte bu hesap, yüzüncü yazımın yaklaştığını düşünmeye başladığımdan beri de ‘yüz yazı düz yazı/düz yazı yüz yazı’ diye mırıldanıp duruyorum (Haydar Ergülen’in Express yazilari Düzyazı:100 Yazı başlığıyla yeni kitaplaştığı için belleklerde taze olmalı).

Benimkisi de yüz dalâlet düz dalâlet oldu galiba.

Yüzüncü yazı vesilesiyle memleket kültür sanat alemine şöyle bir genel genel bakalım diyesim var. Evet, iki yıldır burada konuşuyoruz, çok konular oldu, var, peki bugün yaklaşık olarak çerçeve ne.

Her alanda Türkiye’de zihniyetler belirli bir kültürcü kamplaşmaya sokulmak isteniyor diye yazıyordum yakın bir zamana kadar, artık bu evre geçti, kamplaşma inşası tamamlandı ve realize edildi. Şu anda kamplaşma var ve işliyor. Her saniye. Kamplaşmanın dışından söz almak, kamplaşmanın dışından yazmak hemen tümüyle imkânsız. Kimilerinin arafta kalmak olarak formüle ettiği sıkışmışlık, seçeneklerin dokunanı kapan anaforsuluğu, arayerdelikten siyasi alternatifler üretmek isteyenleri, üçüncü yollar takip etmek ve daha dönüştürücü bir role işlerlik kazandırmayı isteyenleri ‘imkânsızı isteyenler’ olarak kodluyor.

Tabii anarşizm imkansızı istemeke aşinalık yarattığından biz fazla zorluk çekmiyoruz. Tanıdık bir zemin, neredeyse.

İlla ki bir toprakta nefes alınacaksa bizim için nefes alınabilir zeminin nasyonalist kamp değil ama anasyonalist kamp olduğu aşikar. Fakat anasyonalist kampın sağ kanadını tutan liberal mecralar ses bozumuna da yol açabilen, bütün kampın bilgisini niteleyebilen etki alanı geniş ve yer yer pervasız, ele geçirici ve zararsızlaştırıcı bir dili dolaşıma sokuyorlar. Anasyonalist kampın içinden sol sesleri siyasileştirmek isteyenler için ciddi bir problem bu. Liberal mecralar birşeylerin üstünü örterek hareket etmeyi şart koşmayı seviyorlar, hakkaniyetsizliği sorun addetmiyorlar ve ortaya koydukları anasyonalist propaganda reaksiyonlara gerekçe sağlamaktan çekinmiyor. Umurunda değil. Sonunda kendisi hep temiz olanın lisansını ilk alan olmayacak mı? Bu noktada sanırım anasyonalist kampın içinden konuşurken ‘hakkaniyetli’ değerlendirmelerle, hiçbir şeyin üstünü örtmeyi şart koşmayıp tersine herşeyin üstünü açarak, açılırsa kötülükler saçılır mı diye tabular icat etmeyerek ve liberal distorsiyona karşı sürekli uyanık bir söylem benimseyerek devam etmek bizler için mecburi. Bu şekilde hem anasyonalist kampı radikalleştirmek hem de nasyonalist kamptaki reaksiyonlara kapılmış ama aslında geçişlere gözünü kapamamışlar için solucan delikleri bulundurmak mümkün görünüyor. Dolayısıyla sahici bir sol, her tür sola yeğ, aşkın olmayan bir sol, tüm sol ideolojilerden mühim. Ve aynı anlamda, sahici bir yazı her tür yazıya yeğ, aşkın olmayan bir yazı, tüm yazma ideolojilerinden mühim...

Pazartesi, Şubat 26, 2007

Nefis bir çeviri daha! - Birgün yazı 99 / 26 Şubat 2006

Nefis bir çeviri daha!

Birgün yazı 99

26 Şubat 2006

Süreyyya Evren

Nefis bir çeviri dendiğinde mutlaka duraksamak gerek. Hele ki ‘çeviri edebiyatımızın bir başyapıtı’ gibi ifadeler görünce iyice bir kuşkuya düşmeli.

Nefis bir çeviri dendiğinde Türkçedeki metni okumanın son derece keyifli olduğu kastediliyor çoğu kez. Ne vurdumduymaz bir kandırmaca ile alkışlanır bunlar: “Nefis bir Türkçe! Müthiş bir okuma deneyimi! Okuduğumuz metnin bir çeviri olduğunu neredeyse bize unutturan eserler!”

Bu söylemdeki böbürlenme garip bir yerellik tahayyülüne dayanıyor bir bakıma. Burada varsayılan okuyucu dünya kültürlerinin ve dillerinin farklılıklarına karşı hayli kayıtsızdır. O esasta elde bir edebiyatımız bir de çeviri edebiyatımız varmış gibi yaşar. Bu ikisi de içiçe geçmiş bir bütündür. Nefis bir çeviri ile anlaşılacak ilk şey nefis bir Türkçe oldukça işimiz iş... Yazarın yazdığı dilde ne yapmaya çalıştığını başka bir dilde gösterebilmek amacı kaydı gitti, geçmiş olsun. Metnin rahat okunması denilen tuhaf konformizm yatağanını kullanırken ne de soğukkanlıdır...

