Bu Blogda Ara

Pazar, Eylül 11, 2011

BİRGÜN GAZETESİ'NDEN 'ANTİ-EMPERYALİST SANSÜR'


BİRGÜN GAZETESİ'NDEN 'ANTİ-EMPERYALİST SANSÜR'

'Olaylar' 30 Ağustos sabahı elime BirGün gazetesini aldığımda başladı. O gün gazetede İbrahim Varlı imzalı bir Suriye haberi yayımlanmıştı. İliştirilmiş gazeteciliğin bu eli kanlı versiyonu apaçık bir diktatör yanlılığını pompalıyordu. (http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1314705428&year=2011&month=08&day=30) Gazetenin Arap devrimine dair pozisyonu gibi de lanse edilen bu yaklaşıma karşı kendi itirazımı 4 Eylül tarihli yazımda yayımladım. (http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187091385&news_code=1315129032&day=04&month=09&year=2011) Bu eleştiriye İbrahim Varlı iki gün sonra 6 Eylül tarihinde ağzı bozuk bir cevap ile karşılık verdi ve diktatör de olsa Esad'ın yeğlenmesi gerektiğine dair görüşünü tekrarladı. (http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1280068080&news_code=1315312000&day=06&month=09&year=2011) Ayrıca başka gruplara yakınlığıyla bilinen kimi internet mecralarından da hücumlara geçildi. Bu saldırıların ardından ben de bir yazı kaleme aldım. İşte bu noktada gazeteden link veremiyorum çünkü ne olduysa orada oldu, sözkonusu yazım sansürlendi ve yayımlanmadı. Bu konuda beni bilgilendiren de olmadı. Aynı gün gazetenin Pazar eki'nde 'Anti-emperyalizmi Tartışmak' başlıklı bir dosya yayımlayarak sözümona bana cevap verdiler. Tabii böylece 'tartışmak'tan ne anladıklarını da görmüş olduk: gazetenin perspektifinin dışına çıkanlara ağzı köpürerek saldırmak, susturamayınca sansürlemek ve kendi görüşlerini tek yanlı olarak vermek. Ne diyelim, iyi tartışmalar! BirGün'ün genel olarak nereye gittiği konusu, Arap devrimlerine nasıl yaklaşmak gerektiği konusu, nasıl bir anti-emperyalizm konusu gibi konular da artık başka vesilelere kalsın... BirGün'ün sansürlediği sözkonusu yazım aşağıdaki gibidir:


ÇOK YAŞA ESAD! VAR OL PANPİŞ!

Süreyyya Evren


Yüzsüzce iliştirilmiş gazetecilik yapıp Suriye devlet propagandasını bize haber diye satanlara “almıyoruz kardeşim senin antiemperyalizm soslu kurnaz devletçiliğini, kusura bakma, biz bu ülkede bunlardan çok gördük, başka kapıya” dedik diye nasıl da coştular. Bir hücum bir hücum. Ağzı köpüklü yazıların toplam resmine şöyle bir bakınca zaten Türkiye'ye hangi politikaları uygun bulanların Suriye'de de Esadçılığa mahkum olmamızı istediklerini görüyorsunuz. Nasyonalizm ile faşizm arasındaki ayrıma dikkat etmedim diye de çok bozuluyorlar. Bu nüans farkını her zaman yakalayamıyorum anlaşılan. Bakın, şimdi de bana çok bulanık görünüyor, iyi mi!

Ben bir de Somali'ye gidip etik olarak da sorunluluğu çok rahat görülebilen bir ticari anlatıyı iliştirilmiş gazetecilik üslubuyla haber yapma işini Oral Çalışlar üstlenebildi diye söylenip durmuştum. İbrahim Varlı'nın utanç verici Suriye haberinin yayınlandığı gün mahcup oldum tabii. Geri aldım sözümü. Adama sen kendi yazdığın gazeteye bak demezler mi?

Kimi ortodoks marksistler ortodoksluklarını açıktan yapamıyorlar. Devletçilik yapacaklar, duvar kenarından kenarından 'devlet illa kötü bir şey değildir iyi de olabilir, devletin işlediği cinayet doğru cinayet de olabilir' demeye getiriyorlar. Söylediklerini yüzlerine vurup siz açıktan reddederseniz de köpürüyorlar. Bu gürültülü üsluplarının gizlemeye çalıştığı ana fikir nedir, ona bakarsak, son yazısında aynı iliştirilmiş gazeteci 'Esad'ın diktatör olduğunu kabul ediyorum ama emperyalistlere yeğdir' diyordu. Tartışma bu kadar basit bir ana argüman etrafında dönüyor. Esad'ın bir diktatör olduğunu kabul ede ede ona anti-emperyalist değerler atfederek (işin bu kısmı esaslı bir ilüzyon) rejimini ve iktidarını korumak için kullandığı her tür kirli yöntem dahil olmak üzere bütün pratiklerinin arkasında durmak, ona meşruiyet sağlamaya çalışacak şekilde habercilik yapmak mı doğru sol tutumdur, yoksa hem Esad'a hem Müslüman Kardeşler'e mesafeli özgürlükçü bir sol perspektif geliştirmeye yönelmek ve Arap insanının devrimci süreçte erklenişine ve türlü güçlerce bu erkin geri alınmaya çalışılmasına odaklanmak mı doğrusudur? 'Esad diktatördür ama olsun başımızın üstünde yeri var, vurursa vurur, öldürürse öldürür, karşı koyan teröristtir' diyen bir sol Türkiye siyaseti için de nasıl bir tahayyüle sahip olduğunu açık etmiyor mu? Bir de kendi sözlerini ağabeylerine destekletmek için 'yoldaşlar tehlikenin farkında' diye haber yaptılar. Yoldaşlar dedikleri de Venezüella'nın ve Küba'nın devlet adamları, askerleri, hükümet başkanları. Chavez diyorsa Esad haklıdır öyle mi? Ulusalcılığın tu kaka olmasıyla artık mücadele edecek teorik takatleri kalmadı ya, ne kadar 'ulusalcı-anti-emperyalist' varsa “ben ulusalcı değilim ama” diye lafa başlıyorlar ikinci lafları ise şu oluyor: “emperyalizme en iyi ulus devletler direnir hem de apaçık diktatörlükler olsalar bile!” Foti Bonlisoy'un eski bir yazısı vardı BirGün'de, 'Antiemperyalizm ne değildir?' diye, bizim anti-emperyalizmimizi beğenmiyorlarsa Benlisoy'a bakıp kendi nasyonalistlikleriyle, antiemperyalizmin ne olduğundan bihaberlikleriyle orada hesaplaşsınlar. Ayrıca Suriye halkı o kadar 'geri' mi ki onları ancak Esad paklıyor, daha iyisini üretemiyorlar ve üretmeleri ihtimali de yok. Ve 'Suriyelilere bu kadar özgürlük kafi'ye karar veren merci kim? Kimin bakışı bu yukardan? Üstün Türkiyeli Araplara diktatör mü biçiyor?

