Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 07, 2010

VE KARDEŞÇESİNE TUTSAK!

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

VE KARDEŞÇESİNE TUTSAK!

BirGün gazetesi, 7 Mart 2010, Dalalet 10/118

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Geçenlerde bir arkadaşım anlatıyordu. Çalıştığı işyerine gelen kargo görevlisine TEKEL direnişini sorduğunda “onlar gibi 3 milyar kazanmıyoruz biz” diye başlayan ve hiç dayanışma içermeyen bir cevapla karşılaşmış. Ben de gittiğim yerlerde, sağda solda, farklı mesleklerden, farklı katmanlardan insanlara sorarak TEKEL direnişi hakkında ne düşünüldüğünü öğrenmeye çalıştığımda, gerçekten çok az yakınlık duygusu sezmiştim. Doktorların sorunları hakkında ne düşünüldüğünü soruşturmayı ise çabuk bıraktım çünkü doktor yakını olanlar hariç herkes bir olumsuzluk yansıtıyordu. Herkesin herkese düşman kılındığı, duygusal olarak halkın halka kırdırıldığı, şirketleşmiş devlet mantığı içinde her bir iş kolunun diğer iş kolunun kar marjından çalma potansiyeline sahip görüldüğü, her bir direnişin bizim varsayılan hisse senetlerimizin değerini düşürüyormuş gibi algılandığı bir Türkiye yaratma stratejisinin genelde çok da başarısız olmadığını gösteriyordu bu durum. Zaten eleştiriler de bu stratejinin çirkinliği, sermayeye batmışlığı, ahlaksızlığı üzerinde duruyor daha çok: yoksa ‘bu yöntem işe yaramaz’ diyen bir eleştiriye henüz rastlamadım. Çünkü yarıyor. Peki yaramasının sebebi ne ve bu döngü nasıl kırılır?

Birincisi bireylerin tek tek kendi durumlarıyla direnişteki insanların durumlarını karşılaştırmalarını teşvik etmek bu stratejinin temel direği ve solun çok dikkatli olması gereken bir nokta. Toplumdaki genel hoşnutsuzluk, güvencesizlik, istikrarsızlık ve tatminsizlik gibi etmenler sonucunda herkes kendi mevcut konumunun olması gerekene göre aşağıda olduğuna, çekmesi gerekenden fazla acı çektiğine, yaşaması gerekenden azını yaşadığına inanıyor ve başka birinin hayatını acıları ve sıkıntılarıyla önüne çıkardığınızda empati ilk eğilimi olmuyor. İlk eğilim aksine yabancılaşma, ‘acılı olarak sunulan’ hayatın öğelerini şanslılıklar veya avantalar diye tekrar sınıflandırmak oluyor. Geçmişte sorun tersiydi: sistem eleştirisi öyle soyut ve insani boyuttan yoksundu ki hayatı ıska geçiyor, hayat üzerinde bir otorite talebi üzerinden kendini inşa ediyordu. Bu otoriteryanlığı kırmaya çalışıyorduk. Bugünse başka bir sorun var: bu kez de hayata yönelik vurgu kontrolsüz bir melodram tadında, gündelik hayatın politizasyonu gibi tartışmaların hayli gerisinde bir magazinelleştirme sözkonusu. Böyle olunca da kameranın acı çeken bireylere odaklanıp bizlerden yardım kampanyasına katılmamızı talep ettiği bir çerçeveye hapsoluyoruz. Can Yücel’in dediği gibi, “ve kardeşçesine tutsak”ız. Hayatı boyunca sağlık sistemi tarafından ötekileştirilmiş, ezilmiş, dışlanmış, kendini sahipsiz, terkedilmiş, ölümle başbaşa hissetmesi sağlanmış insanlardan, bütün bu yıpratıcı deneyimler sırasında otoritenin yüzü saydıklarına, diyelim doktorlara veya eczacılara üzülmelerini beklemek hem gerçekçi değil hem de politik değil. Precarious denilen güvencesiz çalışanların herhangi bir sözleşme yapmış, herhangi bir tazminat alması sözkonusu biri için üzülmesini beklemek yersiz. Ancak solcu kimliği taşıyan insanlar kendi fiili durumları üzerinden değil de ideolojik konumları üzerinden düşündüklerinden empati kurabiliyorlar. Öyleyse buraya yüklenmek gerek: fiili durumlar ve kişisel yaşantılar değil, soyutlamalar dikkate alınmalı; atılan taş değil suda doğurduğu halkalar öne çıkmalı. (Tabii bunun, kişisel olanın politik boyutunun veya mikro siyasetlerin ikincilleştirildiği bir neo-ortodokslaşma lehine dönmesine izin vermeden.)