Eski bir yayıncılık ve çeviri anlayışı vardır Türkiye’de. Maalesef hâlâ tam kaybolduğunu söyleyemeyiz. Bu anlayışın varsaydığı paşa okuyucunun kafası fazla dipnotla şişirilmez, sözcüklerin orijinalleriyle zamanı alınmaz, çeviri kararlarıyla ilgili uzun uzun açıklamalarla canı sıkılmaz, ona mümkün mertebe pürüzsüz bir okuma deneyimi sunulur. Kokusuz ve kaygan bir okuma imkânı ona ne ölçüde sağlanırsa çevirmen ve yayıncı da o ölçüde başarılı addedilir. Ayrıca bir danışıklı illüzyonla okuyucudan okuduğunun pek çok olası çeviri arasında bir çeviri olduğu da saklanır. Çevirmen-yayıncı ikilisi okuyucuya farklı ve makul başka çeviri kararları da olabileceğini pek sezdirmek istemezler. Onlar da pürüzsüz bir iş çıkarmış gibi görünmelidirler. Gevşetilen bu paşa okuyucu önüne gelen hepsi aynı dil evrenine ait keyifli okumalarla hoşça vakit geçirir...

Halbuki özellikle 90’dan sonra Türkiye’de güçlenen ve hâlâ maalesef tüm yayıncılığımızı belirler duruma geçememiş bir başka çeviri-yayın tutumu daha var. Burada okur sürekli takipte ve meraklı bir eş olarak görülür. Okuyucu hazır lokmaları pişkinlikle bekleyen biri değildir. Beraber kazı yaptığınız biridir. Siz bir yandan metinlerle boğuşursunuz o öbür yandan. O yüzden çeviri süreci maksimum şeffaflaştırılır, karşılıklar önerilerdir ve bu önerilerin zorunsuzluğu sürekli açık edilir. Tercih edilmemiş ama tercih edilebilir olduğu kabul edilen yollar işaret edilir. Eldeki metnin ne demeye, nasıl demeye çalıştığı, sözkonusu yazarın hangi bağlamda nerede durduğu, ne yapmaya çalıştığı esastır. Çevirmen-yayıncı ikilisi okurun ortaklarıdır, yoldaşlarıdır bu tutumda. Okurun salt Türkçe evrenine yeni bir ‘çeviri edebiyatımız klasiği’ sunmak gibi bir çaba yoktur. Dünya kültürü içindeki okumalarınıza eşlik eden yoldaşlar vardır daha çok. Beraber o metinler üzerinde çalışırsınız. Nefis bir çeviri denince nefis bir nihai metin, nefis bir Türkçe metin anlamazsınız da nefis bir uğraş, tırtıklı, git gelli, zorlu ve olabildiğince şeffaf ve açık bir sürecin inşasını anlarsınız. Bugün aslında değerli örneklerini görebildiğimiz gerçek nefis çeviriler herhalde bunlardır. Ve bazen tek bir nefis Türkçe cümle dahi içermezler!

Aslında nefis bir Türkçe keyfi şatafatları bugünün söyleyecek sözü az ama edinecek başarısı çok yapyazarlarının da omuzlarında parıldıyor. Yeni yazılan romanlarda o kadar çok nefis cümle var ki okuyacak bir şey neredeyse hiç yok! Sanki bir romanı okumamızdaki amaç hayran olacağımız son yazarı seçmekmiş gibi davranıyorlar. Hayır amacımız o değil, ve ne olduğunu da söylemeyeceğiz!..

Salı, Şubat 20, 2007

Lethe’ye Borcunu Ödeyen Ecinni - Birgün yazı 98 / 19 Şubat 2006

Lethe’ye Borcunu Ödeyen Ecinni

Birgün yazı 98

19 Şubat 2006

Süreyyya Evren

Ne meşhur ve sinsi bir yanlış anlamadır: bir yazıyı/şiiri/romanı yayınladın demek ki okurların olsun istiyorsun! Madem ki yayınladın öyleyse bize bağlandın! İşte size okuma alışkanlığını kaybetmiş veya henüz hiç okuma yapmamış pusudaki okurun şantajı...

Halbuki bir metnin yayınlanmış olması demek metnin mutlaka bir okur aradığı anlamına gelmez. Hiçbir okur bulmadan bir metin yıllarca bekleyebilir dahası bunu baştan göze alarak kendini kurabilir. Bazen yazarlar mevcut koşullarda yalnızca yanlış anlaşılabileceğini bildikleri bir iletiyi rağmen ve niteliğinden ötürü ipuçsuz yayınlamak durumundadırlar. Yayınlamaktaki amacı, bir şeyi ifade etmeye değmeyecek hale getirmenin örgütlenmesi olarak görmeye alışanların pompaladığının aksine, yayınlamak bir teslim oluş değildir. Hayır bu bir ifade edişdir ve –inanmayacaklar ama- bu ifade kadrolu okur değil okuma yapan muhatap arıyor olabilir. Muhatap okur başka bir şeydir ve şantaj yapmaz.