Ben derim ki biz meselenin aslına dönelim. Mesele nedir? Arap baharı nasıl karşılanacak, nasıl algılanacak? Arap Baharı'na nasıl bakmalı?

Arap insanı yepyeni bir süreç yaşıyor ve özgürleşme yönünde büyük adımlar atıyor. Yepyeni bir moment bu. En ilkel emperyalist iddialardan biri de isyancıların İslamcılar olduğu iddiasıydı. El Kaide geliyor diye diye devrimci hareketleri bastırmak istediler. İsrail'in Mısır devrimine karşı tutumuyla bizim iliştirilmiş antiemperyalistlerin tutumu kesişiyor. Arap baharı Arap insanını erklendirmekle kalmadı, İspanya'ya, Yunanistan'a, Londra'ya, Diyarbakır'a da esin verdi. Bütün dünyada isyankar bir enerji dolaşıyor. Peki Tahrir ruhunun bu verdiği esin neydi? Alttaki insana dönüştürebilirsin mesajı verdiler. En temel mesaj buydu. Yapılabilir, yapabilirsin! Ama verdikleri bir mesaj daha vardı ki bizim ortodoksların uykularını kaçıran nokta da bu: yapabilirsin hem de partisiz, profesyonel devrimcisiz yapabilirsin! Aracıları aradan çıkar, sokağa çık ve kendi devrimini kendin yap! Mübarek'i mi devirmek istiyorsun, bir takım devrimcilerin ağzına bakman gerekmiyor, ceketini giy, dışarı çık ve indir! Örgütleneceksen aşağıdan örgütlen! İşte en çok bu tip mesajlar battığından bizimkilere Arap devrimlerine laf atmak için türlü yollar arıyorlar, her isyana sıktıkları antiemperyalizm ketçabı, İslam tehlikesi mayonezi en kolay, en merkezi manevralar. Buna bir de 'bakın iktidarı şu kaptı, gördünüz mü devrim birşeye benzemedi, özgürlük gelmedi işte oh olsun', diye sürüpgiden aşağılamalar dizisi eklendi. Gözleri salt iktidarda olduğu için toplumda ne değişti, siyasi kültürde ne değişti, bunları fark edemiyorlar. Bir grup Arap subay iktidara el koyup Chavezleşse de Arabistan kurtulsa diye bekliyorlar. Yeni diktatör gelmeyecekse de hiç değilse iktidardaki diktatörlere dokunulmasın! Arap devrimine huzursuz huzursuz baktıkça tek bir şey arıyorlar: komünist partisi! Komünist partisi ortalarda yok, bu nasıl devrim, komunist partisi nerede? Cevap gene basit: 68'de neredeyse orada! Kimse merak etmesin.

Hiyerarşik yapıların kontrol etmediği yepyeni devrimci süreçler yaşanıyor, insanlar erklerinin sınırlarını esnetiyorlar. Devlet propagandacılarının izinden gidip Suriye'yi İslamcılardan ibaret sanmamızı istiyorlar, halbuki sözgelimi Asaf Bayatların dediği gibi “Suriye devrimi dini motivasyonlu eylemcilerce değil büyük ölçüde hep birlikte demokratik bir düzen talep eden (dini olduğu kadar seküler) sıradan yurttaşlarca yürütülüyor.” Suriye'yi El Cezire'den takip ediyoruz diye de laf atmışlar. Ne yani salt sizden mi takip etseydik? Vah vah Esad'ın askerlerini, polislerini terörist İslamcılar öldürmüş, toplanalım da şehit cenazesine çelenk gönderelim mi deseydik? Boykot'un Suriye ile ne ilgisi olduğunu da anlamadılar. Ne süpergüçler ne de Esadlar anlamına geldiğini çözemediler maalesef.

Daha önce de dediğim gibi, bizim Suriye devrimi hakkında yaptığımız yorumlar Suriye'yi fazla bağlamaz, ama burasını etkiler. Buraya nasıl bir sol önerdiğinizi şekillendirir. Özgürlüğün hiyerarşik örgütlenmiş aracılarca özgürleştirileceklere rağmen getirilip onlara da giydirilen bir şey olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa özgürleşecek insanların kendi inisiyatifleriyle kendilerini özgürleştirdikleri sürece dendiğini mi düşünüyorsunuz? Yatay mı seviyorsunuz dikey mi? Diktatörüm ama para bende diyenleri mi tercih ediyorsunuz isyan ediyorum ama iktidarda değilim diyenleri mi?

Devrimci süreç iktidara devrimcilerin el koyduğu süreç değildir, böyle sananlar şimdi Putinler'den randevu alıp Çin'den mal getirmeye çalışıyorlar. Kalıcı devrim siyaset kültürünün dönüşmesidir. Kısmen tüm dünya özellikle Arap siyaset kültürü de isyandan ve öz-erklenmeden yana çağıldıyor bugün. Bundan heyecan duymak yerine paniğe kapılıp saldırganlaşmak için de kendi aracılık pozisyonuna fazla yatırım yapmış ve yatırımlarıma ne olacak diye kaygılanan samimiyetsiz bir 'devrimci' olmak yeterli görüyoruz ki.







Pazar, Eylül 04, 2011

İLİŞTİRİLMİŞ ANTİ-EMPERYALİZM!

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


İLİŞTİRİLMİŞ ANTİ-EMPERYALİZM!


BirGün gazetesi, 4 Eylül 2011, Dalalet 88/196




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Günümüzde bazen öyle bir antiemperyalizm geliştiriliyor ki bu anti-emperyalizmin emperyalistlere bir zararı yok ancak üçüncü dünyanın ezilenlerine var! Garip ama gerçek.


