Bu Blogda Ara

Cumartesi, Kasım 13, 2010

KÜRT SORUNUNDA BARIŞ İÇİN ÜMİTSİZLİK

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

KÜRT SORUNUNDA BARIŞ İÇİN ÜMİTSİZLİK

BirGün gazetesi, 14 Kasım 2010, Dalalet 46/154

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Kürt sorunu! Meseleyi bu şekilde, yani “Kürt sorunu” diye anmaktan da hiç hoşnut değilim elbet ama konuşmayı güçleştirecek diye üstünde duramıyorum her zaman, yoksa belki de “ulus devlet sorunu” vs demek gerekirdi ya da en azından bu adlandırmanın üzerinde tartışmak, durmak gerekirdi. Şimdilik böyle bir adlandırma belirsizliği yokmuş gibi yapalım ve başlığın ikinci bölümüne geçelim. Barış için ümitsizlik ifadesi, başlığı çift anlamlı bir hale getiriyor. Birinci anlam, yani ilk akla gelen, Kürt sorununda barış için ümitsizlik duyulduğu. Barışın gerçekleşmesi ümidinin azaldığı veya kaybolduğu. Geçici, konjonktürel, veya kalıcı bir ümitsizliği çağrıştırıyor. Bu anlamın kolayca akla gelmesinin bir sebebi de dolaşımdaki hakim kavramlaştırmalarla uyumlu olması. Ne diyorlar bize: belirli ve tek bir barış vardır, o barış için karşılıklı çalışırsak onu elde ederiz. Hedef belli, özneler belli, patika ortada, yürünürse bahçelere varılır. Halbuki, herkesin kafasında farklı bir barış projeksiyonu var, farklı bir hukuk tasavvuru var, farklı bir adalet nosyonu var. Herkes aynı bahçede aynı çimlere uzandığını hayal etmiyor.

Başlığın ikinci bir anlam yükü daha var ancak. O da şu: barış ancak ümitsizlikten doğar! Barış için ümitsizlik gereklidir. Dolayısıyla, bu yazıda, barış için gerekli olan ümitsizlikten bahsedilecektir.

Bazen bakıyorum, barış için güven ihtiyacından bahsedenler oluyor. Mesela şöyle soruların bir anlamı varmış gibi davrananlar görüyorum: PKK barış istediğinde samimi mi? PKK sivilleri vurmak istemediğini söylediğinde samimi mi? Devlet barış görüşmelerinde samimi olduğu konusunda karşı tarafa güven verebiliyor mu? PKK’nın barış niyetine güvenebilir miyiz? Devletin barış niyetine güvenebilir miyiz? Vs vs.

Savaşan tarafların birbirlerine güvenmeleri sayesinde barışacakları fikrinin nereden çıktığını merak ediyor insan. Muhtemelen, herkes için tek bir barış olduğu propagandasını güçlendirmek için bu konuda “mış gibi” yapılıyor. İktidar yanlısı bir manipülasyon olsa gerek.

Hallbuki barış şu durumlarda olur: taraflardan biri kaybederse, ya da iki taraf da kaybederse. Ki İrlanda IRA meselesinde olduğu gibi Kürt-PKK meselesinde de ana ümit bu. Ana ümit, hiçbir durumda, tarafların birbirlerine güvenmeleri değil. Güven terimleriyle bu ilişkiyi düşünmek kadar yanıltıcı birşey yok. Eğer taraflar birbirlerine güvenirlerse, veya samimi olurlarsa, veya biz birine güvenebilirsek, işler yoluna girecek değil.

Normalde, her iki taraf da, karşı tarafın kaybetmesinin ardından gelecek barışı düşler. Nazi Almanyası yenildi Avrupa’ya barış geldi. Öte yandan Nazi Almanyası herkesi kesin yenseydi de Avrupa’ya barış gelecekti. Ama hangi barış? Doğu Avrupa’yı Sovyetler aldı Doğu Avrupa’ya barış geldi. Amerikalılar alsaydı da barış gelecekti. Öcalan yakalandı, silahlar beş yıl sustu, beş yıl geçti, örgüt bitiyor, bitecek dendi. Bir barış dönemi olarak tanımlandı o dönem. Artık barış geldi deniyordu bölgeye. Hangi barış? Herkesin kafasındaki barış mı yoksa birilerinin kafasındaki barış mı? O gelmiş olan barışı beğenmeyenler savaşı dirilttiler, başka bir barış gelmesi şartını masaya getirmeyi başardılar, şimdi kendi barış tasavvurlarını konuşabiliyorlar. 99-2004 barışını barıştan saymıyorlar. Apaçık ki barış artık gelen birşey değildir, bir sürekli mücadele alanıdır.