Ali Karabayram’ın yeni şiir kitabı ‘Oblivion’ (Altıkırkbeş Yayın, 2006) düşündürüyor bana bunları tekrar. Okura hiçbir vaadde bulunmayan, onu eğlendirmeyi, bilgilendirmeyi, zahmet edip de düşünemediği eleştirelliği hazır bir kalıp halinde üstüne deneyip aynaya baksın diye önüne sunmayı, son noktayı koyup okuduğunda ihtiyacın olanı aldığın bir metin vermeyi aklının ucundan dahi geçirmeyen ve böylece ancak yazılarak okunabilen metinlerin yazarı Ali Karabayram şiirini de muhatapları için yazmayı sürdürenlerden gibi geliyor bana. Tahmin edeceğiniz gibi bu tutumu “eyvah kapalılık, eyvah kule vs.” diyerek piyasalaşmaya veya uysallaşmaya zorlayacaklara karşı da bir direniş görürüz burada.

Oblivion’da yazmanın doğası, karşılaşmaları, ve yaşamla geçişliliklerinin istisnai bir anlatımını buluyoruz.

Hemen baştaki kitapla aynı adı taşıyan ‘Oblivion’ bölümü ilk önce bir mukaddime gibi görünüyor. Bütünlüklü bir hikayenin kahramanıyla, çocukluğuyla, gençliğiyle, kentle çarpışmasıyla ve yazıyı/şiiri kuşanmasıyla, bütün bunları derleyişiyle karşılaşacağımızı öğreniyoruz sanki. Bu, tüm yaşamı yazmak tüm yazısı da yaşamak olan biridir. İlerlemek her zaman başa dönmek içindir. Doğumu gerçek bir doğum değil bir doğumun hatırlanmasıdır. Her zaman yanında taşıdığı geçmiş ve hayallerinin yarattığı çatallanma ile hareket etmiştir. Gençliğini anlatır. Hayalkırıklıklarını, yıldırıcı karşılaşmaları ve bir tür kararlılıkla kente karışmasını. Kahramanımız bir ecinni olmakla özdeşleştirir kendini, başlar başlamaz karşılaştığı engellerle çarpışan düşler görecektir. Önce kendi serüvenini aktarır (‘Kayıp Adanın Sürgünü’), sonra, bana Kafka ve Beckett’in ek metinlerini hatırlatan ek metinleri (‘Paralipomena’) okuruz, sonra da tüm engelleri ve yaşayışlarıyla hatta hayvanlaşmalarıyla kentin anlatıldığı ‘Anno Urbis’ bölümü ve son olarak belleğin, doğumun, kırın, hayalkırıklıklarının anlatıldığı ‘Düş Gören Değirmen’ bölümü gelir. Aslında kitaptaki bölümler de yazının kaynağına doğru gerisingeriye bir yürüyüştür –kitabı bitirdiğinizde baştaki mukaddimenin basbayağı bir final bölümü olduğunu, sondaki düşlerin aslında hikayenin başına denk geldiğini ve ekler bölümünün kitabın tam ortasında yer aldığını farkedersiniz.

Oblivion’ şiir üzerinden yaşama tutunmak için değil yaşam üzerinden şiire tutunmak için yazılmış bir şiir kitabı diyebiliriz. Farklı yorumlar olacaktır, ama ‘Oblivion’ şiirin kendisini ciddiye alanların gürültü ortamında gözlerinden kaçırmamaları gereken sahici bir şiir serüveni sunuyor diye düşünüyorum. Özellikle de şair dergilerde şiirlerini yayınlamadığı ve ikidir doğrudan kitap olarak ortaya koyduğu için ve de şiirlerin yayınlandığı yayınevi şiirle birlikte akla gelen bir yayınevi olmadığı için bu gözden kaçma ihtimalini gözetmek gerekiyor sanırım.

Pazartesi, Şubat 12, 2007

TAŞRADA İŞRET - 1001 FIÇI BİRA / Birgün yazı 97 - 12 Şubat 2006

TAŞRADA İŞRET - 1001 FIÇI BİRA

Birgün yazı 97

12 Şubat 2006

Süreyyya Evren

‘1001 Fıçı Bira’ – bir Lüleburgaz romanı!

İsmini Lüleburgaz’ın ‘efsanevi’ bir meyhanesinden alan ‘1001 Fıçı Bira,’ Lüleburgazlı yazar Ferhat Uludere’nin, otobiyografik öğeler de taşıdığını hissettiren, bol biralı bir eseri (Çitlembik Yayınları, 2006). 1001 gece masallarını küçük bir Trakya şehrinde ikame etmeye soyunmuş 1001 fıçı biranın bıraktığı izleri not düşmek için, taşra sıkıntısını, taşra sıkışmışlığını, bir küçük kapalı yer duygusunu aynı zamanda kendine özgü ütopik geçici ve gene küçük mekânlarıyla ve alternatif anlayışlarıyla içiçe vermek için kapanmış ama unutulmamış bir meyhane ismini seçmekten daha isabetli ne olabilir?

