Bu Blogda Ara

Cumartesi, Temmuz 31, 2010

MAHALLE GÜNLÜĞÜ

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

MAHALLE GÜNLÜĞÜ

BirGün gazetesi, 1 Ağustos 2010, Dalalet 31/139

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Bundan yaklaşık 10 yıl önce, Varlık ve Öküz dergilerinde yazdığımız yazılarda, hazırladığımız dosyalarda “mahalle” kavramının altını sıkça ve hep olumlu bir biçimde çiziyorduk. Mahalle, kültürün aşağıdan bir şebeke halinde örgütlenmesine uzanan bir yataylık ve canlılık metaforuydu, merkezi şehir sistemlerinin, piramidal planların ızgara biçimlerinin, yukarıdan düzenleyen rasyonelliklerin toplumu neo-liberalizme uygun formatlamasına karşı belki bir direniş, belki bir kaçış çizgisi, belki de bir geçici otonom bölge arayışı için kullandığımız tatlı bir mecazdı. Zaten o günlerde yaşadığımız Fındıkzade, böyle bir imgelem için gayet uygun bir çevre sunuyordu. Zamanın ‘bizdeki’ ruhuna uygun olarak, Enver Ercan’ın Komşu Yayınevi de ismini aynı yaklaşıma referansla almıştı. Sonra yıllar geçti, aynı kavramlara değer vermeyi sürdürdüysem de ‘mahalle’ metaforuna pek başvurmaz oldum. Derken mahalle, neo-Özalizmin takunyalı soluğunu ensede hissetmeye aracılık eden bir imge olarak yaygın dile girdi: artık mahalle denince toplumu aşağıdan kurma değil ‘mahalle baskısı’ anlaşılıyordu. Kavramın bu negatif yüküyle boğuşma arzusu da pek duyamadım, muhtemelen hayatımdan da çıkmış olduğu için: göçmen bir kiracı olarak İçerenköy’de o duyguyu hiç hissetmemiştim, daha sonra İngiltere’de Loughborough’da da hayatımda olmadı ‘mahalle’, İstanbul’a geri dönüp yaşadığım Bahçeşehir-Boğazköy’de de.

Şimdi Ümraniye’de, dar bir sokaktayım. Az kalsın Çekmeköy’de bir sitede oturup sitenin güvenli, steril hayatına kendimizi bırakacakken direkten döndük ve kendi halinde bir Ümraniye mahallesinde açtık yeni sayfayı. Bu yazıda mahalle kavramına olumlu veya olumsuz bir yükleme yapmaya niyetim yok, daha çok işaretler üzerinden bir kısa ‘imge ziyareti’ne davet ediyorum okuru. Şu anda da balkondayım, Juan Munoz’un balkonlarına benzeyen daracık bir balkon. İç içe üç dört katlı binalar, pencereler, balkonlar ve sokaktan geçenler sanki geçişli, eklemli, birbirine çengellenmiş mekanlar kurmuşlar. Sokağa girdiğinizde balkondaymış, evdeymiş gibi, balkona çıktığınızda sokaktaymış, veya komşuda ziyaretteymiş gibi hissetmeniz mümkün. Neredeyse hiç arabanın geçmediği bir sokak, benim Fatih’teki çocukluğumda kaldığını zannettiğim bir şey yaşanıyor: o denli ender otomobil geçiyor ki futbol oynayan çocuklardan biri araba geliyor deyip topun üstüne basarak arabanın geçmesini bekliyor ve sonra kaldıkları yerden maça devam edebiliyorlar! Günün trafiğinde bu sahne tarih oldu sanıyordum. Gördüğüm kadarıyla gerçekten tarih olmuş bir şey var: plastik top! Artık herkesin meşin topu var. İlginç olan, meşin topla daha az cam kırmaları. Biz plastik topla ikide bir cam çerçeve indirip başımızı belaya sokardık. Onun dışında ortak noktalar çok, mesela cama çıkıp, hiçbir sebep göstermeden, burada oynamayın başka yerde oynayın diye bağırabilen bir kadın, ve uslu uslu kaleleri birkaç metre yukarıya taşıyan çocuklar... Ama Fatih’te de görmediğim bir öğe eşlik etmekte: kaldırıma gazete serip oturan seyirciler (yani anneler). Sohbet ederek, bazen birlikte susarak çocuklarını seyrediyor, akşam ezanıyla toplayıp evlere giriyorlar. Ezan demişken ezan burada ağır. Birbirine eklemlenen ezanlar karikatürlerdeki gibi kişiyi yerinden zıplatarak, bebekleri uyandırarak, bardakları zangırdatarak açık pencerelerden balkon kapılarından içeriye Attilavari bir şekilde giriyor. Ramazan kaygısını şimdilik bir yana bırakarak kanlı canlı bir hadiseden bahsedeyim: geçen gün mahalle olarak kız verdik! Evet, önce bildik korna sesleri bir düğün kafilesinin geçtiğini haber verdi, buraya kadar ilginç birşey yok, ama sonra kafile geldi bizim sokakta durdu, yolu konunun pek üzerinde durmadan tıkadılar, davul zurna çıktı, başladılar oynamaya, gelinin babası özel figürlerle dansı açtı, damat cool bir görüntü çizdi, gelin ikinci katın penceresinden el etti, bir iki figür pencereden yaptı, ve sonunda o da aşağıya indi, dansetti ve çocuklara istedikleri verildi ve kafile yola çıktı. O sırada sokağa giren bir araba da duruma şöyle bir baktı, biraz seyretti ve ardından manevra yapıp gerisin geri gitti...