Total sol perspektif açısından mesele daha kümesel konabilir. TEKEL direnişi gibi istisnai anlar basit bir denklem sunuyorlar: bu ülkede işçiler ve patronları var ve de fabrikalar var. Peki bu fabrikaların ne olacağına, işçilerin ne olacağına kim karar verecek? Birtakım politikacılar mı karar verecek? Yoksa başlar ayak, ayaklar baş mı olacak? Sürrealist bir resim mi saracak sahneyi? Medya patronları hoşlarına gitmeyen yazarları kovacak mı, hizaya mı getirecek? Yoksa işçilerin kendileri, kalemlerin kendileri mi karar verecek? Tekel direnişi gibi eylemler öznelik konumu ve siyasetin doğasının toplumdaki algısı üzerinde hayli politize edici bir rol oynuyorlar. Verdikleri ana mesaj şu: başımıza ne geleceğine karar vermek için oy atmayız. Başımıza ne geleceğini bu etkilemez. Başımıza ne geleceğine karar vermek için politik hayvanlar oluruz, kendimiz inisiyatif alırız, risk alırız, sahne alırız, özneleşiriz! Ve bu özneleşme işinin kendisi doğrudan tarihsel sol deneyimin sahası ve araçları demektir. Açlık grevi yaparız, genel grev yaparız, slogan atarız, dayanışırız, paylaşırız, şarkı söyleriz, buluşuruz, alternatif, farklılaşan, direniş bazlı kimlikler inşa ederiz –ve o kimlikleri de sorgulayacak anarşizan perspektifler geliştiririz. Kısacası öznenin dışarıda bir yerde olmadığını haykırırız. İşçilerin dönüşümünden bahsediliyorsa önemli olan ‘bilinçlenmeleri’ ve AKP’nin aslında ne fena olduğunu kavramaları veya aslında işçi sınıfı olduklarını kavramaları değil. Önemli olan aslında kendilerinin politik sahada özneleşebileceklerini kavramaları. Özneleşmenin domino etkisi sonucunda grevdeki gazetecilerin basındaki grevi eylemle geri canlandırmaları da buna bir örnek değil mi? Alınan mesaj “hepimiz olayların akışında özneleşebiliriz, ve bu solun sahasına daha fazla girmekten, daha radikal girmekten geçen bir yoldur!” mesajı olmadı mı?

Herkes kendisini dezavantajlı konumda, herkes hakkı yenmiş görüyor. Dikkatini hakkını yiyenlere karşı sesini yükseltmek yerine hakkının yenmesine diğer itiraz edenlere ve üstelik de onun sahip olmadığı haklara sahip olanlara çevirirseniz yol tıkanır. Doktorların işçilerle dayanışması ve işçilerin doktorlarla dayanışması birbirleri için üzülmeleri, birbirleri için endişelenmeleri şeklinde ilerlemeyecek. İlerlemesinin tek koşulu her ikisinin de şunu bilmesi: “hakkımı almıyorum doğru, olması gerekenden kötü durumdayım doğru, ve bu durumu değiştirmek için kendim özneleşmeliyim, oy atmakla bu iş olmaz, ve de bana benzer bir his içinde olup da özneleşenlerin deneyimlerine bakmalıyım, eğer aynı düşmanla savaşıyorsak paslaşmalıyım, karar alımının dışında kalmamamın tek yolu bu.”

MUHAFAZAKARLAŞMA VE AŞK-I MEMNU

Günümüz Türkiyesi’nde muhafazakarlaşma arttıkça Aşk-ı Memnu’ya ilgi de artıyor. Dizinin Arap dünyasında çok sevilmesi de isabetli ve uyumlu. Tam da muhafazakarlığın tepe yaptığı dönemin hiti. Dizinin ana eksenindeki yasak aşk, tam da muhafazakarlaşmanın gerektirdiği gibi maceranın dışarıda değil aile içinde arandığı bir kurguyu gündeme taşıyor. Daha fazla aile, daha az dış dünya demek; daha fazla kapalılık, daha fazla herşeyin aile içinde dönmesi ve daha fazla aile içi cinsel kesişmeler demek. Sözgelimi BBC’nin Mistresses dizisindeki gibi geceleri gizlice evden kaçıp lüks bir bardan genç erkek kaldırma fantezisi yaşayan bir evli kadının dramı muhafazakarlaşan bir toplumun hiti olamazdı... Aldatmanın kişi fazla sosyalleşmeden, evden çok uzağa gitmeden gerçekleşmesi gerekiyor. Aldatmaya gitmekten doğan dramlar değil de aldatmanın ev içinde yerden bitmesinden doğan dramların baştacı olacağı bir dönem. Özgür cinsellik yaşayan insanların dramları günün Türkiyesi’nde meşru değil, yakınlık duygusu uyandırmaktan da uzak. Dram dediğinin aile içinde başlayıp aile içinde biteni makbul.

TÜRKİYE İNTİFADASINDAN LAFANZİN’E

Çocuklar kendileri konuştukları zaman kimsenin hoşuna gitmiyor genelde. Kadıköy’de dergileri karıştırabilmek için bir kitapçının ikinci katına çıktığımda bulabildiğim Lafanzin’i görünce düşündüm bunu. Lafanzin, Lise Anarşist Faaliyet’in fanzini. Liseli anarşistlerin konuştuğu bir yayın. Türkiye intifadası kurbanı çocukların cezaevlerinden hazırlayacakları fanzinlerine, yazılarına, seslerine ulaşabilmek istedim Lafanzin’i okurken. Onlar hakkında daha çok konuşmalıyız ama onlar da konuşabilmeliler. Alın işte liseli anarşistler konuşmuş. Liseliler konuşacak. Konuşmalı.