Birşeyler fena halde ters gidiyor. Katliam yapan devletin doğrudan katliamlarını aklamaya çalışan iliştirilmiş gazetecilik yapılmasına kadar gitti iş. Tabii sorunun büyük kısmının karmaşık seçeneklerin geçersiz olduğunun düşünülmesine dayandığı da öne sürülebilir. Ya Kaddafi ya Sarkozy, ya Esad ya Suudiler gibisinden basit ikilikler olarak meselelerin dayatılmasına izin vermek hızla teraziyi kopartmakla sonuçlanıyor. Referandumdaki 'Boykot' seçeneğinin siyasi diriliğini birkez daha anımsıyorum. Şimdi burada yeni 'ya Evet ya Hayır'lara sıkıştırılışımız bir de bakıyorsunuz sol perspektifin kaçınılmaz biçimde deforme edilmesinin sonucu olarak Esad rejimi yanlısı tutum almak, kolluk kuvvetlerinin cinayetlerini örtbas etmeye kalkışmak ile noktalanabiliyor. Devlet öldürülen askerlerden, polislerden bahsediyor ve sadece onlardan bahsedilsin istiyor olabilir. Bu bizim için çok tanıdık. İşte en son Hopa'da bırakınız ölümü yaralı kolluk kuvveti olduğunda dahi iktidar 'sizin şehidiniz varsa bizim gazimiz var o olayda' söylemini kullanabildi. İçerde dışarda bir tutarlılık gerekir. Biz devletin öldürdüklerinin çetelesini tutmuyor muyduk? Tersi devletçiliğin dibine vurmak değil midir? Devlet yetkililerin gösterdiği yanmış karakol binalarına bakıp da burada bir sürü polis ve asker öldürülmüş diye haber yapmak nasıl bağdaşıyor sol bir bakışla? Teröristler kolluk kuvvetlerini sebepsiz yere öldürmüşler, kolluk kuvvetleri kimseye bir şey yapmamış, asayiş berkemalmış, devletine bağlı gençlik Esad tşörtleri içinde dolaşıyormuş öyle mi? Şam sokakları aydınlık ve oldukça bakımlıymış, muhalifler gazeteciler geldi diye mahsus yürüyüş düzenliyorlarmış!?! Bu tarz bir haber Hakkari'ye gidilip yazılsa ne derdik acaba...

Benim görebildiğim şu: bir tür anti-emperyalizm adına Libya ve Suriye örneklerinde iki taraftan birini tutması gerektiğini zanneden, hala 'boykot' seçeneğinin siyasi gücünü farkedemeyen kimi solcular Kaddafi ve Esad yanlılığına kadar işi çekebildiler. Özellikle Suriye karşımıza bir de İslam kartı çıkardı. Düşmanımın düşmanı dostumdur taktiği abartıldı. AKP Suriyeli İslamcı muhaliflerle irtibat halinde diye, sünni muhalifler devrede diye Esad övülüyor. Sanki Esad kaybederse Türkiye'de de İslamcılar güçlenir diye bir korkuyla hareket ediliyor. Şam'da ramazan dindarlığının, mahalle baskısının yokluğundan dem vuruluyor ve aman denilip 'Esad'ıma dokunma!' bile dllendiriliyor. Anlaşılmayan nokta neden her iki tarafa da mesafeli olma seçeneği yokmuş gibi davranılıyor. Bir de tabii ABD kime karşıysa onu biz destekleyelim tarzı bir anti-emperyalist düşmanımın düşmanı dostumdur motivasyonu var.


Anti-emperyalizm, emperyalizm dışında herkese zarar vermeye devam ediyor galiba. Kurnaz bir sol devletçiliğin doğurucusu ve sol-kalkanı olarak anti-emperyalizm kategorisinin kullanılmasına aşinayız. Hatta nasyonalizmi perdelemekte de çokça kullanıldı, kullanılıyor. Şimdi de Esadcılık olarak karşımıza çıktı. Suriye'ye tarihi bir sol gönül borcu, Bekaa vadisi anılarının gözleri kapatan ağırlığı gibi gerekçelerse eğer dilleri kamaştıran öğe, bu hesaplaşma da yapılarak günün isyancı tavrı çatılabilir. O da mümkün.


Aslında bu tip savrulmalar Suriye'deki siyasi hayata fazla yansımıyor. Türk sosyalistlerinin ne yaptığı, ne dediği, Suriye'nin özgürleşmesini pek etkileyecek gibi görünmüyor. Ama Türkiye siyasetini doğrudan etkiliyor. Buradaki sol bakışın dünya siyasetine bakışı bu mu olacaktır? Herhangi bir yerdeki özgürlük mücadelesi ucu ABD'ye veya AKP'ye yarıyorsa kötü müdür? Anti-emperyalizm de iyice her kilide sokulup zorlanan bir anahtara dönüştü. Hiçbirini de açamıyor. Daha karmaşık bir şema ile karşılaştığımızı neden kabul edemiyoruz, kendi konumumuzu koruyup eleştirel önerilerimizi neden geliştiremiyoruz? Şunlar ilgili bir yazıdaki en temel referanslar olmalı değil mi: Esad rejimi baskıcı, belki giderek bizim de dönüştüğümüz gibi, özgürlüklerin düşmanı bir polis devleti rejimidir, muhalifleri yabancı ülkelerin desteklemesi gerekçesiyle gayrımeşru kılmaya çalışmak Türkiye'de Kürtlere karşı çok yapılmış ve halen yapılmakta olan bir hiledir, özgürlükçü sol bir bakış bütün uluslararası planları deşifre etmeye, güç odaklarının hareketlerini görünür kılmaya, özgürlükçü girişimleri işaret etmeye, muhaliflerdeki arızalara karşı uyarılarını özenle çatmaya ve ülkedeki solun en yakın öğelerini öne çıkarmaya çalışmalı değil midir?


Çeşitli bahanelerle polis devletlerini destekleyen bir sol Türkiye içinde polis devleti yeşeriyor diye isyan ettiğinde kafalar karışmayacak mı? Veya şimdi ABD Türkiye iktidarına ters düşerse anti-emperyalizmin gereği Türkiye iktidarını desteklemek mi olacak?!?