Taraflardan birinin kazanması dışındaki barış seçeneğini de IRA üzerinden hatırlayalım. O da neydi: her iki tarafın da kazanamayacağından emin olması. Her iki tarafın da kazanamayacağı fikrinin her iki tarafta da güçlenmesi her iki tarafın da kaybetmeyeceği fikrinin de güçlenmesi demektir. Ki Cemil Bayık’ın formülasyonu tam da bunu anlatıyordu. “Silahla yapılan yapıldı. Her iki taraf için de durum böyledir. Taraflar silahla yapabileceklerini yaptılar. Biz silahlı mücadele ile elde edebileceğimiz kazanımları elde ettik. Devlet de silahla yapabileceğini yaptı. Durum ortada, siyasi çözüm kendini dayatıyor.” (“Trafik, Sinyaller, İşaretler”, İrfan Aktan, Express, Ekim 2010).

Dolayısıyla, taraflardan birinin kazanmasına dayanmayan, her iki tarafın da pes etmesine, pata dayanan barışı özleyenlerin ihtiyaç duydukları durum aslında bu: iki tarafın da ümitsizliğe kapılması! Ancak bu durumda, kesif bir ümitsizliğin tarafları ele geçirmesi durumunda, pat durumunda, taraflar, satrançta da olduğu gibi, beraberliğe razı olurlar. Ve elbette, akabinde, sormaları gereken soru da şu: taraflar pata razı olacak ümitsizlikteler mi? Kaleyi bir sağa bir sola oynatmaktan, şahı bir ileri bir geri oynatmatan ve hiçbir çıkış yolu gözükmemesinden yılmış bir haldeler mi? Hiçbir yeni manevra göremeden geçen hamlelerden bunalmış ve ümitsizliğe mi kapılmış durumdalar?

Eğer olaylar böyle gelişiyorsa bize anlattıkları herkesin eşit mesafede olduğu bir barış bahçesi için uygun ortam var demektir. Ama bize hep bahçede uzanmaktan ne kadar hoşlanacağımızdan bahsediyorlar. Tarafların birbirinin bahçesini ateşe verme ümidini kaybetmediğinden bahsetmiyorlar.

Kısacası, dikkatlerden kaçırmaya çalıştıkları nokta şu: taraflar ümitsiz falan değil! Aksine, ümitle dolular. Bir taraf tasfiye ümidini yitirmiş değil. Baskıları, tutuklamaları, uluslararası kuşatmaları, iç kuşatmaları, manipüle medya ile meşruiyet savaşlarını, her türlü silahı, taktik geri çekilmeleri ve sınır ötesi (barış sınırı anlamında) taktik hücumları kullanma eğiliminde. Rakibin güçlendiğini ve kozlarını arttırdığını farkediyorlarsa da kendilerinin genel anlamdaki güçlenişlerine ve kudretlerinin sınırsızlaşmasına güveniyorlar. Ve bu kudret artımını içerde/dışarda nakite çevrilebilir görüyorlar. Diğer taraf da ümitsizlikten çok uzak. Bir yandan tasfiye tehdidini yaşıyorsa da bir yandan da tarihinin en verimli döneminde, emeklerinin karşılığını en fazla aldığı dönemde olduğunu düşünüyor ve bunu bir örgüt olarak düşünmüyor bir halk olarak düşünüyor. Her an nereden yeni bir ileri adım atılabileceğini hesaplamaya odaklanmak için uygun noktaya erişilmiş durumda. Bütün psikolojik bariyerler çökertilmekte. Silahların geri çekilmesi pazarlığı sen bana gündelik hayatı ver ben de sana silahları vereyim gibi işliyor. Ki orada bile, gündelik hayatın da kendine göre ihtiyacı olduğu kadar silahı kalsın tabii deniyor.

Yani, ümitsizliğin her iki tarafta da baskın olmamasından kaynaklanan –ve iki tarafın da pes etmesine dayanan barışı özleyenleri ümitsizliğe sürükleyebilecek– bir sahne var yaşanan.

Galiba bir soru da şu: peki, bu işte, radikal solun ümidi ne? Analiz yapmak güzel ve gerekli. Ama peki ümidimizin ne olduğunu açıktan tanımlıyor muyuz? Arkanızdayız koçumlardan bahsetmiyorum. Solun ümidi ne? Sol için ümit, ne?

Pazar, Kasım 07, 2010

EVET/HAYIR ELEŞTİRİSİNDEN ‘YENİ CHP TABANI’NA

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

EVET/HAYIR ELEŞTİRİSİNDEN ‘YENİ CHP TABANI’NA

BirGün gazetesi, 7 Kasım 2010, Dalalet 45/153

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Boykot cephesinin adeti olduğu üzere, hem evetçilere hem de hayırcılara (tabii her ikisinin de sol içindeki karşılıklarından sözediyorum) biraz eleştirel bakış sunalım.

