Bu Blogda Ara

Pazar, Şubat 14, 2010

BAŞKA BİR SİYAH ADAMIN ENKAZI ÜZERİNDE DİKİLMEK

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

BAŞKA BİR SİYAH ADAMIN ENKAZI ÜZERİNDE DİKİLMEK

BirGün gazetesi, 14 Şubat 2010, Dalalet 7/115

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Mevcut durumda Türkiye siyaset arenasını çalkalandıran üç büyük eksenden sözetmiştik: (milliyetçilikler, azınlıklar, ulus-devlet, ırkçılık, sosyal bölünme vd temaları içeren) Türk-Kürt ekseni, (ordu, radikal islam, ılımlı islam, mahalle baskısı, sivil vesayet, Ergenekonculuk, darbecilik vd temaları içeren) globalist-islamist/nasyonalist-laik eksen ve de (en arkaya atılmaya çalışılan) ezen-ezilen, patron-emekçi, kapitalizm-komünizm, sömürü-direniş ekseni. Bu eksenlerden ezen-ezilen ekseninin TEKEL direnişi dolayısıyla olağanüstü günler yaşadığı ve uzun zamandır olmadığı kadar el üstünde tutulduğu aşikar. Bu noktada özgürlükçü (liberter, anarşizan) sol içinde konuya nasıl yaklaşmalıyı masaya yatıran bir tartışma dönüyor. TEKEL direnişinin fazla önemsenmesinin özgürlükçü sola zarar verebilecek, ‘basbayağı gericiliğe’ varabilecek bir gerçeklikten kopmaya uzanabileceği, belirli bir saygı ve hakkaniyet çerçevesinde akıl mesafesinin korunması gerektiği söylendi. Buna karşılık ise ‘tin’ vurgusu yapıldı. Direniş ruhunun olumsuz koşullarda hepimizi bu işlerde tutan yegane veri olduğu, direniş ruhuyla kol mesafesinin açılmaması gerektiği ifade edildi. Elimizdeki kritik bir tartışma; birkaç açıdan bakmaya çalışalım.

İlk olarak işçilerin pragmatik hesaplarına dünyayı dönüştürme misyonu iliştirilmesinin eleştirisine bakalım. Bu eleştiriye genelde –eleştiri sahiplerince dahi– eylemde politikleşme şiarının ihmal edilmemesi gerektiği cevabı veriliyor ve mevcut durumdan dramatik dönüşüm örnekleri sıralanıyor. Bunların insani değeri –ve mikro politik etkileri– saklı kalmakla birlikte makro planda belirleyici olan bu işçilerin tek tek –biraz da şansa kalmış ve emareleri geçici olabilecek– politizasyonu değil elbet (o yüzden sırta fazla imge yüklemeyelim ağırlık yapar, yolda kalırız eleştirisi, ilk başta haklı gibi görünüyor); makro planda dönüştürücü olan eylemlerinin toplam politik etkisi. Deneyim hiç eğitmese de, Diyarbakırlı horon Karadenizli şemmamme oynamasa da güne makro siyasi etkisi aslında değişmez. Dolayısıyla geniş plan sözkonusu olduğunda o etki üzerindeki politik kavgaya dahil olmak ve orayı sola ve özgürlükçü sola çekmek gerektiği söylenebilir. Öte yandan, TEKEL direnişine çekince eleştirisini getirenlerin bundan bihaber olduklarını söylemek adil olmaz: aksine, tam da bu makro siyasi etkiyi olumsuzlayan bir uyarı bu. Sakıncasını çok net bir şekilde de ifade ediyorlar: bu ezen-ezilen ekseninin, ana siyasi eksen olması elzem sayılması gereken Ergenekon eksenini ikincilleştirdiğini belirtiyorlar. (Hiç denk gelmedim ama aynı eksen önceliği anlayışıyla Kürt özneliği de konuşsa onların da TEKEL’de öne çıkan ezen-ezilen ekseni, esas ana sorun sayılması gereken Kürt eksenini ikincilleştiriyor demeleri beklenirdi. Hangi eksenin bizi ileri taşıyacağına kanaat getirdiysek diğer eksenlere ayrılan enerjinin geriye götüreceğine inanmamız anlaşılır, ama bunun göreceliğini de unutmadan.) Fakat bu gündemde üst sırada olma mücadeleleri herşeyi tek başına belirler mi gerçekten?