Dün gece geceyarısı 2’de Amargi’nin eski sayılarından birini okurken sokakta çekirdek çıtlatan delikanlıların dedikodularını duyuyordum. Şu anda da tavla sesleri, top sektirme sesleri ve kız çocuklarının çığlıkla karışık koşuşturmaları duyuluyor. Kızlar müthiş, daha taşındığımızın ikinci günü, bir iki tamir işi için ortalıkta ustalar dolaşıyor ve her şey her yerdeyken, kapı açıldı, küçük bir kız çocuğu, “Ada evde mi?” diyerek 8 yaşındaki kızımı soruyor. Bu denli çabuk! Önceki gece mahallelilerden biri gece yarısı yüksek sesle, İbrahim, evet gerçekten de, Tatlıses dinleyerek mahalleye daldı. Bir Tatlıses dalgalanması yaşandı. Arabasını en sıkışık noktaya inatla ve kırk manevrayla park etti, pencerelerden laf edenlere laf yetiştirdi ve eve öyle girdi. Tam karşı pencerede namaz kılan bir adam var, bir de cep telefonuyla oynayan biri, diğer pencerede evde dört erkek olduğunu görüyorum ve birinin elinde oyuncak bir tabanca. Ama ben bir tabancanın oyuncak mı yoksa gerçek mi olduğunu nereden bilebilirim ki? Caminin karşısındaki fırında karşıma çıkan Mavi Marmara tonunu hatırlıyorum, İnsani Yardım Vakfı kumbarası sizi bekliyor. Cadde üstünde bol bol Tekel Bayii var ama Dia’da içki yok (bunu en son Fatih’te görmüştüm). Balkonda ‘mahalle baskısı’nı hayal ediyor ve bira yerine votka vişne içiyorum. 14 aylık oğlum Yaz için yumurtanın iyisinden vermeye çalışan bakkal bir türlü turuncu bir yumurta denk getiremiyor. Apartmanda asansör, kapıcı vs olmadığı gibi apartman ışıkları sensörlü de değil. Herkes o sensörlere öylesine alışmış ki düğmeye basmayı konuklarımız hep ‘nostaljik’ buluyorlar. Biraz önce yazıya ara verdim, çöpü aşağıya bırakıp balkona geri döndüm. Çöp arabası yanaştı, fırlattılar çöpleri kamyona, ve kamyona asılarak çalışan çöpçülerden biri, gözüne ilişen bir çocuk tşörtünü eline aldı, havaya kaldırdı, inceliyor.

Bizimkine olur mu olmaz mı?