Şam'dan, Ankara'dan, Trablus'tan uzak duralım... Ezilen isyan ettiğinde “senin isyanın geçersiz çünkü senin ütopyan mükemmel değil” denemez. Önce isyan edecektir. “Mükemmel senin anandır” der çıkar işin içinden. Ezilen isyan ettiğinde “senin isyanın geçersiz çünkü efendinin bazı rakipleri bu isyana bakıp kıs kıs gülüyorlar sana da çaktırmadan ekmek su gönderiyorlar” denemez. Ezilen bulduğu ekmeği yer, suyu içer ve indirebiliyorsa Robinson'ı indirir. Cuma'nın öncelikli derdi değildir uluslararası ilişkiler. Süpergüçler haritalarını açtıklarında petrodolardan başka bir şey göremiyor olabilirler, ama bizim insanları görmemiz gerekiyor. Diyarbakır'a, Bengazi'ye, Hama'ya bakan bunu akılda tutmalı...

İLİŞTİRİLMİŞ ANTİ-EMPERYALİZM!

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


İLİŞTİRİLMİŞ ANTİ-EMPERYALİZM!


BirGün gazetesi, 4 Eylül 2011, Dalalet 88/196




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Günümüzde bazen öyle bir antiemperyalizm geliştiriliyor ki bu anti-emperyalizmin emperyalistlere bir zararı yok ancak üçüncü dünyanın ezilenlerine var! Garip ama gerçek.


Birşeyler fena halde ters gidiyor. Katliam yapan devletin doğrudan katliamlarını aklamaya çalışan iliştirilmiş gazetecilik yapılmasına kadar gitti iş. Tabii sorunun büyük kısmının karmaşık seçeneklerin geçersiz olduğunun düşünülmesine dayandığı da öne sürülebilir. Ya Kaddafi ya Sarkozy, ya Esad ya Suudiler gibisinden basit ikilikler olarak meselelerin dayatılmasına izin vermek hızla teraziyi kopartmakla sonuçlanıyor. Referandumdaki 'Boykot' seçeneğinin siyasi diriliğini birkez daha anımsıyorum. Şimdi burada yeni 'ya Evet ya Hayır'lara sıkıştırılışımız bir de bakıyorsunuz sol perspektifin kaçınılmaz biçimde deforme edilmesinin sonucu olarak Esad rejimi yanlısı tutum almak, kolluk kuvvetlerinin cinayetlerini örtbas etmeye kalkışmak ile noktalanabiliyor. Devlet öldürülen askerlerden, polislerden bahsediyor ve sadece onlardan bahsedilsin istiyor olabilir. Bu bizim için çok tanıdık. İşte en son Hopa'da bırakınız ölümü yaralı kolluk kuvveti olduğunda dahi iktidar 'sizin şehidiniz varsa bizim gazimiz var o olayda' söylemini kullanabildi. İçerde dışarda bir tutarlılık gerekir. Biz devletin öldürdüklerinin çetelesini tutmuyor muyduk? Tersi devletçiliğin dibine vurmak değil midir? Devlet yetkililerin gösterdiği yanmış karakol binalarına bakıp da burada bir sürü polis ve asker öldürülmüş diye haber yapmak nasıl bağdaşıyor sol bir bakışla? Teröristler kolluk kuvvetlerini sebepsiz yere öldürmüşler, kolluk kuvvetleri kimseye bir şey yapmamış, asayiş berkemalmış, devletine bağlı gençlik Esad tşörtleri içinde dolaşıyormuş öyle mi? Şam sokakları aydınlık ve oldukça bakımlıymış, muhalifler gazeteciler geldi diye mahsus yürüyüş düzenliyorlarmış!?! Bu tarz bir haber Hakkari'ye gidilip yazılsa ne derdik acaba...

Benim görebildiğim şu: bir tür anti-emperyalizm adına Libya ve Suriye örneklerinde iki taraftan birini tutması gerektiğini zanneden, hala 'boykot' seçeneğinin siyasi gücünü farkedemeyen kimi solcular Kaddafi ve Esad yanlılığına kadar işi çekebildiler. Özellikle Suriye karşımıza bir de İslam kartı çıkardı. Düşmanımın düşmanı dostumdur taktiği abartıldı. AKP Suriyeli İslamcı muhaliflerle irtibat halinde diye, sünni muhalifler devrede diye Esad övülüyor. Sanki Esad kaybederse Türkiye'de de İslamcılar güçlenir diye bir korkuyla hareket ediliyor. Şam'da ramazan dindarlığının, mahalle baskısının yokluğundan dem vuruluyor ve aman denilip 'Esad'ıma dokunma!' bile dllendiriliyor. Anlaşılmayan nokta neden her iki tarafa da mesafeli olma seçeneği yokmuş gibi davranılıyor. Bir de tabii ABD kime karşıysa onu biz destekleyelim tarzı bir anti-emperyalist düşmanımın düşmanı dostumdur motivasyonu var.


Anti-emperyalizm, emperyalizm dışında herkese zarar vermeye devam ediyor galiba. Kurnaz bir sol devletçiliğin doğurucusu ve sol-kalkanı olarak anti-emperyalizm kategorisinin kullanılmasına aşinayız. Hatta nasyonalizmi perdelemekte de çokça kullanıldı, kullanılıyor. Şimdi de Esadcılık olarak karşımıza çıktı. Suriye'ye tarihi bir sol gönül borcu, Bekaa vadisi anılarının gözleri kapatan ağırlığı gibi gerekçelerse eğer dilleri kamaştıran öğe, bu hesaplaşma da yapılarak günün isyancı tavrı çatılabilir. O da mümkün.


Aslında bu tip savrulmalar Suriye'deki siyasi hayata fazla yansımıyor. Türk sosyalistlerinin ne yaptığı, ne dediği, Suriye'nin özgürleşmesini pek etkileyecek gibi görünmüyor. Ama Türkiye siyasetini doğrudan etkiliyor. Buradaki sol bakışın dünya siyasetine bakışı bu mu olacaktır? Herhangi bir yerdeki özgürlük mücadelesi ucu ABD'ye veya AKP'ye yarıyorsa kötü müdür? Anti-emperyalizm de iyice her kilide sokulup zorlanan bir anahtara dönüştü. Hiçbirini de açamıyor. Daha karmaşık bir şema ile karşılaştığımızı neden kabul edemiyoruz, kendi konumumuzu koruyup eleştirel önerilerimizi neden geliştiremiyoruz? Şunlar ilgili bir yazıdaki en temel referanslar olmalı değil mi: Esad rejimi baskıcı, belki giderek bizim de dönüştüğümüz gibi, özgürlüklerin düşmanı bir polis devleti rejimidir, muhalifleri yabancı ülkelerin desteklemesi gerekçesiyle gayrımeşru kılmaya çalışmak Türkiye'de Kürtlere karşı çok yapılmış ve halen yapılmakta olan bir hiledir, özgürlükçü sol bir bakış bütün uluslararası planları deşifre etmeye, güç odaklarının hareketlerini görünür kılmaya, özgürlükçü girişimleri işaret etmeye, muhaliflerdeki arızalara karşı uyarılarını özenle çatmaya ve ülkedeki solun en yakın öğelerini öne çıkarmaya çalışmalı değil midir?