Önce evet cephesine bir noktayı hatırlatmaya çalışarak başlayalım. Yeni bir sosyalizme duyulan ihtiyacı, ya da sosyalizme, sola, devrimciliğe yeni bir bakış ihtiyacını eski bakışın artık çalışmaması üzerinden tek bir an bile gerekçelendirmemek gerekir. “Bakın, o eski kafa bugün olmuyor, yürümüyor, gene tıkandı, artık miadı doldu, bugünü açıklamıyor, bugünün sorunlarına cevap olamıyor, zaten bugünün insanından da ilgi görmüyor,” derseniz, birden yeninin meşruiyetini eskinin fiili yenilgisinde arar konuma geri çekilirsiniz. Bu şekilde meşruiyet sağlayabilecek şeylerden biri sol değildir. Solda yeni, içeriği yeni olan olmak durumundadır. “Yok, ben ısrar ediyorum, bugün işe yaramadığı için solun değişmesi lazım,” derse biri cevaplar çeşitli olur. Mesela coğrafi lokalizasyon cevabı gelir. Sonuçta en eski solun işe yaradığı coğrafyalar var dünyada. Çok yeni birşey söylemeden sadece doğru taktiklerle –ve uygun coğrafyada olma şansıyla– iktidara yürüyenler görüyoruz. Eski sol zihin Avrupa’da mı geçersizdir mesela? O zaman “Avrupa’ya yeni bir sol gerek” demek lazım. İkincisi, radikal sol iddialı olmak durumundadır, doğasında bu vardır, mantık buradan kurulur. “Sizin fikirleriniz bugünün insanından ilgi görmüyor,” derseniz “o zaman demek ki bugünün insanını değiştirmemiz gerek” diye cevap verir. Gününün insanını değiştirdiği de olmuştur geçmişte.

Kısacası, ben meşruiyetin bir işe yaramamaktan alınmasını ‘sonuçsuz’ buluyorum; sol nezdinde ‘işe yaramayacaktır’. İkna edici olmaz ve bir tartışma da doğurmaz. Aksine, işe yaraması ihtimali eleştirilirse meşruiyet doğar (ki eleştirinin sağlığı da bu yönde yapılacak koşularda). Eskinin kötü tarafını başarısında göstermek gerekir. En başarılı olduğu yerde (ve anda) en çirkin yüzünü görmüyorsanız değiştirmenin iyi bir gerekçesi yoktur aslında... Bunlar bana teorik tartışmalara ne çok ihtiyacımız olduğunu ama buna karşı ne tahammülsüz bir faza geçtiğimizi de maalesef yeniden hatırlatıyor.

Şimdi de Hayırcılara bakışı yöneltelim. Boykotçu aralığı, bir bilinç kayması, veya daha hafif anlarda, somuttan konuşmamak ve görevden kaçmak olarak görmek hayırcı bakışın bir zaafına dikkat etmemiz gerektiğini gösteriyor bize. “Alternatif bir yol açalım,” diyenlere, “iyi de bu nasıl olacak, sonuçta somutta AKP yok mu, ortada dönekler yok mu, önümüzdeki görev bunlar değil mi,” demek, somuttan konuşmak demek değildir veriliden (biraz da faraziyeden) konuşmaktır. Somut verili olan demek değil. Sizin kafanızdaki ‘soyut’ gündem, sizin tarafınızdan siyasete taşındığında somut olur. Misal, üç yılda Taksim’in 1 Mayıs’a geri alınması süreci ortadaki verili bir soruna cevap değildi. Soyut bir sorunun somutlaştırılmasıydı. Kendi gündemini siyasetin gündemi yapmaktır alternatif radikal sol bir yol açmak. Solun özneleşmiş, özneleşmeye yaklaşmış, mücadeleyi ufukta görebilecek herkesle birlikte özneleşmesi gerekiyor bu süreçte, sözedilen boykotçu aralığı somuta dökebilmek için. Ekonomik adaletsizlikler mi, cins ayrımcılığı mı, kültürel eşitsizlikler mi, eğitimde özgürlük mü, anti-militarizm mi, otoriter siyaset kültürü mü, hiyerarşik ülke mi, her ne ise sorun ve sorunlar, bunların sol özneler ve konunun muhatabıyken özneleşenlerce çözülmesini gündem kılmaktır bahsedilen. Gündeminiz referandumda kim kime yamandı olursa diğer herkesi soyut görebilirsiniz elbet. Referanduma tercüme edilebilir olmayan, sandığa tercüme edilebilir olmayan her şey boş gelebilir. Yaklaşan seçime göre kendini hazırlamak durumunda olan partiler için bu mantıklıdır da kuşkusuz. CHP için nasıl mantıklıysa, parlamenter sosyalist partiler için de mantıklıdır. Ama parti dışı (parti önceliksiz) özneler için bir mantığı yok. Bizim için öncelik (kendi meşrebimize, fikrimize, fraksiyonumuza göre çattığımız) sol değerlerin güçlenmesidir. Boykotçu yerden konuşmayı güçlendirenler görüyorum, ve onların yapılmasının gerekliliğin altını çizdikleri de tam olarak bu gibi görünüyor. (Hayırcı bir yerden bakıp da, ‘Evetçileri anlayarak ve dışlamadan yenelimci’ anlayışı kastetmiyorum, her ne kadar polemiklerde taraf alınıyorsa da. ‘Basbayağı farklı bir yolu diri tutalımcılar’ı kastediyorum.)

