Bu Blogda Ara

Pazar, Mayıs 09, 2010

ERDEM KEKEMELİĞİN NERESİNDE? -I-

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ERDEM KEKEMELİĞİN NERESİNDE? -I-

BirGün gazetesi, 9 Mayıs 2010, Dalalet 19/127

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Enis Akın’ın kekeme Türk şiiri kavramlaştırması son yıllarda en çok anılan şiir kavramlaştırmalarımızdan biri. Defter dergisinde vakti zamanında yayımlanan ilgili denemesi de yakın dönemin gene en çok olumlu anılan denemelerinden biri olsa gerek. Burada bir gariplik var tabii: bunca gür ses meraklısı, piramidal eğilimleri tartışılmaz bir şiir ortamı neden kekeme şiir kavramlaştırmasını kucaklar ki? Ama bu sorunun izini şimdi fazla sürmeyelim, Türkiye şiir ortamının psikanalizini erteleyelim. Daha çok Enis Akın’ın ne yaptığına bakmaya çalışalım.

Şunu da hatırlatayım: Akın’ın ne yaptığına bakma sahasına girdiğimizde birden bir ıssızlaşma yaşayacağımız kesin, çünkü her ne kadar “kekeme şiir” kalıbı orda burda ‘ne güzel kalıptı o’ gibisinden karşımıza çıkıp dursa da gerçek bir tartışmaya rastlamıyoruz. Akın’ın önerdiği “kekeme şiir” kavramlaştırması neye denk gelmektedir, mevcut kavrayışlarla bir çarpışması var mıdır, varsa etkileri neler olabilir, hangi kekemelik hangi şiire uzanmaktadır gibisinden tonla soruyu bu ıssız sahada tek tek dolaşırlarken buluyoruz.

Enis Akın’ın 2000’lerden sonra yerini bulması, netleştirmesi önemli. Türk şiirindeki iktidarların zayıflaması (hatta dağılması) durumunun ardından bir yandan Görsel Şiir gibi denemeler fırsat bulurken bir yandan da Enis Akın gibi eyvallah demeden, abicilik oynamadan bildiğini yapmayı tercih etmiş, yol almış figürlerin önü açıldı. Bu ön açıklığının henüz yeterince değerlendirildiğini düşünmüyorum, en az bir beş yıla daha ihtiyacımız var. İyi değerlendirilirse ‘yeni’ bir şiir kavrayışının ağırlığını arttırabiliriz diye düşünüyorum. Buradaki ‘yeni’ kavrayışı ortak (ve bastırılmış, geri plana itilmiş) bir perspektifin varlığını imlemiyor; kastettiğim daha çok baştan başa uzlaşmalar, biatlar, ben seni seveyim sen de beni sevler, yeteneklilerin, özel bir sözü olanların dışlanması ve yeteneksizlerin, yalakaların, çapsızların alkışlanmasına dayanan ıslah edilmiş Türkiye şiiri içinde kendine göre bir sahici perspektifi risklerini de göze alarak koruyanlar. Enis Akın bunlardan biri. Ve ortaya çıkan yenilik de bir şeylerin aman antolojilere girecek miyimin birkaç ışık yılı ötesinde kaygılarla ele alınması. Bu, ne tuhaftır ki, yeni!

Aslında bağlam önemini de bana yeniden hatırlatıyor Akın: Edebiyat Dostları günlerine geri dönüp orada seri yayımlanan Enis Akın üretimlerine baktığınızda tam bir enerji seziyorsunuz, derginin de enerjisini yükleniyor, herşey çok daha etkili, dönüştürmeye aday, tehdit edici ve yenileyici tınlıyor. Sadece yazılar değil şiirler de!

Bugün daha farklı bir atmosfer içinde olduğumuz kesin. Enis Akın’In “kekeme şiir” yazılarını topladığı Kekeme Türk Şiiri (Ebabil yayınları, Ankara 2009) kitabının ilgi görüş biçimine baktığımızda da bunu hissediyoruz. İlgi, yanına tık atma şeklinde var, içeriğin tartışılması şeklinde yok, çünkü sanırım bugün o enerji çok zayıf ve debiyatın da pek dostu kalmadı...

Kekeme Türk Şiiri kitabına bakınca, bir yorum geliştirmedeki cesaret, tutarlı kavramsal akış, gerekli emeğin hep gösterilmesi, benim ‘düşüncenin gittiği yere kadar gitme’ dediğim şeyin sıklıkla yapılması, aman bunu yazarsan ne olur bunu düşünürsem ne olur gibi kaygılara hiç itibar etmemesi ve hiç daha önce insan ayağı basılmamış topraklarda dolaşılması kitabı önemli kılıyor.