Çeşitli bahanelerle polis devletlerini destekleyen bir sol Türkiye içinde polis devleti yeşeriyor diye isyan ettiğinde kafalar karışmayacak mı? Veya şimdi ABD Türkiye iktidarına ters düşerse anti-emperyalizmin gereği Türkiye iktidarını desteklemek mi olacak?!?


Şam'dan, Ankara'dan, Trablus'tan uzak duralım... Ezilen isyan ettiğinde “senin isyanın geçersiz çünkü senin ütopyan mükemmel değil” denemez. Önce isyan edecektir. “Mükemmel senin anandır” der çıkar işin içinden. Ezilen isyan ettiğinde “senin isyanın geçersiz çünkü efendinin bazı rakipleri bu isyana bakıp kıs kıs gülüyorlar sana da çaktırmadan ekmek su gönderiyorlar” denemez. Ezilen bulduğu ekmeği yer, suyu içer ve indirebiliyorsa Robinson'ı indirir. Cuma'nın öncelikli derdi değildir uluslararası ilişkiler. Süpergüçler haritalarını açtıklarında petrodolardan başka bir şey göremiyor olabilirler, ama bizim insanları görmemiz gerekiyor. Diyarbakır'a, Bengazi'ye, Hama'ya bakan bunu akılda tutmalı...

Pazar, Ağustos 28, 2011

FENERBAHÇE CUMHURİYETİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NDEN KOPUYOR!

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


FENERBAHÇE CUMHURİYETİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NDEN KOPUYOR!


BirGün gazetesi, 28 Ağustos 2011, Dalalet 87/195




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Fenerbahçelilik giderek daha çalımlı bir kimliğe dönüşmekte Türkiye'de. Eskiden rakipleri sinirlendiren 'Bir Gün Herkes Fenerbahçeli Olacak' diye kibirli bir sloganı vardı. Şapkalara ısrarla bu slogan yazılıyordu. Neden Fenerbahçe'yi kafaya taktınız denen rakip taraftarlar bu sloganın rahatsız ediciliğini işaret ediyorlardı. O sloganda, meşhur Fenerbahçe Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerine oturma tehdidi savuruyordu. Buradaki tek hakim biz olacağız, tek büyük biz olacağız, tek başımıza bütün cumhuriyeti temsil edeceğiz tehdidiydi bu. Zaman zaman rakiplerinden kopma sinyalleri de vererek iyice bu tehdidin gerginliğini arttırıyordu. Amatör branşlardaki mutlak üstünlük, futbol takımının sık sık bir seri yakalasa diğerlerinden kopacakmış izlenimi veren istikrarlı başa oynama adeti, 3-0'dan geri dönülen efsanevi Galatasaray ve Gaziantep maçlarını anımsatacak şekilde Denizli faciası gibi facialardan geri dönebilme becerisi hatta bu tür başka hiçbir takımın başına gelmeyen, gelmemiş, muhtemelen de gelmeyecek bir hadisenin tekrarıyla dahi başaçıkabilme ve dağılmama geleneği, rakiplerin Fenerbahçe'ye karşı dayanışma yapması fikrinin giderek normalleşmesi ve buna tenezzül etmemesi beklenecek takımları dahi kapsayabilmesi, ezeli rakibe karşı istisnasız üstünlüğün bir gelenek halini alması ve kırılamaması, 'Bir Gün Herkes Fenerbahçeli Olacak' tehdidinin nesnel karşılıklarını oluşturuyordu. Diğerlerinden kopma yetisini yedekte tutma duygusunun gururu, mağrurluğu, alıştırdığı yukardan bakma tutumu zor direnilen bir cazibe sunmakla birlikte bu sloganda hayli itici bir yan da bulunuyordu. Halbuki Fenerbahçe boşuna Fenerbahçe Cumhuriyeti adını almamıştı. O Türkiye cumhuriyeti içinde ayrı bir cumhuriyetti. Ve Türkiye Cumhuriyetini içerden 'işgal' etmeye ve yurttaşlarını asimile etmeye niyetlenmesi hiç de vaadkar görünmüyordu. Ki zaten 'tek' olma arzusu son derece problemli bir seri olduğu bilinen 'tek devlet, tek millet, tek din, tek ırk' serisine 'tek takım'ı eklemeye meyyal bir arzuydu. İşte bu 'tekçi' eğilimden hoşlanmayan Fenerbahçeliler için hayırlı bir gelişme yaşanıyor şu günlerde (ya da bir süredir): Fenerbahçe Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti'nden kopuyor! FC vs TC (FC TC'ye Karşı) davası olarak yaşıyor Fenerbahçeliler bu davayı. Artık 'Bir Gün Herkes Fenerbahçeli Olacak' şapkaları üretilmesin. Bunlara bir son verilsin. Fenerbahçeliler artık bunu istemiyor. Bu eğilim çok şükür Fenerbahçe içinden düştü. Yerine ne geldi peki? Bakalım.


Aslında daha şampiyonluk kutlamaları sırasında hissedilmişti yerine gelen slogan: Biz Bize Yeteriz! Fenerbahçeli artık kimseyi ele geçirmek, kendine katmak, dönme ordularıyla seferlere koşmak arzusu taşımıyordu. Hatta asimilasyonu bırakın her tür ittifak ihtimalini dahi defterden silmişti. Karşısındakilerin bir gün Fenerbahçeli olmasını istemiyordu. Tersine onları hep rakip kalmaya çağırıyordu. Sizinle hiçbir zaman ittifak yapmayacağım, her zaman çatışmaya hazırım. İstediğiniz gibi kendi aranızda birlik oluşturabilirsiniz. Ukalaca, ama şuna buna pusu kurmaktan çok düelloya davet etmeye eğilimli bir perspektif.


