Bu Blogda Ara

Salı, Ocak 19, 2010

KALBİM BİR PUSULA

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

KALBİM BİR PUSULA

BirGün gazetesi, 17 Ocak 2010, Dalalet 3/111

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Kürt Açılımı ifadesindeki işaret parmağını biraz da tersine çevirelim ve Türk Açılımı yaparak Türk pozisyonunun kalıplarını açalım yaklaşımı kuşkusuz değerli bir başlangıç noktası olabilir. Merkeze bakalım, söylem üretene bakalım, kendini norm diye dayatana bakalım, ve bakmakla kalmayalım onun normluğunu yerinden oynatalım, merkezinden kaçalım ve söylemini sökelim. Sözgelimi Meyda Yeğenoğlu’nun son dönem yazılarında bunun izlerini görüyoruz.

Ancak şunu da unutmayalım, Kürt Açılımı merkezin Kürtlere doğru açılmasından çok Kürtlerin başarıyla sistemi kendileri adına açmalarının bir sonucuydu. Sistem sadece dansa ayak uydurmaya (ve ayak kaydırmaya) çalışıyor. Burada şu problemle karşılaşıyoruz: Türkiye aydını çeşitli seviyelerde hep Kürtlere aslında ne yapmaları gerektiğini söylemek istiyor. (Mesela “aslında ne yapmanız gerektiğini dinlemeye geldim” demiyor hiç.) Burada en kötü halinde bir yukarıdan bakma, hiçe sayma, en iyi halinde de teorinin gereğini yapıyoruz sadece tutumu devreye giriyor. Yeğenoğlu’yu andım çünkü o en iyi hali temsil ediyor ve yazılarına tekrar gitmek tartışmak amacıyla da olsa kesinlikle faydalı ve gidilmeli. Bu konuda “Eğer özselci bir anlayışa mahkum olup Kürtlere ilişkin siyasetin ajanlarının sadece Kürtler olması gerektiği gibi bir varsayımımız yoksa...” diyordu laf arasında Yeğenoğlu. Hani tartışmasız bir noktanın üzerinden geçer gibi. Halbuki şu soru yerinde duruyor:

Kürtlere ilişkin siyasetin ajanlarının sadece Kürtler olması gerektiğini düşünmek özselcilik midir yoksa temsiliyet karşıtlığı mıdır? Kürtlere ilişkin siyasetin ajanları nasıl olur da hem Kürtlerden başkaları olur hem de o kişiler, o ajanlar, Kürtleri temsil etmediklerini iddia ederler? Öyleyse eğer Kürtlere ilişkin siyaset Kürtler temsil edilemeden gerçekleşmiş olur. (Bu başlı başına bir rezalet değil mi?) Ama yok öyle değilse, yani Kürtlere ilişkin siyasetin ajanları Kürtleri temsil ettikleri iddiasındalarsa, bu kez de düpedüz Kürtler başkaları tarafından temsil edilmiş olurlar ki bu da kendi kendilerini temsil edemedikleri anlamına gelir. Herkesin kendisine dair siyasetin ajanı olması ilkesi herkesin özsel değerlerine referansla kurulmamıştır ki; temsiliyet ilişkilerini rafa kaldırmak için kurulmuştur.

“Hükümran liberaller”in boğucu rollerine dair eleştiriye zarar vermek istemiyorum elbet, değerli bir eleştiri o, aslında sadece, daha genişletilmesi gerektiğini söylüyorum. Yukarıdaki temsiliyet tartışması soyut gibi görünmüş olabilir, ama çok yakıcı meselelerin etrafında şekilleniyor gerçekte. En basiti silahlı hareket meselesi. Bir Türk aydını hangi konumun verdiği yetkiye dayanarak “Kürtler iyi hoş ama silahı bırakırlarsa” diyebiliyor? Bunu kim olarak söylüyor? Silahın tüm dünyadan kaldırılması arzusunun dile gelişi olarak söylüyorsa neden silahın merkezine odaklanmıyor? Mesela neden “sistem silahı bıraksın” demiyoruz? Sistem artık silahlı hareketleri bıraksın! Sistem silahlı hareketleri bırakmadan konuşmasın! Derdimiz bu olmalı değil mi? Sistem silahı bırakacak ama sistem karşıtları bırakırsa diye bir mantık olabilir mi? Bakın bugünlerde anti-militaristler bu işin ceremesini çekiyorlar. Volkan Sevinç olayını dikkatle takip ediyoruz ve bu tip olayların artmaması için olabildiğince aktif destek gerekiyor.