Kitabın benim için en çoğaltıcı veçhesi Lüleburgaz/taşra anlatısı. Uludere çok sakin bir dille gerilimi gösteriyor. Bir yandan taşra tam bir çıkışsızlık ve umutsuzluk sahasıdır. Bir yandan da taşrada başka bir hayat vardır. Ve tabii bunun da ötesinde her yerin merkezden yapılmış taşra genellemesini kıran kendi hassaları bulunur. Lüleburgaz’dan devşirdiği yavaş, hırssız bir hayat manzarası bunlardan biri. Dükkan sahipleri dükkanlarını başkalarına terkedip giderler. Hiç çalışmayan, çalışmayı da düşünmeyen insanlar hayatta kalır ve bundan ufak bir kusur gibi bahsedilebilir. İçilir, hem de çok içilir ama bu şık bir içicilik olmaz. Bu anlamda estet bir alkol alımı yoktur. Dibe vuruş dahi estetize edilmez. Bir çiçekçi dükkanının bodrumu gibi izbe bir köşe hiçbir maceraya atılmaya gerek duymayan bir macera alanı sunar –Lüleburgaz’ın kendisi de böyle bir ‘ütopik izbe’ gibi düşünülmüştür sanki. İçilir içilir içilir, uyanılır ve tekrar içilir, bu konuda bir sorgulama da yoktur. Sorgulama büyükşehirde, metropolde, kapitalizmin merkezinde başlar. İster yayıncı-entelektüel ister solcu vs olsunlar İstanbul’da yaşayanlar üretim odaklıdır. Düşene karşı hoşgörü eşiği düşüktür. Düşen –veya aynı anlama gelmek üzere duran– hemen yükselişe davet edilir. Halbuki kahramanımızın Lüleburgaz’daki arkadaşları zamanın akışını yumuşatmak için içerler sanki. Dururlar. Zamanın ortasında, üzerinde durarak arkadaşça salınırlar –ve kimse salt salındığı için kınanmaz. Akmayan, kazanmaya ve başarıya odaklanmamış, küçük geçici bölgeler kuruluyor, bu üslere sarhoşlukla giriliyor, üslerde sarhoşlukla hareket ediliyor. Her zaman çok eğlenmek şartı da yok. İçenler, eğlenmek için kendilerini zorlamıyorlar ve kaybedenler kendilerinden görkemli kaybedenler mitolojisi de yaratmıyorlar. Uludere, elbette blurb’lerin dediği gibi “Türk Bukowski” falan olmak istemiyor –Trakya hafifliği masadadır...

Kitabın hadisesi Lüleburgaz, formalitesi de bir aşk hikayesi; fakat sonra bu aşk hikayesi yavaş yavaş bütün hikayeyi işgal ediyor. Doğrusu benim gibi okurlar için bu aşk hikayesi kitabın zorla bildik bir forma sıkıştırılması çabasına, normalleştirilmesine, ahlak kurgularına veya aşk anlatıları tekrarlarına maruz kalmasına sebep olan bir eksiltici. 14 Şubat yaklaşırken gazete sayfalarını görmüyor musun, yapılacak şey mi denebilir ama, hiç üzerinde durmayacağım.

Pazartesi, Şubat 05, 2007

KIRMIZI CUMA - Birgün yazı 96 / 5 Şubat 2006

KIRMIZI CUMA

Birgün yazı 96

5 Şubat 2006

Süreyyya Evren

Okuduklarımız şunları söylüyor: herkes cinayeti biliyordu, cinayeti planlayanlar bunu yüksek sesle çeşitli kişilere söylüyorlardı, bulundukları bölgede alakasız insanların dahi haberi olmuştu, muhbirler biliyordu, yetkililer biliyordu, yazışmalar biliyordu konuşmalar biliyordu, ve işin en acısı, öldürülecek olan kişi de biliyordu, dahası yazmıştı da, yazdıklarını okumuş olanlar da biliyordu.

Bütün bu kanıksanması istenen ama kanıksanması imkânsız olan tuhaf sahne Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanını akla getiriyor. Kırmızı Pazartesi’yi raftan indirip yeniden okumaya başladım. Berbat bir duyguyla. Konu kendi apayrı dinamiklerine sahip ama okudukça insana çöken ağırlığı şu hatırlanacağı gibi: Herkesin öldürüleceğini bildiği kahramanın öldürülmesinin engellenemeyişi...

Hele bir mektuptan sözediliyor romanda, cinayeti haber veren bir mektup, kapının altından atılmış, cinayetin işleneceği yeri, nedenlerini ve komployla ilgili olarak bazı kesin ayrıntılı bilgiler veren bir mektup. Kapının altından atılan bu uyarıcı mektubu kimse görmüyor. Mektup orada öylece kalıyor, yanından geçilip gidiliyor. Cinayetten sonra bulunuyor ancak. Dink’in son yazılarını işte böyle mektuplar gibi tekrar tekrar okuduk farklı yerlerde biraz da inanmazlıkla yayınladık galiba. Nasıl olduğuna, nasıl olup da kimsenin mektubu görmeden geçip gittiğine inanamayarak.