Ancak bu reaksiyon giderek devleti ve iktidarı da karşısına aldı. Şampiyonluk öncesinde Fenerbahçe şampiyon olmasın diyen devlet adamları, Trabzon lehine iradeyi diline dolamış Wikileaks belgeleri vs derken Fenerbahçe devletle birebir karşı karşıya gelinen noktayı da buldu. Artık siyasi tutuklanmalar estetiğinde Fenerbahçe operasyonları yapılıyor. Cuma günkü BirGün gazetesinin baş sayfasına bakıyorum. Kimi daha önce yayımlanmış ilgili köşe yazılarını hatırlıyorum. Artık Fenerbahçe ile ilgili haberlerde menajerlerden, topçulardan, taraftar derneklerinden değil cemaat parmağından, yeni TC'nin futbola 'da' el koyma faaliyetlerinden, hukuksuz yargılanmalardan, saçmalıklardan, tutarsızlıklardan, diğer pek çok davadan bildiğiniz temalardan sözediliyor. Böyle bir kulüp oldu Fenerbahçe.


Denizli faciasından sonra olduğu gibi, dağılıp dağılıp toparlanma kültürü gelişmekte Fenerbahçe taraftarında. Rakiplerin sayısıyla beraber cüsselerinin de azmanlaştığı, kulübün, taraftarın gücünün sınandığı duygusunu hissediyorlar. Eski kibrin yerini başka bir kibir aldı. Çatışkan bir özgüven geliştiriyor Fenerbahçe taraftarı. Biz bize yeteriz fikri büyüyor. Narsistik bir sıfırdan doğarız teması devrede. Konuştuğum her taraftar İkinci Lig'e değil amatör kümeye düşürülmek istiyor. Hulk'un öldürücü yumruğunu yedikten sonra zorlukla doğrulup dişleri dağılmış ağzına aldırmadan “bütün yapabildiğin bu mu?” der gibi...


Futbol entelektüellerinin futbolu en azından bir süreliğine terketmeleri gerektiğini düşündüğümü söylemiştim. Ancak sadece onlar değil ortalama futbol yorumcuları da üzerinde konuşacak anlamlı bir futbol platformu bulamaz hale gelmekteler gördüğüm kadarıyla. Lig asla eskisi gibi olmayacak. Fenerbahçeli de lige eskisi gibi bakmıyor bugün. Fenerbahçeli Türkiye Ligi'ni kazanmak değil Türkiye Ligi'ni yenmek istiyor artık. Bu mitsel, metaforik anlatıların fiili karşılıkları sertlik, şiddet ve çatışma da içerme riski barındırıyor. En kötüsü de bu.


Kısacası; Fenerbahçe Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti'nden kopuyor. Özerkliğini ilan etme yoluna girdi yavaş yavaş...


Cumartesi, Ağustos 20, 2011

NEO-EMPERYAL TÜRKİYE

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


NEO-EMPERYAL TÜRKİYE


BirGün gazetesi, 21 Ağustos 2011, Dalalet 86/194




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Savaş uyandı. Savaş, yeni bir güne başlıyor, geriniyor, kaslarını esnetiyor. Nefesini içine çekiyor. Yeni güne gözlerini alıştırıyor.


Türkiye iktidarı, doğrudan söylersek, içerisini bitirdik şimdi sıra dışarıda havasında. İçerideki rakiplerini ve de düşmanlarını tek tek devirip tüm ülkeyi tek bir ya sev ya terket potasında eriten iktidar partisi ve hareketi artık bir parti ve hareket olmaktan çıktı ve tam teşekkülü bir devlet oldu. Bu devletin tümgüçlü iktidarı olarak dolayısıyla bugün yekpare biçimde büyük harfle Türkiye İktidarı'nı kapsıyor. Ülke içindeki mutlak hakimiyetin bir sonraki adımı kaslarını dışarısının ayazında hayal etmek. Şimdi gücünü dışarıda denemek istiyor. Bunu hakettiğini düşünüyor.


Suriye ve Kandil askeri tahayyülleri, Somali ticari atılımıyla birlikte düşünülmeli. Savaş sistemin sağlığıdır denir. Gürbüz bir sistem arayışı iç savaşların ardından dış savaşlara getiriyor sırayı.


Bu noktada enteresan bazı detaylar da dikkat çekmiyor değil. Birincisi, iktidar artık Kürt meselesini bir dışişleri meselesi olarak alıyor. Dışarısıyla kendini denemenin bir ilk sınavı olarak Kürt erkini gözüne kestiriyor. Ki Kürtlerin mental olarak Türkiye'den bir süredir koptukları gözleniyordu. Bu kopmanın bir onaylanmasıdır iktidarın yaptığı.


Bu arada, Kürtler dışişlerinin meselesi olurken, Suriye'den içişlerimiz sayılır diye sözediliyor. Sünnilik tabanlı bir Suriye muhalefetinin içişleri vurgusuna zemin oluşturduğu, seküler Kürt hareketinin ise dışarıda konumlandırıldığı öne sürülebilir. Türkiye artık Kürt hareketini bir dış düşman gibi karşısına almaktan sözediyor. Savaş boyası dili kullanılıyor.


Bülent Kale'nin bianet'teki “Somali: İnsanlık Ölmedi Ticaretle Uğraşıyor” yazısında gösterdiği gibi Somali operasyonu çok büyük bir ticari operasyonun kilit noktası olduğu için bu denli mühim. Ve bu operasyon Suriye tehditleri, ve seküler Kürt hareketine karşı tehditle birleşiyor. İçeride dediğim dedik, kuralsız ve rakipsiz bir yönetim şekillendikçe polis devleti tonunun arttığını vurgulayanlar bu polis devletiyle dışarıda savaş arzusunun çeliştiğini düşünebilirler. Oysa süreklilik de gözlenebilir bu iki hatta. Ticaret, tebliğ ve zor üçlüsünün bir kombinasyonu her durumda kullanılıyor. İş Somali'den zenci köle getirme hayallerine kadar vardı! Zaten çalışan hakları konusundaki tavizsiz işveren yanlısı perspektif, işverenin çalışanlara 'ekmek veren' kişi olduğu muhafazakar fikri sistemle uyum içinde büyüyor, giderek daha hakim hale geliyor. İşverenin sömürmekle başlattığı 'yardım'ını zekat vs ile sürdürmesi ile Somali'ye yardım demagojisinin de apaçık sürekliliği mevcut. Sistemin toplam muhafazakarlığının kemikleşmesiyle rüzgarın kendilerinden yana tümgüçle estiğini hisseden Anadolu erkeklerinin eşlerini, eski eşlerini, sevgililerini, eski sevgililerini, erişebildikleri kadınları Norveçli faşist gibi tek tek vurmaları, vurmayanların da vurma tehdidiyle sindirmeleri, her yerde erkekegemenliğin önünün açılmasının bu tür somut saldırılarla taçlanması gibi, her örnekte koşulsuz işveren yanlısı, koşulsuz işçi karşıtı, çalışan haklarını neo-Özalizmin ülke ekonomisini ileri taşıması önünde bir ayak bağı olarak gören tümgüçlü iktidar döneminde de artık işverenler köle işçi getirmeyi dahi hayal edebiliyor ve bunu dillendirebiliyorlar.