Bir de (tekrar Evetçi cepheye dönecek olursak), kimileri eskimiş, halkın artık istemediği sistem diyorlar cumhuriyetten bahsederken. İyi de halk hiç istememişti ki. Eskimeyle yenilenmeyle alakası yok. Sanki Türkiye’de seçimle cumhuriyet kurulmuş gibi davranıyorlar. Veya hakem atışı yapılır yapılmaz top sağ açıklara, Menderes-Özal-Erdoğan ekolü olarak anılan ama gayet isimli pek çok ‘kahraman’ barındıran çoğunluğa geçmemiş gibi. Kılıçdaroğlu 50 yıldır bu parti seçim kazanamıyor demiş. Halbuki bu hesapla CHP zaten hiç kazanmamış. Seçim kazanacak bir CHP kurulacaksa tamamen yeni bir partiden sözetmek gerekiyor. Ama zaten seçimle yapılacak tipte işlere de talip olmamış. Eğer şimdi seçimle yapılacak tipte işlere talip olunacaksa bu da yeni bir parti demek. Ve parlamenter sosyalistlerin seçimlere doğru yeni CHP’ye yakınlaşma emareleri göstermeleri de anlaşılır: kartların Kılıçdaroğlu eliyle dağıtımı, sosyalistlerle hareket alanlarında üst üste binmeler doğurmaya aday belli ki.

Kılıçdaroğlu’nu oraya ‘korku impratorluğu’nun getirdiği, şimdi de kendisinin ‘korku imparatorluğu’nu defetmeye çalıştığı iddiası da inandırıcı değil. Aşağıdan iradeyi sürekli horgörmeye çok alışmış, hep kukla tutan adamlara bakmaya odaklanmış bir siyaset algısının yazdığı tarih bu. Oysa çok açıktı ki CHP tabanı aşağıdan irade ile Kılıçdaroğlu’nu yukarıya empoze etmemiş olsaydı korku imparatorluğu böyle bir riske girmezdi. Medyanın ilüzyonunda olduğu gibi başlarına da bir şey gelmezdi. Adını bile hatırlamayacağımız bir korku imparatorluğu bekçisi önderliğinde referanduma girmiş olsalardı zaten bir çöküş falan da yaşamayacaklardı, gene aynı oyları alırlardı. Kılıçdaroğlu salt tabana güvenerek hamleler yapıyor. Ya da taban ona yapması gerektiğini bağırıyor. Ayrıca değişim ve ‘yeni CHP’ meselesinin de sadece Kılıçdaroğlu ismiyle anılması çok yanlış. Arkadaki diğer emeği geçenlere haksızlık olacağı için değil. Esas arkadaki güç değişim isteyen taban olduğu için. Fakat bu da yanlış anlaşılmasın, CHP pragmatik partidir deniyordu da, o zamanlar yönetimi pragmatikti, kitlesi inançlı ve dersini iyi öğrenmişti. Artık tabanı da pragmatik. Artık onlar da takiye yapmak istiyorlar. Türbanı ben çözerim, mahallenin değerlerini de ben korurum diyerek eğitimde İslamcılaşmayı, gündelik hayatta mahalle baskısını bitirecek bir lider hayal ediyorlar. AKP’nin yaptığı ve eskiden onlara çirkin gelen her şeyi (tersinden) yapmak istiyorlar. Şövalyeliğin sonu! İlkelerin tıkandığı yere tahammülleri yok, kazanmak istiyorlar. Kazanmak için de aşağıdan tazyik yapıyorlar, değişin diye. İyi de Baykal’ı komplolarla attılar, Sav’ın ayağı kayıyor vs denebilir ama meşruiyet komplodan da kaygan zeminden de önce bitmişti. CHP tabanının yeni pragmatizmi Kılıçdaroğlu ekibine cesaret veren, hatta yön veren ana güçtür. Aynı zamanda onları tehdit eden güç de budur. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu AKP’den değil, korku imparatorluğundan da değil, bu kitleden korkar. Şimdi ondan cesur olmasını, şövalye gibi gözükmesini, ancak şövalyeliğin son kalıntılarını da bitirerek kaleyi düşürmesini istiyorlar. Neresinden baksanız tehditkar bir talep...