Enis Akın bu kitapla Türk Şiiri tarihi anlatısına bir iki müdahale öneriyor. Öte yandan antolojideki mevcut konvansiyonların çok da yanlış olduğunu düşünmüyor diyebiliriz. Bir iki değişikliği elzem görmekle birlikte konvansiyonların çoğunu onaylıyor. Onaylıyor dediklerim şunlar: sözgelimi anlatının toplu hareketlerle nitelenmesini esas alan konsensustan hoşnut. Garip, İkinci Yeni, 40 kuşağı, 80’ler şeklinde gruplaşmalarla kavramaya o da büyük ölçüde yatırım yapıyor (ben bunu kırmayı ve anlarla da düşünebilmeyi başarmamızı çok gerekli görüyorum). Sonra mesela Garip’i ilk yeni olarak tanıyor ve Nazım’ın modern Türk şiirini esas başlattığı anları görmezden geliyor. Enis Akın hep psikolojiyi devreye sokuyor bu kitapta, o yüzden hatırlatayım: ben de en çok bu unutkanlığın nasıl bir psikoloji olduğunu merak ediyorum Türk Şiirinde. Avangard Nazım’ın, aynı anda ve aynı gövdede hem devrimci içeriği hem de devrimci formu Türk şiirine getiren Nazım’ın emeklerinin devletçe iptalinin Türk şiir kamuoyu tarafından içselleştirilişi nasıl bir psikolojidir? O yıllarda Orhan Veli’lerin bildikleri birşeyi bilmiyormuş gibi yapmalarından bugünlere uzanıyor bu soru. Kekeme Türk Şiiri’nin hemen başından şu pasaja takılıyorum örneğin: “1940’larda Garip Şiiri ortaya çıktı. Genç Cumhuriyet’e ve onunla birlikte gelen çağdaşlaşmacılığa inanmış şiir yazarları kendilerinden önce yazılan şiiri sahneden alaşağı ettiler.” (s.14) Genç Cumhuriyet kendisi bizzat (devlet ve hükümet ve fikriyat olarak) yazılan ve rahatsız eden, alaşağı edici şiiri sahneden atmıştı. Sahne boşaltılmışken geldi Garip. Hatta belki de sahne şoktayken demeli. Eskiler putlar yıkılarak alaşağı edilmiş ama alaşağı edenler otorite tarafından iptal edilmişti. Ne eskilerin alaşağı edildiğini kabul etmek mümkün ne de edilmediğini. Nasıl yoluna devam edebilirdi Türk şiiri? Elbette bir kez daha ama bu kez suya sabuna dokunmadan alaşağı ediyormuş gibi yaparak. Eğer Orhan Veli’ler Türk şiirinin modern ‘yeni’leri olarak henüz süpürülmüş, kan izleri henüz silinmiş sahneye yerleşmeselerdi her kim Türkçe modern şiir yazsa bu işin başlatıcısını anmak durumunda kalacaktı. Nazım’ı anmadan kimse devam edemeyecekti. Hayali bir başlangıç noktası gerekliydi. Yenilikçiliğin hayali başlangıç noktası. Garip bu işlevi görmüş olmasın?

Bir de şunu da akılda tutmalı Nazım sadece şiiri değil bütün sanatları saracak, sarmakta olan bir ‘yeni’ tahayyül ediyordu. Ve de bu ‘yeni’yi kuramsal, ellerde olan ama bizde olmayan birşey olarak kodlamak istemiyor, sürekli buradan örnekler bulmaya, icat etmeye, teşvik etmeye çalışıyordu. Tiyatrodan resme hatta mimarlığa kadar. Ve bir dipnot da şu olabilir: Putları Yıkıyoruz’daki tavırlar hiç Türk şiirindeki asıl yerlerine geri gelememiş olsalar gerektir. Sanki uçup buharlaşmış, adı kalmış yadigar. Düşünsenize yıllar sonra Turgut Uyar, ama epey yıllar sonra, 1983’de, Bir Şiirden adlı kitabında, hala Mehmet Emin putunu yıkmaya çalışıyordu! Neden bunu gereksiz görmedi, kim takıyordu Mehmet Emin’i o günlerde bilemiyorum. Ama Bir Şiirden’in Mehmet Emin’e ayrılmış bölümünde Nazım’ın onu Putları Yıkıyoruz günlerinde çoktan yıktığından bahsedilmemesi ne tuhaftır. Üstelik Nazım adı yazıda bir iki kez de geçiyor. Halbuki böylesi bir metinde Uyar’ın “Mehmet Emin’i Nazım 50 yıl önce yıkmıştı 50 yıl sonra biz bir kez daha yıkmak ihtiyacı hissediyoruz çünkü;” diye söze başlaması gerekmez miydi?

Enis Akın’ın kitabına dönecek olursak; Akın, ‘kekeme şiir’ kavramlaştırmasını kabul edilmiş başarı hattının karşısına dikiyor. Her ne kadar Can Yücel’in isyankarlığını çeşitli açılardan mahkum etse de, Akın’ın ‘bir erdem olarak kekeme şiir’i ile Can Yücel’in ‘bir erdem olarak rezil olmak’ı birbirine çok yakın aslında; merkezi egemen anlayışa göre kekeleyen rezil olur, başaramayan, tereddüt eden, tökezleyen rezil olur. Can Yücel de bunlara sarılıyordu ama sonuca sarılıyordu: tökezlemeye değil sonunda rezil oldun denmesine kişiye. Bir de, elbet, gür bir sesle sarılıyordu. Can Yücel’in sarılması hep gür ve göğüs-sıkıştırandır. Enis, gür sesli şairler hattıyla arasına teorik bir mesafe koyuyor kitapta ama bakacak olursak Enis’in şiiri de düzyazısı da kendinden emin, kudretli bir sesi yansıtmıyor mu? Puşt Ahali’nin şairinden sözediyoruz sonuçta.

Kekeme Türkiye şiiriyle çığırtkan Türk şiirinin karşılaşmalarına bakmaya devam edeceğiz...