Futbol sadece futbol değilse TEKEL direnişi de sadece TEKEL direnişi değildir –andığımız siyasi etkinin içinde işleyen bir ‘sanal sermayeye’ de sahiptir. Evet, reel sermayesi sınırlı olabilir ama kim siyasetin salt reel sermayelerle döndürülen bir pazar olduğunu söyledi ki?

Fakat kötümserliğe dayandığı varsayılan bir eleştirinin Lennonizm imgesiyle ruh bazında karşılanmasının getirdiği sorunlar da var. Bu cevaplarda aklın kötümserliği iradenin iyimserliği ile zıtlık içinde konumlandırılıyor ve ruha vurgu yapılıyor. Halbuki aklın kötümserliği illa ki yenilgici kötümserlik olmak zorunda değildir. Gün Zileli bu ayrımı daha yeni bir söyleşisinde gündeme getirmişti. İki tür kötümserlik/karamsarlık vardır diyordu: biri gerçekçi kötümserlik diğeri yenilgici kötümserlik. Ve ekliyordu: “İkincisi kötüdür, mücadeleye darbe indirir. Ama gerçekçi karamsarlık insanı her türlü zor koşula hazır olmaya teşvik eder, boş iyimserlikten ve örgütlerin körüklediği, “iyi günler göreceğiz çocuklar” naifliğinden korur. Gerçekçi olan, gerçekten iyi günlerin koşullarını da yaratır.”

Akılcı değil de düşçü oldukları için TEKEL işçileri direniş başlatmıştır demek ve bizler de düşcüler olduğumuz için arkalarındayız demek yenilgici kötümserliği gerçekçilik saymaya dayanıyor. Ayrıca neden ruhlar aleminde huzur buluyoruz ve politik bir eleştiriye politik bir cevap vermiyoruz? Tekel işçilerine aşırı değer atfetmenin bir kendinden geçme ve gerçeklikle bağı koparma olarak nitelenmesi politik bir eleştiridir. Günümüzde doğru politik tutumun daha önce bahsettiğim üç ana eksenden laik-islamcı eksenin sol tarafından birincil eksen alınması olduğunu söyleyen ve eksen içinde anti-Ergenekon, anti-milliyetçi bir yerden mücadele verilmesini öneren politik bir eleştiri. Sınıf eksenine koşarak sarılınmasının diğer eksenden rol çalmasına isyan ediliyor. Ayrıca en eski kulübelere dönüldüğünü, sınıf indirgemeciliğine varıldığını, halbuki sınıf meselesinin de günümüzde 30 yıl önceki mesele olmadığını, istisnai bir evrede olduğumuzu söylüyor bu eleştiri. Yani sınıf indirgemeciliğinin dahi en çözmeye aday olduğunu iddia ettiği sınıf sorununun gerçekçi –güncel– bir analizine dayanmadığını iddia ediyor.

Aklın kötümserliğinin her soruya cevabı vardır, aksine cevabı olmayan iradenin kötümserliği, yani yenilgici kötümserlik. İradenin kötümserliğine düşmeye bunca yakınmıyız ki kendi kendimizi diri tutmamız, bizler inandık siz de inanın diye bağırmamız gerekiyor. Gerçi irade kendi başına iyimser veya kötümser olmaz, irade mücadeleci veya yenilgici olur. İyimser veya kötümser olan akıldır. O yüzden esas ayrım hangi pozisyonun kötümser hangisinin iyimser olduğu değil hangisinin mücadeleci hangisinin yenilgici olduğu. Buradan bakarsak tartışmadaki her iki pozisyon da mücadeleci pozisyonlar: biri mücadelenin eksenini anti-Ergenekona kaydırmak istiyor, diğeri ise daha fazla işçici hattan gitmek ve bu konuda –içeriden– eleştiri duymamak istiyor. Verdikleri cevap kabaca biz doğru duygularla hareket ettik, insanlığın iyiliğini istedik, mücadele içinde aklın da bizi bulacağına inandık, biz şarkılarımızı söyledike geliyor. Ancak ‘vaktinden önceki girişimler’i doğru yapan şey gerçekçi analizlerden uzaklıkları veya bunları takmamaları ve hayali bir zemini esas almaları değildir ki, ‘vaktinden önceki girişimler’i doğru yapan siyasi agresyonlarıdır, vaktin belirlenmesi üzerinde hak talep edişleri, defansif bir şekilde beklemeyişleri, değiştirmeye yönelmeleridir.