Ayrıca bu meselenin Kürt siyasetiyle bir başka bağı daha bulunuyor. Sırrı Süreyya Önder, seçimlerden önce Express seçim özel sayısına verdiği bir mülakatta, biraz da radikal solun Kürt blokunda yer almasının bir gerekçelendirmesi olarak, günümüzde Türkiye'nin neredeyse bütün bölgelerinde işçi sınıfının temelde Kürtlerden oluştuğunu söylüyordu. Kritik bir nokta ve seçimden sonra da üzerinde durulmayı hakediyor. Tuzla'daki işçilerden kot işçilerine, oradan mevsimlik işçilere kadar uzanan bir işgücü. Bu sahne Afrika'dan müslüman köleler getirip asi Kürtleri tasfiye etme, ekonomiden ve Türk bölgelerinden de defedip bir bölgede sıkıştırma ve orada meseleyi zor yoluyla çözme tehdidine bizi götürüyor olmasın?


Eskiden Türkiye'nin bir sömürge mi olduğu yoksa kendisinin mi sömürgeci olduğu tartışmaları olurdu. Şimdiki emeller de Osmanlıcılık üzerinden tartışılıyor. Aslında yapılan neo-emperyal bir hayal olduğu için adı böyle konmakta. Yoksa sözgelimi Libya'daki itaatkar tutumlar son adamına kadar ezilmiş bir medyaya mahkum edilmiş olmasak hasta adam imgesiyle vs de tartışılabilirdi. Ama aslında daha çok soğuk savaş dönemi Türkiye'si ile hasta adama bir ayağı basarken diğer ayağını İstanbul'un fethinde tutan bir emperyal figür olarak o kadar güçlü olmayan Türkiye savaş boyalarıyla hem gücünü arttırmaya ihtiyaç duyuyor hem de daha güçlü gözükmeye. Savaş, saldırı, kavga, agresif bir ticaretle ve bir tür misyonerlikle birlikte zayıflıkları örten ve hatta zayıflıkları ilerde yokedeceğine inanılan bir formül neo-emperyal Türkiye için...




Pazar, Ağustos 07, 2011

GİDENLERİN ARDINDAN

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


GİDENLERİN ARDINDAN


BirGün gazetesi, 7 Ağustos 2011, Dalalet 84/192




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Ölen yazarların, sanatçıların ardından yazılan 'ardından' yazılarındaki ciddiyetsizlik, keyfilik ve benmerkezcilik hayret ettiriyor beni. Türkiye'de hayatını kaybeden sanatçıların ardından doğru düzgün yazılar okuyamıyoruz. Daha yeni, bir yazar sonra da bir sanatçı hakkında yazılmış uğurlama yazılarını okudum. Akıl alır gibi değil. Uğurlayanlar hayata veda eden isimle kişisel maceralarına mutlaka özel bir önem atfediyorlar; yok efendim şu kadar yıldır tanırdım, has adamdı, güzel adamdı, bir taneydi, biz onunla ne biçim eğlenmiştik ama, çok olağanüstü bir dostluğumuz vardı, siz bilmezsiniz. Şunu söylüyorlar özetle: ben ayrıcalıklı biriydim, siz uzak okurların romanlarından tanıdığı kişiyi şahsen tanıyordum, onunla özel anlar paylaşıyordum, işte size de şimdi bu özel anlardan bir yudum koklatıyorum. Ama gerçekte bu güzellikler hem tercüme edilemez niteliktedir hem de sözkonusu kişi hayata gözlerini kapadığından yinelenemezdir. Dolayısıyla ben yaşadım, biz yaşadık ve bitti.

'Ardından' yazılarını bundan sonra sanatçıyla kişisel hiçbir anısı olmayanlar yazmasına özen gösterilse keşke diyorum. Asıl amaç geri hatırlansa: aramızdan birini kaybettik, o kişi yaşarken şunları şunları yapmıştı, şu şu yaptıkları bu bu sebeplerle önemliydi, şöyle bir etkide bulunmuştu vs vs.


ÖCALAN TAPINCI ENSTRÜMANI

Türkiye sivilleşiyor diyenler cezaevi operasyonlarının Hayata Dönüş diye adlandırılmasına benzer bir adlandırma siyaseti güdüyorlar. Yoksa Türkiye sınıfın köşesinde otoriter ayağını değiştiriyor sadece. Türkiye otoriter, baskıcı, hiyerarşik, tek tip, piramidal, tepeden inmeci, özgürlüklere kapalı, basınsız, eleştirisiz, gaddar rejimler üretmek konusunda tecrübeliydi zaten, bugünlerde kendi rekorlarını egale etmekle, kendi rekorlarını kırmanın hayalini kurmakla meşgul. Türkiye iktidar aygıtı gece yatağına yatınca bir sonraki rekoru hangi boyunda kırsam diye düşünerek uykuya dalan bir Sergei Bubka pozisyonunda. Öte yandan Kürt hareketi Türkiye'den mental olarak kopmakla kalmadı aynı zamanda da sivilleşti. Ya da bu anlamda da Türkiye'den koptu demek gerek. Türkiye giderek daha fazla baskıya yatırım yaparken, sistemi özgürlüklerin iptali üzerine inşa ederken, Kürt hareketi bu çerçeveden dışarı çıktı, kendisi başka, özgürlükleri arayan bir iklimde yaşamaya başladı. Bu çerçevede Öcalan tapıncını her bir uzak bireyi tek tek erklendirmeye ve genel olarak iktidarı gayrımeşrulaştırmaya yarayan bir enstrüman olarak kullanıyorlardı. Öcalan rolüne ayak uydurmaya çalışıyor bu dansta. Neferleşme sürecini geliştiriyor. İmzalanmayacak ve imzalanamaz protokollerin görüşmelerini bir takım 'heyetlerle' yürütmekten ben aradan çekilirim resti çekebilmeye kadar üzerine ne düşerse yapıyor, ne görev düştüğünü anlamaya çalışıyor.


