Bu Blogda Ara

Pazartesi, Şubat 12, 2007

TAŞRADA İŞRET - 1001 FIÇI BİRA / Birgün yazı 97 - 12 Şubat 2006

TAŞRADA İŞRET - 1001 FIÇI BİRA

Birgün yazı 97

12 Şubat 2006

Süreyyya Evren

‘1001 Fıçı Bira’ – bir Lüleburgaz romanı!

İsmini Lüleburgaz’ın ‘efsanevi’ bir meyhanesinden alan ‘1001 Fıçı Bira,’ Lüleburgazlı yazar Ferhat Uludere’nin, otobiyografik öğeler de taşıdığını hissettiren, bol biralı bir eseri (Çitlembik Yayınları, 2006). 1001 gece masallarını küçük bir Trakya şehrinde ikame etmeye soyunmuş 1001 fıçı biranın bıraktığı izleri not düşmek için, taşra sıkıntısını, taşra sıkışmışlığını, bir küçük kapalı yer duygusunu aynı zamanda kendine özgü ütopik geçici ve gene küçük mekânlarıyla ve alternatif anlayışlarıyla içiçe vermek için kapanmış ama unutulmamış bir meyhane ismini seçmekten daha isabetli ne olabilir?

Kitabın benim için en çoğaltıcı veçhesi Lüleburgaz/taşra anlatısı. Uludere çok sakin bir dille gerilimi gösteriyor. Bir yandan taşra tam bir çıkışsızlık ve umutsuzluk sahasıdır. Bir yandan da taşrada başka bir hayat vardır. Ve tabii bunun da ötesinde her yerin merkezden yapılmış taşra genellemesini kıran kendi hassaları bulunur. Lüleburgaz’dan devşirdiği yavaş, hırssız bir hayat manzarası bunlardan biri. Dükkan sahipleri dükkanlarını başkalarına terkedip giderler. Hiç çalışmayan, çalışmayı da düşünmeyen insanlar hayatta kalır ve bundan ufak bir kusur gibi bahsedilebilir. İçilir, hem de çok içilir ama bu şık bir içicilik olmaz. Bu anlamda estet bir alkol alımı yoktur. Dibe vuruş dahi estetize edilmez. Bir çiçekçi dükkanının bodrumu gibi izbe bir köşe hiçbir maceraya atılmaya gerek duymayan bir macera alanı sunar –Lüleburgaz’ın kendisi de böyle bir ‘ütopik izbe’ gibi düşünülmüştür sanki. İçilir içilir içilir, uyanılır ve tekrar içilir, bu konuda bir sorgulama da yoktur. Sorgulama büyükşehirde, metropolde, kapitalizmin merkezinde başlar. İster yayıncı-entelektüel ister solcu vs olsunlar İstanbul’da yaşayanlar üretim odaklıdır. Düşene karşı hoşgörü eşiği düşüktür. Düşen –veya aynı anlama gelmek üzere duran– hemen yükselişe davet edilir. Halbuki kahramanımızın Lüleburgaz’daki arkadaşları zamanın akışını yumuşatmak için içerler sanki. Dururlar. Zamanın ortasında, üzerinde durarak arkadaşça salınırlar –ve kimse salt salındığı için kınanmaz. Akmayan, kazanmaya ve başarıya odaklanmamış, küçük geçici bölgeler kuruluyor, bu üslere sarhoşlukla giriliyor, üslerde sarhoşlukla hareket ediliyor. Her zaman çok eğlenmek şartı da yok. İçenler, eğlenmek için kendilerini zorlamıyorlar ve kaybedenler kendilerinden görkemli kaybedenler mitolojisi de yaratmıyorlar. Uludere, elbette blurb’lerin dediği gibi “Türk Bukowski” falan olmak istemiyor –Trakya hafifliği masadadır...

Kitabın hadisesi Lüleburgaz, formalitesi de bir aşk hikayesi; fakat sonra bu aşk hikayesi yavaş yavaş bütün hikayeyi işgal ediyor. Doğrusu benim gibi okurlar için bu aşk hikayesi kitabın zorla bildik bir forma sıkıştırılması çabasına, normalleştirilmesine, ahlak kurgularına veya aşk anlatıları tekrarlarına maruz kalmasına sebep olan bir eksiltici. 14 Şubat yaklaşırken gazete sayfalarını görmüyor musun, yapılacak şey mi denebilir ama, hiç üzerinde durmayacağım.