***

“Hepimiz Ermeniyiz” notu: “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının neden infial yarattığı üzerinden tekrar düşünmek ve bu sözün milliyetçi mitolojide açtığı gediğe yerleşmek gerek. Sözün gerçek anlamının, gerçekten ne kastedildiğinin bilinmediği ve bu yüzden cezbeye kapılındığı kuşkusuz bir safsata olurdu. Bile bile, fakat bu saptırmadan siyasi bir emel lehine faydalanma düşüncesiyle ortalığın karıştırıldığı akla yakın ise de eksiktir. Çünkü unutmamak gerek ki Türk milliyetçiliği için ‘Ermeni tehdidi’ en ciddi ‘dış tehdit’ ve en ciddi ‘potansiyel travma’ olarak görülüyor. Türkiye’deki Ermenilerin her birine de Spielberg’in vasat filmi War of the Worlds’de olduğu gibi başka uygarlıkların yüzyıllar önce toprağın altına yerleştirdikleri ve bir gün dışarıdan gelecek bir ışınla dirilip hepimizi katledecek potansiyeller gözüyle bakılıyor. Bu kurgunun tarif ettiği biz’i “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı çatlatıyor, aslında özgürleştiriyor ve onu yeniden tanımlamaya, kütlesinin tekinliğini kaybettiği hissine zorluyor. Önceki kurguların hiçbirinde hayat yokken bu gedikte açık ki hayat var; ‘hepimiz’ için...

Pazar, Ocak 28, 2007

ÇİFTE ÖZGÜRLEŞTİRME - Birgün yazı 95 / 29 Ocak 2006

ÇİFTE ÖZGÜRLEŞTİRME

Birgün yazı 95

29 Ocak 2006

Süreyyya Evren

Üzerinde durulması gereken bir nokta. Geri dönülüp altı çizilmeli. Hrant Dink tam da Ermeni kimliğini hınçtan, negasyondan/olumsuzlamadan, reaksiyondan koparıp afirmasyona/olumlamaya çekmeye çalıştığı yazılarından suçlu bulunmuştu. Ermeni kimliğini alabildiğine sabitleyen Türk travmasını atıp yola öyle devam edelim, dedi diye. Sanki bu, Türk milliyetçiliğinde bir panik yarattı. Ya Ermeni milliyetçiliği buhar olup uçarsa, ya Ermeni kimliği Türk düşmanlığını, Türk nefretini içinden atıp veya minimize edip kendi kendini olumlamayı öne çıkarırsa!

Dink’e bu peşpeşe ikinci kez öfke kusmalarıydı. Bir öncekinde de merkezi modern Türk kimliğinin oluşum tarihine Ermeni kimliğini/tarihini katmak istiyor diye (Sabiha Gökçen konusu) çıldırdılar. Dink, çatışan iki milliyetçilikle aynı anda mücadele eden birinin yapabileceği en radikal işi yapıyordu; baskın olanın herşeyi sıfırdan veya kendinden başlatan muzafferlik anlatısını ‘lekeliyor’, hınçlı olanın da intikam anlatısını intikam nesnesinden mahrum bırakmaya çalışıyordu. Çatışan, karşı karşıya gelmiş iki milliyetçiliğin arasında yürütülen, her iki tarafı da özgürleştirmeye yönelik yolaçıcı bir girişim...

Türk milliyetçiliği bunu çok yaygın bir şekilde tahammül edilmez buldu ve hâlâ da buluyor. Şimdiden Dink’e ve savunduklarına (ve onu savunanlara) karşı reaktif çıkmalar başladı, artadabilir bunlar...

Dink suikastı hınç doğurmaya çalışan yanıyla Ermeni kimliğindeki Türk travmasının varlığını garanti altına almaya çalışıyor gibiydi. Ve böylece Türk kimliğinin kendi reaksiyonlarını ve sabitliklerini de muhafaza edecekti.

Dink cenazesindeki sayısız insan, ve başka türlü yolla direniş gösteren herkes, dolayısıyla, bu açıdan da anlamlıydı. Tüm bu direniş, hem her yerdeki Ermeni kimliğini Türk travmasından özgürleştirme yolunda Dink’e ve herkese bir destek denemesiydi, hâlâ da öyle, hem de yoğunluğuyla, kabarmasıyla, ‘hepimiz Ermeniyiz’le özetlenen yerdeğiştirmesiyle Türk kimliğini kendi tabularından ve ağırlıklarından özgürleştirme yolunda bir çabaydı, hâlâ da öyle.

Ve bu durumda, son günlerde şiirlerinin internette yayımının yasaklanmasıyla gündeme gelen Nazım Hikmet’i analım ve meşhur “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâla” dizesini uyarlayarak söyleyelim: Nazım Hikmet’ler Ermeniliğe devam ediyor hâlâ...


Pazar, Ocak 21, 2007

HEPİMİZ HRANT DİNK DEĞİLİZ, AMA OLACAĞIZ -Birgün yazı 94 / 22 Ocak 2006

HEPİMİZ HRANT DİNK DEĞİLİZ, AMA OLACAĞIZ

Birgün yazı 94

22 Ocak 2006

Süreyyya Evren

Türkiye’de bir hakikat anlatıcısı öldürüldü. Hrant Dink açıksözlüydü, hakikat anlatıcısıydı, tehlikeyi göze alan, eleştiri getiren ve bütün bunları ödev bilendi, bir ‘parrhesiastes’ idi.