Eğer mevcut Kürt siyasi temsillerini tanımıyorsanız o zaman neyi tanıdığınızı söylemeniz gerekir. Yapılması gereken bana basit geliyor, Kürt öznelliği bir barış mı tarif etti, bir direniş tipi mi tarif etti, evet bu direniş tipi ve bu barış tipi orada tarif edilmiştir, bu bir referans noktasıdır, biz de kendi pozisyonumuzu konuşturalım demek yeterli. Bunun yerine barış tektir ve o tek bizim tarif ettiğimiz, sınırlarını bizim çizdiğimiz barıştır demenin bir öteleme niteliği yok mu?

Çapraz gidelim. Anti-militarizme dair siyasetin ajanlığına soyunan pek kimse yok. Kendimden örnek vereyim. Bana göre anti-militarizm savaş karşıtlığı ile arasına ciddi mesafe koyması gereken bir hareket olmalıdır. Ama şimdi, diyelim bu köşede, anti-militaristlerin ellerine silah almaları ve milis örgütlenmeleri desteklemeleri gerekir yoksa anti-militarizm çizgisini bulanıklaştırmış ve “haklarımız solu”na kurban etmiş olurlar desem kulağa pek yadırgatıcı gelecektir. Peki neden aynı yadırgatıcılık, yine bu köşede, sözgelimi “Kürtler silahı bırakırlarsa demokratik olurlar” dediğimde hissedilmeyecek?

Şunu söylemeye çalışıyorum: Adı konmayan bir refleks var, adı konmayan, niyet kötü olmasa dahi sorgulanmayan bir yetki. Madem Türk Açılımı gibi kontra hamlelere sayfa açtık, Kürtlerin ne yapması gerektiğini Türk aydını bilir diyen yetkinin rütbesini de sökelim.

Sistem neredeyse bütün enerjisini Kürt öznelliğinin temsilini ele geçirmeye adamış durumlarda bugünlerde. Kürtler varlar. Ama onları kim temsil edecek? Kavga burada dönüyor. Sistem, ben temsil ederim diyor. Gerçi hepimizi temsil etmek istiyor. Sistem-karşıtlığı güçlü bir temsiliyet-karşıtlığı olmak durumundadır bugün. Yeni bir sol doğacaksa buradan da doğmalı. Klişelerin güvenli limanlar sayılmasına bir son vermeli. Mesela, şu kardeş halklar ifadesi tam olarak neyin metaforu?

Türk-Kürt diğerleri, bunlar kardeş halklardır, metaforu, çok isabetsiz bir şekilde beraber yaşamayı imlemek için kullanılıyor. Kardeşler birlikte yaşamaz ki! Hani şöyle birkaç adım geri çekilip bir ortalama alınacak olursa, aynı eve doğarlar eyvallah, ve çocuklukları boyunca birlikte yaşarlar doğru, ama sonra yetişkinlikte farklı çatılar altında yaşamaya başlarlar ve uzaktan dayanışırlar. Kardeşçe birlikte ancak çocuk halklar yaşar. Siz kardeşsiniz, kardeş kardeş geçinin diyen ses bir ebeveyn sesidir. Kardeş halklar metaforu ancak; herkes kendi çatısının altında yaşasın, kendi bayrağına sarınıp uyusun, görüşünü savunanların mottosu olabilir. Ya da, eğer kardeşler hala çocuksa; yukardan bir devlet herkesi korumaya, kollamaya devam ediyorsa, hadi bakalım yatma saati geldi, herkes odasına diye seslenmenin mottosu olabilir ancak. Devleti sıcak bir yuva olarak görüyorsanız eh o zaman belki.

Bir anekdot araya girsin: Bir sohbette bir tanış yurtdışı maceralarını anlatıyordu, karayoluyla Türkiye’ye geri dönüş yapmak üzereyken Türkiye sınırını görünce birden duygulandığını söyledi, hayrola dedim niye duygulanıyorsun Türkiye’yi görünce, meğerse sınır kapısını görünce içinden şöyle demiş: “İşte beni kabul etmek zorunda olan bir devlet!”...

Birlikte yaşamayı dışarıdaki kötülüklerden kaçıp sığınılacak bir seçenek olarak kodlarsanız gelinecek öneri noktası bu komik anekdottan çok da farklı olmayacaktır. Daha erişkin tasavvurlara başvurmanın zamanı gelmedi mi? Birlikte yaşamayı önerecek kişi birlikte yaşamayı yetişkinlerin vermeyi tercih edeceği bir karar olarak sunsa mesela... Sürekli domestik metaforlara başvurma eğilimimizi katlayıp bir kenara koysak mı acaba?

*

Bu hafta, siyasette Hrant Dink çizgisini diri tutmanın haftası. Hrant Dink hattının bir anma olarak kalmayıp güne müdahale değeri de taşıyan bir dinamizm doğurmasını umuyorum...