Bu Blogda Ara

Perşembe, Ocak 18, 2007

80’LER – 70’LER / 15 Ocak 2006 - Birgün yazı 93

80’LER – 70’LER

Birgün yazı 93

15 Ocak 2006

Süreyyya Evren

Geçtiğimiz günlerde Üç Nokta edebiyat dergisi 70’ler özel sayısı yayınladı (“1970’lerde şiir, edebiyat, kültür, sanat ve toplum”, Kasım-Aralık 2006). Dergi 80’ler özel sayısını da bugünlerde hazırlıyor. Programlarında 80’lerin ardından da 90’lar sayısını yayınlamak ve bu üç dönemi arka arkaya ele almak var.

Bu tip toparlamalar her zaman önemli. Ancak Türk şiirinin 70’lerdeki politizasyonu, hem genel olarak tüm şiir zeminini siyasete çekişinin detaylarıyla didiklenmeyip, hem de şiir nedir, şiirin halleri nelerdir, şiir neye diyoruz gibi muhafazakarca öne çıkarılan ama daha da muzahafazakarca örtbas edilen sorularla yeniden düşünülmeyince, elimizde tazelenmemiş, 80’lerden kalma, yerelci ve yürümeyen, yapışkan bir sıvı kalıyor. Bununla nasıl çalışabiliriz? Halbuki iki nokta var: birincisi, bugünkü, sol için hayli menfi genel siyasi auranın, ustaların üretimlerini, yaygın algıyı, okuma türlerini nasıl belirlediğini, nasıl niteleyebildiğini tam anlayabilmek için mükemmel bir fırsattır ipi 70’lerden çekip o günlerdeki genel siyasi auranın ustaların üretimlerini, yaygın algıyı ve okuma türlerini nasıl belirlediğini, nasıl niteleyebildiğini detaylarda dolaşarak tartışmak. İkincisi, sanat (burada şiir) sosyal işleve göre değerlendirilir olmayandır yargısını bir yargı değil de tek yargı gibi sunmanın bizzat kendisinin tarihsel olduğunu unutarak konuşmak da çok yanıltıcı. Slogan şiirleri tabir edilen şiirler eğer önemli ölçüde siyasi işlevler için kaleme alındılarsa önce dönüp peki bu işlevler nelerdi, oldu mu, nasıl oldu, bunlar sloganın işlevini gördüler mi, tam olarak bu ne demekti, bunlara bakmak gerekmez mi? 70’ler, şiirin ne olduğuna dair çok yönlü bir tartışmadır, şiirin ne olduğuna dair dolaysız metinleriyle değil ama tüm üretimleri ve karşılaşmalarıyla. Sanatın işlevden (ve zanaatten) külliyen bağışık olduğu fikri tarihin belirli bir noktasında belirli koşullar altında ortaya çıkmış ve yaklaşık elli yıl önce de domine ediciliğini yitirecek biçimde kırılmış bir fikirdir. Şimdi her iki paradigmanın da zorunsuzluğunun farkında bir yerden yeni okumalar yapma konumuyla karşı karşıyayken 70’lere karşı eski bir revanşist refleksi yeniden üretmenin manası ne diye sormak gerekir. İşin ihmal edilen bir yönü de, aslında, sözkonusu işlevin 80’lerde hâlâ kısmen sürmekte olduğu, 90’ların ilk yarısına kadar dahi bir ölçüde taşınabildiğidir. O işlevin artık ciddi biçimde işlevsizleştiği 2000’lerden bakarak okuyoruz herşeyi.

80’ler yeni kuşaklara 60’lardan, 70’lerden gelen bir isyankarlığı taşıdı, revanşizmden çok bu isyankarlıktan, bu anlamda 80’lerde nefes alıp da 80’ler denince akla gelmeyenden etkilenmek sözkonusu olabiliyordu. 80’lerin ikinci yarısında ve 90’ların taze sanatsal ve siyasal radikalizmi içinde, yazarlığı mücadelecilik, inatçılık, yaratıcılık ve dikbaşlılıkla içiçe birşey olarak öğrenmek mümkündü. Sözün gittiği yere kadar gitmek dusturunu, pek çok siyasi temelle birlikte, 80’ler, istemeden de olsa verdi, aktardı. Bu radikalizm transferi 90’ların ilk yarısında bütün Türkiye’yi sarmıştı, edebiyatta da doğal yansımaları vardı bunun. Fakat 80’ler başka bir şey daha kattı, 70’lerden içe kapalı, otoriter, kalkınmacı, millici, modernist olabilen bir isyan taşınmıştı, ama aynı öznelerin bir kısmı 80’lerde alternatiflere gidiyorlar, manişeist kategorilerin dışında siyasi sorgulama alanlarını açacak metinleri fısıldıyorlar, farklı düşünceleri manzaraya dahil ediyorlardı. Daha açık, daha fazla şeyden haberdar ve daha fazla şeye ilgili, otoriter, millici, modernist olmayabilen sollardan nüveler taşınıyordu. Bütün bunların alt yapısı 80’lerden gelmiştir. Yine 80’lerde aktarılan bir şey de edebi özgüven duygusuydu; edebiyatçının kendi yaptığına güvenmesi ve varlığını kendi yapıtı dışında erklere dayandırma telaşına düşmemesi fikri de gayet edinilebilir bir fikirdi o zamanlar. Sonraları genç edebiyatçılarda da çok sık görülür hale gelen onay mekanizmalarına biat ve onaylanmama korkusunun hiç de makbul olmadığını öğrenmek zor değildi....

Gerçekten bu nokta çok çarpıcı, ilk rüzgarda yok olabilirim tedirginliğiyle makbul olan her şeye evet diyen sadece üzerinde olumsuz bir konsensus kurulmuş olan şeylere hayır diyebilen yazardan çok, ‘yaptığım şey değerliyse zaten kalacaktır ben doğru bildiğime evet der yanlış bildiğime hayır derim’ diyen yazar tipi geçerliydi. Bu değişim kritiktir.