‘Parrhesia’ daha güçsüz konumda olanın risk alarak konuşması edimidir. İşlevi bir başkasına hakikati ispat etmek değil eleştiri sunmaktır. Bir filozof bir tiranı eleştirdiğinde, bir vatandaş çoğunluğu eleştirdiğinde veya bir öğrenci bir öğretmeni eleştirdiğinde ‘parrhesia’ kullanabilir. Türkiye’de bir Ermeni, hem de sosyalist bir Ermeni eleştiri sunduğunda, risk alarak gerçeği dile getirdiğinde, işte Hrant Dink, hakikat anlatıcısı, riskin en ağırını alıyor ve despotluğun en ağırıyla karşılanıyor. Foucault ‘parrhesia’da konuşmacının özgürlüğünü kullandığını ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi tercih ettiğini belirtir. ‘Parrhesia’da konuşan kendi söylediğine inanır, retorik kullanmaz ve dolaysız konuşur. Retoriğin sağladığı teknik araçlar retorikçinin söylediği şey hakkındaki kendi fikrinden bağımsız bir şekilde dinleyicileri üzerinde hakimiyet kurmasını sağlayabileceği için istenmez. ‘Parrhesia’ özgür konuşmadır, korkusuzca konuşmadır, hakikat anlatıcılığıdır, doğruyu söylemedir. ‘Parrhesiastes’ de ‘parrhesia’ kullanan insan olarak karşımıza çıkar, hakikati söyleyen kişidir. Tam bir ‘parrhesiastes’ olan Hrant Dink hiç retorik kullanmadı, hep dolaysızca söyledi, dolaysızca konuştu. İnandığını, hakikat olanı, tüm samimiyetiyle dile getirdi. Ve bu dile getirişi bir ödev saydı.

‘Parrhesiastes’in, Hrant Dink’in, ‘herşeyi söylemesi’ edimiyle karşı karşıyaydık. Retorik oyunlarına başvurmaksızın, tehlikeyi de gerekirse göğüsleyerek açıksözlülükle, dürüstçe hakikati dile getirdi.

Açıksözlülüğe kendini bırakmıştı, konuştuğunda yüreği ve zihni söyleştiklerine tümüyle açıktı. Cezalandırılmaktan korkan bir hatip sessiz kalabilir; buna karşın, ‘parrhesiatik’ bir hatip sonuçlarına aldırmadan hakikati söyler çünkü hakikati söylemeyi ödev saymaktadır. Foucault, ‘parrhesiastes’in sadece kendi adına konuştuğunun, kimseyi temsil etmediğinin altını çizer.

“Hayır, hepimiz Hrant Dink değiliz,” diyordu Burak Delier, “Hrant Dink olmak çaba ister, cesaret ister, azim ister, sorumluluk almayı, sağlam bir dürüstlük ve ahlak gerektirir.”

Evet, hepimiz Hrant Dink değiliz ama olacağız, olmalıyız... Dink’in ‘parrhesiatik’ biri olmayı ödev bilmesi gibi ödev bilinmesi gereken bir şeydir bu da. Hrant Dink’in kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ya da sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi tercih etmiş olması gibi dolaysızca, dolambaçsızca ödev bilinmesi gereken bir şeydir Hrant Dink olmak...

Perşembe, Ocak 18, 2007

80’LER – 70’LER / 15 Ocak 2006 - Birgün yazı 93

80’LER – 70’LER

Birgün yazı 93

15 Ocak 2006

Süreyyya Evren

Geçtiğimiz günlerde Üç Nokta edebiyat dergisi 70’ler özel sayısı yayınladı (“1970’lerde şiir, edebiyat, kültür, sanat ve toplum”, Kasım-Aralık 2006). Dergi 80’ler özel sayısını da bugünlerde hazırlıyor. Programlarında 80’lerin ardından da 90’lar sayısını yayınlamak ve bu üç dönemi arka arkaya ele almak var.

