Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 27, 2011

TÜRKENHEİT 451

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


TÜRKENHEİT 451



BirGün gazetesi, 27 Mart 2011, Dalalet 65/173



Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Türkenheit 451'in Fahrenheit 451'den farkı şu: Fahrenheit 451'de insanlar kitapların bölümlerini ezberleyerek kitapları imha edilmekten koruyor, Türkenheit 451'de ise herkes bunun esprisini yapıyor!


Fahrenheit 451'de bölümleri ezberlenecek kitaplar daha önce yayınlanmış olduğu için kimin nereyi ezberleyeceği belli, Türkenheit 451'de kitap hiç yayınlanmadan ezberlenmeye başlandığı için bölümler konusunda farklı yorumlar mevcut! 12 Aralık 2010 nüshasını ezberleyenler de var, 8 Şubat 2011 nüshasını ezberleyenler de... Bazı bölgelerde yazarın kitap kenarına aldığı notları da ezberleme geleneği görülürken, bazılarında bu notlar ezberlenmiyor!


Nedim Şener tutuklanmadan önceki yazısında “'herkes şimdi seni de alırlar birader, bavulunu hazırla, fanilanı yerleştir artık,' diye makara yapıyor, arkadaşlar, ben ciddi ciddi alınıyorum, bunun neresi komik” minvalinde serzenişte bulunuyordu ya, bu şikayetinin sebebi kendisini Fahrenheit 451'de sanmasıydı. Okuduğu kitapları, seyrettiği filmleri fazla ciddiye almış: halbuki neşeli distopyamız Türkenheit 451'de bütün sistem makara makara yürüyor.


Ancak kolluk kuvvetlerinden şikayetçi olan basın mensupları da var. Tuğrul Eryılmaz kitap dosyalarını silmeye gelen polislerin çok ciddi olduklarından yakınıyordu. Eğer durum buysa, orantısız ciddiyet kullanılmış demektir!


“Tam Aziz Nesinlik olay” denirdi eskiden böyle durumlarda. Olayın absürdlük derecesine bakıp, “seninle ben başedemem, seni Aziz Nesin paklar” dediğimizde karşı taraf ne dediğimizi anlardı. Gene söylesek gene anlaşılır mı?

Bana çarpıcı gelen detaylardan biri de Ertuğrul Mavioğlu'nun “Kitabın bende bir kopyasının olduğunu hiç bir zaman saklamadım,” demesiydi. Gelinen baskı seviyesini özetlemiyor mu bu savunma?


İthaki Yayınları'ndan Ahmet Öz kitabı masaüstüne bile kaydetmediklerini, email kutusunda durduğunu söylüyordu. Aslında durum tam olarak böyle idiyse mail kutusunu açmayı reddebilir miydi acaba, tamamen ve haklı olarak paralize olmuş hukukçularımıza soruyorum, mailkutusunu açmaya zorlanması beynini açmaya zorlanması gibi bir şey değil mi? Sonuçta bir veri dosyası fiilen buradaki bir bilgisayarda değilse eğer, kimbilir neredeki bir 'server'da demektir. “Gidin o 'server'dan indirin” diyebilir mi kişi acaba, olayın çetrefilliğine iyice kendini kaptırıp... Evde arama yapmak bilgisayarları, harddiskleri aramayı da kapsıyor ama email kutusunda arama yapmayı da kapsıyor mu? Emailde arama izni de çıkartılmış mı acaba? Ve hani 'elinde kitap dosyasını bulundurup da vermeyenler bundan sonra Ergenekon ola' deniyor ya, kitabı email kutusunda tutup da fiili hiçbir bilgisayara indirmeyen biri de Ergenekon olmuş mudur?


Inbox'ımda Ahmet Şık'ın emaili olduğunu hiç saklamadım, denecek mi yakında?


Ya da mesela kitabı Google Docs'tan okumuş birini nereye koymak gerekir? Google'ın, Hotmail'in ve kimbilir daha ne çok yerin internette depolama alanları var. Sözgelimi kitabı alıp oraya yüklemiş biri, bir arama sırasında tespit edilse Ergenekon sayılır mı sayılmaz mı?