Pazar, Temmuz 25, 2010

QUEER VE İTTİFAKLARI

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

QUEER VE İTTİFAKLARI

BirGün gazetesi, 25 Temmuz 2010, Dalalet 30/138

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Dergiciliğimizin iki gururundan bahsetmek istiyorum bu hafta. İkisi de ortamı geri yansıtmayı amaçlayan ‘yansıtan dergiler’ ekürisine değil de kendi sesine sahip olmayı önemseyen, söyleyecek birşeyi olan ‘konuşan dergiler’ ailesine mensuplar. Tüm otonomluklarıyla uzlaşmaların dışını dillendiriyorlar. Kaos GL ve Amargi’den bahsediyorum. Kaos GL’nin 112. sayısı kaçırılmaması gereken iki söyleşi içeriyor: biri yolu Türkiye’den geçen Judith Butler ile yapılan konuşma, diğeri de Kürşad Kahramanoğlu ile gerçekleştirilen görüşme. Butler’ın queer üzerine söyledikleri öyle açık ve kategorik sınırlara bağlılık dayatan eleştirilerin yanından geçip giderek meydan okumakta öyle başarılı ki. Queer teriminin öneminin her türlü insanı (heteroseksüellikle değil) homofobiyle kavgaları üzerinden bir araya getirebilmesinde yattığını belirttikten hemen sonra bu durumun kimliklileştirmeyen bir ittifakı betimlediğini işaret ediyor. Biz de yıllar önce Siyahi dergisinin 5. sayısında Queer dosyası yapıp Kaos GL ile Judith Butler’ı yan yana getirdiğimizde bir gün bu ikilinin fiilen biraraya geleceğini aklımıza getirmemiştik sanıyorum. Bu karşılaşmanın Türkiye’de gerektiği gibi dikkat çekmemesine muhtemelen şaşırmamak gereklidir ama insan gene de şaşırıyor. Butler’a, Kaos GL’de yayınlanan söyleşinin sonlarında, Ankara’da yapacağı konuşmaya dair hisleri soruluyor. Butler da cevap olarak Türkiye’ye gelmeden önce dersine çalıştığını ve Türkiye’ye has terimleri anlamayı umduğunu söylüyor. İşte tam bu merak satırlarının ardından Kürşad Kahramanoğlu söyleşisi geliyor ve Türkiye’ye has terimlerin içerden bir tartışmasını buluyoruz. Kahramanoğlu’ndaki dönüştürme arzusunun, mızmızlanma yerine müdahale etme vurgusunun, çatışarak çarpışarak yol alma eğiliminin bir eksikliği doldurduğu açık gibi. Ayrıca eşcinsel karşıtı nefret söylemlerinin entelektüel camiada geçiştirildiği eleştirisine de katılıyorum. Sadece sorulunca eşcinselliğe karşı değilim şıkkını işaretlemeyi büyük bir özgürlük adımı sanmanın kendisi zaten halimizi gösteriyor. Amargi’nin 16. Sayısı da bir başka koldan homofobiyle kavga üzerinden ittifakı destekliyor. Amargi’nin feminizmlere tüm kanatlarıyla açık bir politikayı korumak istediğini Pınar Selek girişteki Akrobatik Feminizm yazısında doğrudan anlatmış. Akrobatik feminizm ile kastedilen, hani denebilirse çeşitli feminizmler yelpazesiyle karşı karşıya kalan bir feministin, önüne çıkan farklı feminizmlerin hiçbirine tam angaje olmadan ama hiçbirini de tam terketmeden ‘çokeşli’ bir denge hayatı sürmesi. Ezme/ezilme eksenleri arasında bir hiyerarşi gözetilmesindeki soruna dikkat çekiyor önce, hiçbir (feminizm odaklı) çelişkiyi başat çelişki ilan etmeden, feminist politikada beden, ev içi emek, cinsellik, aile, militarizm , kapitalizm, doğa sömürüsü, milliyetçilik gibi temaların hiçbirine öncelik tanımak istemiyor ama. Fakat burada haksız da olmayan bir kucak açık kalsın kaygısı dolayısıyla sanırım, tam söylemediği nokta şu ki, ilkelerini gevşekçe de olsa çizdiği, iktidarın yerleri arasında hiyerarşi gözetmeyen, tek bir merkezi çelişki düşünmeyen feminizm belirli ‘bir’ feminizm sonuçta. Adı tam konacak olsa hangi felsefi ve ideolojik argümanlardan beslenerek oluşturulduğu da dolaysızca söylenebilir. Sözgelimi kimliklileştirmeyen ittifak siyaseti kimlik siyaseti odaklı feminist yaklaşımlarla birebir çatışmaz mı? Sonuçta herkes aynı ipte dizilecekse neden farklılaşmalar için bunca kafa patlatılmış? Market raflarında sorunsuzca yan yana gelmeler gibi bir feminizmler reyonunda sorunsuzca yan yana dizilme neden ideal durum olsun? Doğrusu bu akrobatik feminizmi, bir ev kadınının, idaresi ona bırakılan sınırlı bir bütçe, kendisi sorunlu bir çocuk konumundaki eş, eşin hırslar ve beklentilerle yüklü ailesi, sadece anneye bakımı kalmış çocuklar, kendi ailesi, ev işleri, cinsel hayat, sosyal hayat ve herşeyden önemsizi kendi psikolojisi arasında akrobatça bir denge kurmaya çalışmasına benzetirsem umarım kimseyi alındırmam. Kişinin feminizan bir politik duruşla veya queer teoriyle ilgilenmesinin altında dahi öncelikle bir akrobatlıktan istifa yatmıyor mu? Amargi’nin ne güzel işler yaptığını anlatacaktım tartışmaya döndürdüm gene. Övgü dolu bir işarette bulunayım telafi olarak hemen: aynı sayıda yayımlanan, Filiz Uğuz’un “Farklılıklarımızla Birlikte Feminist Politika” yazısının belki bir dosya konusuna evriltilmeyi hakeden bir saptaması var: Kürt kadınlarının ‘mağdur’ konumunda kalıp, kurtarılacak veya dayanılışacak öğeler olarak sabitlenmesi arzusunu yakalaması az buz şey mi? Kürt kadınlarının feminist deneyiminden öğrenmek istememe tavrının kırılması gerekiyor. Amargi aslında pek çok şeyi kırmanın yollarını tartıştırmaya yönelen bir platform gibi de düşünülebilir. Aksu Bora ile Filiz Bingölçe’nin neşeli eleştirelliklerini biraraya getirdikleri söyleşiler gibi metinler ilaç gibi geliyor bazen.

Her iki yayındaki hareketliliği birlikte düşününce genel olarak kültür dünyamızın da sürekli kendini gözden geçirmesine yol açabilecek bir farkındalık zorlaması karşımıza çıkıyor. Kaos GL’den ve Amargi’den uzak kalmamak gerek...