Bu tip toparlamalar her zaman önemli. Ancak Türk şiirinin 70’lerdeki politizasyonu, hem genel olarak tüm şiir zeminini siyasete çekişinin detaylarıyla didiklenmeyip, hem de şiir nedir, şiirin halleri nelerdir, şiir neye diyoruz gibi muhafazakarca öne çıkarılan ama daha da muzahafazakarca örtbas edilen sorularla yeniden düşünülmeyince, elimizde tazelenmemiş, 80’lerden kalma, yerelci ve yürümeyen, yapışkan bir sıvı kalıyor. Bununla nasıl çalışabiliriz? Halbuki iki nokta var: birincisi, bugünkü, sol için hayli menfi genel siyasi auranın, ustaların üretimlerini, yaygın algıyı, okuma türlerini nasıl belirlediğini, nasıl niteleyebildiğini tam anlayabilmek için mükemmel bir fırsattır ipi 70’lerden çekip o günlerdeki genel siyasi auranın ustaların üretimlerini, yaygın algıyı ve okuma türlerini nasıl belirlediğini, nasıl niteleyebildiğini detaylarda dolaşarak tartışmak. İkincisi, sanat (burada şiir) sosyal işleve göre değerlendirilir olmayandır yargısını bir yargı değil de tek yargı gibi sunmanın bizzat kendisinin tarihsel olduğunu unutarak konuşmak da çok yanıltıcı. Slogan şiirleri tabir edilen şiirler eğer önemli ölçüde siyasi işlevler için kaleme alındılarsa önce dönüp peki bu işlevler nelerdi, oldu mu, nasıl oldu, bunlar sloganın işlevini gördüler mi, tam olarak bu ne demekti, bunlara bakmak gerekmez mi? 70’ler, şiirin ne olduğuna dair çok yönlü bir tartışmadır, şiirin ne olduğuna dair dolaysız metinleriyle değil ama tüm üretimleri ve karşılaşmalarıyla. Sanatın işlevden (ve zanaatten) külliyen bağışık olduğu fikri tarihin belirli bir noktasında belirli koşullar altında ortaya çıkmış ve yaklaşık elli yıl önce de domine ediciliğini yitirecek biçimde kırılmış bir fikirdir. Şimdi her iki paradigmanın da zorunsuzluğunun farkında bir yerden yeni okumalar yapma konumuyla karşı karşıyayken 70’lere karşı eski bir revanşist refleksi yeniden üretmenin manası ne diye sormak gerekir. İşin ihmal edilen bir yönü de, aslında, sözkonusu işlevin 80’lerde hâlâ kısmen sürmekte olduğu, 90’ların ilk yarısına kadar dahi bir ölçüde taşınabildiğidir. O işlevin artık ciddi biçimde işlevsizleştiği 2000’lerden bakarak okuyoruz herşeyi.

80’ler yeni kuşaklara 60’lardan, 70’lerden gelen bir isyankarlığı taşıdı, revanşizmden çok bu isyankarlıktan, bu anlamda 80’lerde nefes alıp da 80’ler denince akla gelmeyenden etkilenmek sözkonusu olabiliyordu. 80’lerin ikinci yarısında ve 90’ların taze sanatsal ve siyasal radikalizmi içinde, yazarlığı mücadelecilik, inatçılık, yaratıcılık ve dikbaşlılıkla içiçe birşey olarak öğrenmek mümkündü. Sözün gittiği yere kadar gitmek dusturunu, pek çok siyasi temelle birlikte, 80’ler, istemeden de olsa verdi, aktardı. Bu radikalizm transferi 90’ların ilk yarısında bütün Türkiye’yi sarmıştı, edebiyatta da doğal yansımaları vardı bunun. Fakat 80’ler başka bir şey daha kattı, 70’lerden içe kapalı, otoriter, kalkınmacı, millici, modernist olabilen bir isyan taşınmıştı, ama aynı öznelerin bir kısmı 80’lerde alternatiflere gidiyorlar, manişeist kategorilerin dışında siyasi sorgulama alanlarını açacak metinleri fısıldıyorlar, farklı düşünceleri manzaraya dahil ediyorlardı. Daha açık, daha fazla şeyden haberdar ve daha fazla şeye ilgili, otoriter, millici, modernist olmayabilen sollardan nüveler taşınıyordu. Bütün bunların alt yapısı 80’lerden gelmiştir. Yine 80’lerde aktarılan bir şey de edebi özgüven duygusuydu; edebiyatçının kendi yaptığına güvenmesi ve varlığını kendi yapıtı dışında erklere dayandırma telaşına düşmemesi fikri de gayet edinilebilir bir fikirdi o zamanlar. Sonraları genç edebiyatçılarda da çok sık görülür hale gelen onay mekanizmalarına biat ve onaylanmama korkusunun hiç de makbul olmadığını öğrenmek zor değildi....

Gerçekten bu nokta çok çarpıcı, ilk rüzgarda yok olabilirim tedirginliğiyle makbul olan her şeye evet diyen sadece üzerinde olumsuz bir konsensus kurulmuş olan şeylere hayır diyebilen yazardan çok, ‘yaptığım şey değerliyse zaten kalacaktır ben doğru bildiğime evet der yanlış bildiğime hayır derim’ diyen yazar tipi geçerliydi. Bu değişim kritiktir.

Pazar, Ocak 07, 2007

ÇEVİRMENİ NASIL ÇEVİRMELİ? - Birgün yazı 92 / 8 Ocak 2006

ÇEVİRMENİ NASIL ÇEVİRMELİ?

Birgün yazı 92

8 Ocak 2006

Süreyyya Evren

Yıllarca Türkiye’de kitap çevirmenlerinin örgütsüzlüğünden çok şikayet edildi, şimdi bir örgütlenme var ve iyi ki var. Sayelerinde, en temel meseleler, o ya da bu yolla gündeme geliyor.

