Bu Blogda Ara

Pazar, Şubat 12, 2006

KARİKATÜR KRİZİ - Birgün yazı 48 / 13 Şubat 2006

Birgün yazı 48 -- 13 Şubat 2006

KARİKATÜR KRİZİ

Süreyyya Evren

Hep elmalarla armutları karıştırmamak gerektiğinden bahsedilir. Elmalarla elmaları da karıştırmamak gerek.

Jyllands-Posten’deki 12 karikatür meselesi büyüdükçe büyüdü. İnternetten gazetede yayımlanmış ‘orijinal karikatürlere’ farklı adreslerden ulaşmak mümkün, ‘orijinal’ diyorum çünkü email listlerinde nasıl oluyorsa hep daha fazla karikatür dolaşıyor, birileri eklemeler yapıyor anlaşılan.

Jyllands-Posten’i eleştirirken şiddet içeren karikatür karşıtı gösterileri de beraberinde eleştirme tutumu gördüğüm kadarıyla yaygın, itiraz edecek birşey de yok bunda. Ama hem oldukça defansif bir pozisyona çekiliniyor sanki, bir talepsizleşme var, hem de sonuçlar genelde baskıcı görüşlerin elini güçlendirecek bir seyir izliyor. Türkiye’de ve muhtemelen dünyanın başka yerlerinde de karikatürün muhalif gücüne halel getirecek bir anti-karikatür duyarlılığın belirmesine karşı tetikte durma gerekliliği ortaya çıkıyor. Elmalarla elmalar ayrılabilmeli. Danimarka karikatür krizi, karikatürün sağcı provokatörler tarafından suistimalini öne çıkardı. Karikatürün genel olarak elini zayıflatmak gibi bir yan etki doğurdu. Çok kısa bir süre önce de Türkiye’de karikatüristlere yönelik ciddi baskılar oluşmuştu. Musa Kart kedi-başbakan karikatürü ile sıkıştırıldı, ardından Penguen dergisine “Tayyipler Âlemi” kapağı nedeniyle sopa gösterildi. Özal döneminden karikatürle muhalefete karşı baskıcı önlemler zaten belleklerde. Bugün yenileri olacaksa buna karşı durmak ve bu karşı duruşu da Danimarka karikatür krizinin bıraktığı negatif intibalardan korumak gerek.

Karikatürle muhalefetin sınırlandırılmasını meşrulaştırıcı kamusal bir etki yaratan bu son olaylar aynı zamanda “ifade özgürlüğü” ve “basın özgürlüğü” gibi temel kimi destekleri de bizden uzaklaştırdı. Bu akışın İslam ülkelerinde özgürlükçü yönelimlere sahip olanlara zararı bariz. Eğilimin suyu nasıl değiştirilir? ‘İfade özgürlüğü’ gibi kavramların zaten güçlenmediği topraklarda bu kavramların en sağcı Batılı yorumların pençesinde ölü olarak yukardan bırakılmasına karşı ne yapılır? Şimdilerde kendini liberal olarak konumlandıran fakat daha 1922’de Mussolini’nin faşist koalisyon hükümetinin başına geçmesini kutlamasıyla tanınan bir Danimarka gazetesinden bahsettiğimizi unutmayalım. Irak işgalinin ana figürlerinden biri olan, göçmenlerin önünü kesmek için çaba gösteren, 80 yıllık sosyal demokrat iktidarın ardından gelen liberal muhafazakar partiler koalisyonundaki Danimarka hükümetinin kontrolünde gelişiyor pek çok şey. Ve yüzde 8’i aşmayan göçmenleri Danimarka’nın bir numaralı sorunu olarak çizen bir medya işbirliğiyle. “İslam tehdidi” ve “yabancıların ülkeyi işgalleri” gibisinden söylemlerle ve uygarlıklar çatışması takıntısının en fütursuz temsilleriyle.

İfade özgürlüğünü ve karikatürün eleştirel gücünü geri kazanmanın ötesine geçip sanatın kışkırtıcılık kanadı gibi daha karmaşık meselelere de yerimiz kalacak mı bilemiyorum düşünsel dünyamızda. Son yıllar farklılaşan tartışmalı örneklerle dolu. İsveç’in İsrail büyükelçisi Zvi Mazel’in 2004’te fiilen saldırdığı Dror ve Gunilla Sköld-Feiler’in “Pamuk Prenses ve Hakikatin Deliliği” adlı enstalasyonları işin bir başka yönüydü mesela. Sergide küçük bir havuzun içinde pamuk prenses adını verdikleri bir küçük bot vardı. Kan kırmızısı sularda ağırca ilerleyen botun yelkenlerine de Hayfa’da intihar saldırısı düzenlemiş Filistinli kadın avukat Hanadi Jaradat’ın resmini yerleştirmişlerdi. Mazel’in eseri tahrip etmesinin ardından İsrail Başbakanı Ariel Şaron esere saldırıyı desteklediklerini söylemişti. Ya da meşhur Andres Serrano’nun Piss Christ’i akla geliyor bu durumda. Piss Christ eserinde Serrano idrarını doldurduğu bir kabın içine çarmıhtaki İsa’yı yerleştirmişti. İsveçli fotoğrafçı Elisabeth Ohlson Wallin, “Ecce Homo” adlı 12 fotoğraftan oluşan sergisinde İsa’nın çevresinde havarilerin yerine travestiler, lezbiyenler, geyler, deri fetişistleri, AIDS kurbanları gibi figürler yerleştirdiğinde de sorun çıkmıştı. Çarpıcı bir yakınlık Theo van Gogh’un öldürülmesi ile de kuruluyordur sanırım. Theo van Gogh neredeyse provokatörlüğü benimsediğini deklare etmiş biriydi, Musevilere de Müslümanlara da aşağılayıcı biçimlerde saldırmanın yollarını arıyordu. Evet tamam, ama bu ne demektir? Ayaan Hirsi Ali ile ortak filmleri İtaat sadece bu şekilde açıklanabilir mi? Chris Ofili’nin Bakire Meryem’i porno dergilerinden kesilmiş vajina fotoğraflarıyla sarılmış Afrikalı bir Bakire Meryem gösteriyordu. Ve New York Belediyesi’nin nasıl sorun çıkarttığı akıllarda. Başkan Giuliani eseri sergileyen Brooklyn Müzesi’ni belediyenin fonlarını kesmekle tehdit etmiş, müze açtığı davada hakkını geri almıştı. Gilbert ve George’un yakın dönemde Londra’da gerçekleştirdikleri “Tanrının oğlu resimleri” sergisi de İsa’nın homoseksüel olup olmadığı üzerine kuruluydu.

Bunları sıralamaktaki amaç elbette karşılaştırılamaz olanı karşılaştırmak değil, ya da onlar da işkence yapıyor babında giden malum yerli gerekçelendirmemize malzeme sağlamak hiç değil, meselenin doğrudan hak zayıflatan yanlarının yanı sıra sanatı bağlayan karmaşık yanlarına da dikkat çekmek...