Daha karmaşık bir soru: Ahmet Şık ya bu kitabı hiçbir zaman bilgisayarına kaydetmeseydi? Teknik olarak bilebildiğim kadarıyla mümkün. Bütün işlemleri Google Docs'ta yapıp sonra da emailine bağlı depolama alanına kaydederek çalışsaydı. Ve evine girip arama yaptıklarında kitabını bulamayınca, Türkenheit bu ya, “emailini aç Google Docs depolama alanını arıycaz” deselerdi, “internet arama kararınız var mı” diye mi sorması gerekirdi?


Hatta, daha da karmaşıklaştıracak şekilde, Google Docs'taki bu dökümanı başka Gmail kullanıcısı tanıdıklarının, arkadaşlarının, okurlarının, kimi isterse onun kullanımına da açabilirdi. Böyle bir fonksiyon var sonuçta, Google Docs'taki bir dökümanı paylaştığınız anda paylaşıma açtığınız herkes o dosyaya erişebilir oluyor. Ahmet Şık da böyle yapıp bu yayınlanmamış kitabı Google Docs'ta üretmiş veya sonradan oraya upload etmiş olsaydı ve ardından da bu upload ettiği dosyayı diyelim Ertuğrul Mavioğlu ile paylaşmış olsaydı, Ertuğrul Mavioğlu tam olarak neyi teslim edecekti?

DÜŞÜNCE SUÇLARI NASIL ÖNLENİR?


Korkarım organize bir düşünce suçu ile karşı karşıyayız. Görebildiğim kadarıyla Ahmet Şık böyle bir kitabı bilfiil düşündüğü için, İthaki Yayınları yayınlamayı düşündüğü için, Ertuğrul Mavioğlu da okumayı düşünme şüphesiyle yetkililerin dikkatini çekmiş durumdalar. Dahası bu öğelerin birbirlerini ve aralarındaki rabıtayı da düşündükleri gün gibi ortada! Tabii işin başı Ahmet Şık. Düşünülemeyecek olanı düşünmüş. Aslında ideal olan, Ahmet Şık'ın böyle bir kitabı düşündüğü, böyle bir kitap fikrini hayal ettiği ana dönüp o anda bu fikri 'delete' etmek! Bak bakalım bir daha düşünebiliyorlar mı!


Bence bu yayınlanmamış kitabı yakalayıp imha etme işlemine bir isim de vermeli. Önleyici Vuruş (Pre-emptive Strike) gibisinden bir isim. Mesela 'Önleyici Silme' (Pre-emptive Delete) olabilir...


Bir silgi silerken silinir de” diyordu şair Ece Ayhan, orası ayrı...


İKİ GERÇEKLİK KATMANI


Bir gerçeklik katmanında Yonca Şık ile Ahmet Şık bir akşam evde otururken haberleri takip ediyor ve 'bizi de tutuklarlarmış' diye takılıyorlar, gülüyorlar sonra 'ne alaka' diye; Nedim Şener'e dostları 'birader sıra sende uzun donun hazır mı' diye makara yapıyorlar; 'alem Fahrenheit olmuş yakında kitapların bölümlerini ezberleriz' diye şakalaşma tavrı yaygınlaşıyor. Bir diğer gerçeklik katmanındaysa Nedim Şener'in gerçekten fanilaya ihtiyacı olacak süreç başlıyor; polisler ciddi ciddi gazetelere girip bilgisayarlardaki Word dosyalarını siliyorlar; bilgisayarında bu dosyayı bulundurup da teslim etmeyeni tehdit eden kağıtlar bırakıyorlar; yayınevleri didik didik ediliyor. Böyle işi makaraya vurmamızda otoriter rejimlerdeki gündelik hayat fıkralarının yaygınlığını hatırlatan bir yan var. Zaten bugünlerde Stasi'yi bol bol yadediyoruz memlekette. Bir yandan da bütün bu acayipliklerin konuşulduğu televizyon programları, dile getirildiği yazılar var yayın programında. Tripoli'de hayat normal akışını sürdürüyor, bakkallar, berberler açık diye haberler okuyoruz ya bugünlerde, ona da benziyor sanki. Şöyle mi diyordur Tripoli'de şimdi berbere giren adam: “çek bir Amerikan traşı!”


Tripoli'de Amerikan traşının moda olması gibi bir şey Türkenheit'da demokrasi...