Özgürlükçü sol için doğru tartışma zemini politik kalmalı. Ve politik kalacak olursa da cevaplanması gereken soru şu: nasyonalist laik-globalist islamcı merkez-eksenine mi verilmelidir enerji en fazla, yoksa ezen/ezilen/sınıf eksenine mi? Bugün solu ‘ileri’ taşıyacak yol hangisidir? Bu soruyu tartışmak kimin ne dediğini netleştirecek ve politik bir cevap olacaktır. İradenin iyimserliği çaresizlik hissinin iyimserliği ise eğer tarihte çaresizlik hissinin (hadi içimden geldiği gibi daha fazla demeyeyim ama) en az iyimserlik kadar kötümserlik de ürettiğini, en az mücadelecilik kadar yenilgicilik ve teslimiyetçilik de ürettiğini biliyoruz. İsteme iradesini, umut ilkesini öne çıkaracaksak mesela, soru tekrar siyasete geliyor. Mesele birimizin irade doluluğu ile diğerimizin irade yoksunluğu hiç değil. Ne istiyoruz, neyin istenmesini istiyoruz, istediğimiz müdahale ne?

Tekel direnişine destek vermeyi bu anlamda özgürlükçü sol içinden okuyacak olursak, bu bir eksen kavgasıdır ama bir eksenler tercihi kavgası olmak durumunda değil basitçe. Daha karmaşık bir amalgamla işin içinden çıkılabilir. Sonuçta Tekel’in öne çıkardığı sınıf ekseni solun ve genel olarak tek tek bireylerin gündelik hayatının özneliğini öne çıkartıyor. Kürt Açılımı olsun Ergenekon olsun bunların hiçbiri tabandan gelişmeler değil. Tabandan siyaset açısından, tabanın özneleşmesi açısından, TEKEL’deki ışık tek ışık sayılsın demiyorum ama gözardı da edilmemeli. Önemli bir noktadır. İkincisi solun özneliği meselesi. Bununla kastedilen de kimi sol bireylerin/örgütlerin güçlü öznelere dönüşmeleri değil. (Böyle birşeyin sakıncalarından bile bahsedilebilirdi.) Daha çok sol değerlerin sürecin siyasi akışına yön vermede daha belirleyici bir rol oynamasıdır. Azınlıklarla ne yapalım, demokratik haklarla ne yapalım, militarizm ile ne yapalım sorularına cevap arama sürecini a)tabana taşıyor ve kolaylaştırıcı rolü veya danışman rolü yerine çok daha geniş biçimde dönüştürücü rolüne talip olunmasını sağlıyor (yüzde 47 oy atmaktan çok daha fazla fail olmaktır böyle bir direnişi yürütmek) b)bu arayışların temel ve güncel sol değerleri muhatap alarak yürütülmesi zorunluluğunu dayatmaya doğru gidiyor. Burada işte özgürlükçü bir refleks şart yoksa rahatlıkla yaşanabildiği gibi TEKEL’in sanal sermayesi nasyonalist sol tarafından iç edilebilir, hesaplar boşaltılıp bir takım sınıf indirgemeciliklerine aktarılabilir, bugünün sınıf çelişkileri yerine kitaptaki sınıf çelişkilerine hayali ihracat yapılabilir, vatan-millet-antiemperyalizm solunun hakimiyeti güçlenebilir. Ama biz değil miydik ölümden korkutup sıtmaya razı edenlerden değiliz diyen? Öyleyse, bunlardan korkalım ama bunlarla korkutmayalım. TEKEL direnişinin total politik etkisine bakalım. Herkese daha çok hürriyet değil herkese daha çok genel grev, daha çok eylem, daha çok eylemde dönüşme, eylemle dönüşme düşsün. Farklılıkların birlikte siyasileşmesini istiyorsak tabandan olan ve sol olanla yürümeliyiz, yukarıdan yürütülen ve kültürcü bir iktidar çekişmesine sıkışan yerine. Siyasileşme nedir ne değildir bırakalım bunun tarifini taban yapsın...