Sözkonusu en temel meselelerden biri kuşkusuz çevirdikleri kitaplardan dolayı yargılanan çevirmenler meselesidir. Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği (Çevbir) kısa bir süre önce bir çıkış yaparak “çevirmenleri ateşte çevirtmeyiz arkadaş,” dedi, dayanışmayı ortaya koydu. Metinlerini çeşitli mecralarda gördüğümde, işte örgütlülük böyle kendini gösteriyor, ne güzel, diye düşünmüştüm. Hiç aklıma getirmediğim, tümden ıskaladığım ihtimal, başka çevirmenlerin sahne alıp, “yanılıyorsunuz, çevirmen o alp kişidir ki kendini gönüllü çevirtir” mealinde metinler kaleme almaları ihtimaliydi. Bu, oldu.

Kısaca şu dendi: yazar yargılanıyor da çevirmen niye yargılanmasın, yazarınki can da çevirmeninki patlıcan mı, haksızlık, hatta korkaklık olmaz mı bunu talep etmek, çevirmen çocuk mu, ne çevirdiğini bilmiyor mu, çevirmen yargılanıyorsa kesin kendi kuyruk sallamıştır vs. vs.

Kâh ortodoksların yönünü şaşırmış siyasi sabit fikirlilikleriyle gerçek siyasi mevziyi baltalamaları, kâh sahte-ahlakçılığı ve muhafazakârlığı gizlice işletmek adına göstermelik sol referanslarla somut sol refleksin elini kolunu bağlamaya çalışan alperenlerin demagojik tutumları karşımıza çıktı bu tartışmada.

ÇEVBİR’in sitesinde farklı görüşleri birarada bulabilirsiniz, bulmalısınız, önemli bir ifade özgürlüğü tartışmasıdır gündemdeki: http://www.cevbir.org/ifade.html. Ben tarafsız değilim, çevirmenleri çevirtmeyiz duruşunu destekliyorum, ve Yiğit Bener’in aynı sayfalarda yayınlanan “Tercümana Neden Zeval Olmamalı?” başlıklı sağlam ve politik olarak tutarlı yazısından (http://www.cevbir.org/zeval_neden.html) sonra hâlâ çok şey söylemeye gerek duymuyorum aslında, ama yine de vurgulanması gerekebilecek bir küçük, ama gerçekten küçük, noktaya dikkat çekerek kapatayım bu yazıyı.

Bener, bir yerde, “çevirmenin yaptığı iş elbette yoruma dayalı yaratıcı ve düşünsel bir uğraştır. Ancak çevirmenin yazarın metnine müdahale hakkının, yani "yorumunun" ve "yaratıcı katkısının" bir sınırı vardır ve o sınır, asıl iletinin içeriğine sadakat sınırdır. Çevirmen, "yorum hakkını" suistimal edip, yazarın söylediklerini eksik, fazla ya da yanlış aktararak, "ben bunu böyle yorumluyorum" bahanesiyle asıl düşüncesine aykırı bir içeriği o yazara mal edemez. Çünkü o zaman bunun adı "yorum" ya da "çeviri" değil, tahrifat olur,” diyordu.

Tamam, ancak, çevirmenin aslen bir yorumcu olduğu, her çevirinin temelde bir sadakat değil ama aslında temelde bir ihanet olduğu, çevirinin gerçekte her zaman bir yeniden yazım olduğu yollu görüşlerin cazibesini kim inkar edebilir! Yukarıdaki yargılama koşullarını tartışan siyasi/hukuki bağlamdan tümüyle ayrı bir düşünsel çerçeve tabii kastettiğim. Çeviri sanatına sahip bir çevirmenin hiç tahrifat yapmadan metnin siyasi tonuna müdahale edebileceğini söyleyebiliriz, hele ki Türkçe’ye çeviri yaparken, bir sözcüğün öztürkçesini kullanmak veya kullanmamak bile birden metne yüklenecek anlamı değiştiriverir. Sözlüklerde yeralmayan siyasi nüansları çevirmen metni biçimlendirirken kullanır. Çağrışım alanlarının farklılıklarını bilerek çalışır, genel sözcük seçimi siyasasını belli eder. Metni Türkçede güzel söylemek adına kenarlarını kırpmayı meşru mu saydığı yoksa kulağa Türkçe gibi gelmemesini özellikle tercih mi ettiğinin bile arkasında siyasi tercihlerin izleri bulunabilir. Çevirideki bu küçük hamleler, biraz futbol maçlarında hakemin ‘takdir haklarını’ hep bir takım lehine kullanması denilen taktikle, ufak tefek tercihlerle, ‘ortada giden bir maçın’ kaderini değiştirebilir, radikal olmayan bir metni belirli bir yöne evriltebilir. Hem de hiç tahrifat yapmadan. Fakat, böylesi bir yorumun, bırakınız yargılanmasını değerlendirilmesi bile çok ince bir iştir, akşam maç özetlerini seyrederek hiçbir şey anlayamazsınız, tribünlerde olmuş olmanız gerekir. Üstelik hangi tribünde olduğunuz da farkeder, çevirmenin siyasi yorumunu değerlendireyim derken başka bir siyasi yorumla konuşmaya başlamanız işten bile değildir. Ayrıca, bu şekilde işlenen bir ‘günah’ varsa o da devleti ilgilendirmez, başka bir çeviriyle cevabı verilir!