Öcalan'ın aradan çekilme restiyle her iki tarafı tehdit etmeye çalışmıyor yani. Öcalan asla 'yiyin birbirinizi' demiyor. Öcalan bir 'biz'in parçası ve giderek daha neferleşen bir parçası. Öcalan yiyin birbirinizi diyebilecek bir mesafede değil. İmralı'yı fiilen içerisi olduğu ölçüde harekete göre de dışarısı olarak lanse etmeye çalışan iktidar yanlısı liberaller hareketin Öcalan enstrümanını kullanışındaki esneklik karşısında şoke oluyorlar ve esnekliği yok sayarak yok etmeye kalkışıyorlar. Ama bu şekilde Kürt hareketini yok edebileceğimiz günler geride kaldı. Geride kaldı derken Kürtler kendileri geride bıraktılar, kendi çabalarıyla başka bir devir açtılar. Öcalan her iki devri de yaşadı. Şimdi 'heyetle' görüşen esasında sokaklarda taş atan ve gencecik yaşta hayatıyla oynanan çocuklardır. Heyetlerle onlar görüşüyorlar. Ve heyete onlar rest çekiyorlar. Öcalan uyum sağlıyor sadece başarıyla...





Pazar, Temmuz 31, 2011

ŞİKESİZ, TERTEMİZ BİR KAPİTALİZM!!!

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


ŞİKESİZ, TERTEMİZ BİR KAPİTALİZM!!!


BirGün gazetesi, 31 Temmuz 2011, Dalalet 83/191




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


İlk soru şuydu: şimdi, düne kadar futbola zihinsel yatırım yapan ve okurlarından da yapmalarını talep eden futbol entelektüelleri bu şike soruşturmasından sonra ne yapacaklar? Kendilerini nasıl rahat hissedecekler? Bundan sonra bir oyuncu bir topu zıt geçtiğinde belki de hayatının volesini vurup vurmadığını nereden bileceğiz? Yakalanmamış olmasından mı? Cemaate yakın bir isimse ya? Futbola atfedilen bütün o anlamlar ne olacak? Hani duygusal, sosyal, binbir hayat sahnesi sunuyordu bize yeşil sahalar? Onu bırakın okur nasıl ikna edilecek? İncelikli analizleri, güzel benzetmeleri, kavramsal perspektifleri, futbolcuların serüvenlerini tek tek gözetmeyi takım ruhuyla ve oyunun ruhuyla ustaca harmanlayan yorumları okuduktan sonra içinde bir kuşku kalan okur şöyle demeyecek mi: “bunlar böyle iyi güzel yazıyorlar da acaba gerçekte ne oldu, bir Ahmet Çakar ile Erman Toroğlu'na bakiyim en iyisi!”


Futbulda ne olup bittiği futbol ulemalarından sorulurmuş meğerse havası doğmadı mı bütün bunlardan? Endüstriyel futbol intikamını bir şike soruşturmasıyla alıverdi işte. Bütün anlamı söktü aldı. Evet şike soruşturmasının kendisi şike gibi görünüyor diyenleri anlıyorum. Türkiye'de tutuklamaların, eşlik eden basın yoluyla gayrımeşrulaştırma plotlarıyla yürütüldüğünü bilmeyen yok artık. Kimse salt tutuklanmıyor, herkes aynı zamanda bir de hikaye ile tutuklanıyor. Biri tutuklanınca basına hangi haberlerin hangi dille yaptırtılacağının metnini kimler yazıyor, nasıl bir çalışma ekibi acaba? Bu tutuklama eşlikçisi haberlerin yazılması kitap tanıtımı olarak basın duyurularının birebir kullanılmasına benziyor ama o duyurular çok küçük yer kaplar, halbuki burada ana haber onlardan oluşuyor.


Rıdvan Akar herkesi, bütün futbol entelektüellerini bir manifestoyla kurtarabildi mi? Benim gibi futbol entelektüeli olamamakla birlikte ağzına futbol terimlerini dolamadan konuşamayan çeperdekileri dahi rahatlatacak bir çerçeve sağlayıverdi çok şükür Akar.


Ama bu dondurmanın bu sıcaklarda hızlı eriyeceğini tahmin ediyorum. Biz küresel kapitalizme bir Alman firması Türkiye'den ihale almak için rüşvet verdi diye mi karşıyız? Yoksa küresel kapitalizm olduğu için mi? Endüstriyel futbol endüstriyel futbol olduğu için mi kötüydü yoksa bazı hakemlerle bazı futbolcular, bazı menajerler, bazı mafyalar ve bazı bahisciler bazı maçları ayarladıkları için mi?


Futbol ulemaları her topun arkasında bir komplo ararlarken bize fazla yavan geliyorlardı. Onları dinlemekten hoşlanmıyorduk. Çünkü haklı olmaları halinde futbolda üzerine düşünecek, konuşacak, ciddiye alacak bir şey de yok demekti. Biz de futbolu ciddiye alabilmek adına onları defterden sildik. Fakat sonra kendisi şike mike de olsa bir şike soruşturması çıktı masaya. Şimdi futbolu ciddiye almak eskisi kadar kolay değil ve bir süre de olmayacak.


Konuyla ilgili en iyi yorum bence Akar'ın kirlileri dışarıda gösterip taraftarlık alanını temiz, barınılabilir ve günahsız bir yer olarak kodlamaya çalışan manifestosu değil, Bülent Somay'ın “artık biliyoruz, bildiğimizi de biliyoruz” yorumuydu. Biz baştan beri suçun farkındaydık, aptal değiliz ya, ama hoşumuza gidiyordu, bildiğimizi bilmek istemiyorduk, bilmemeyi de başarıyorduk. Şimdi artık mümkün değil. Bunu elimizden aldılar. Şikecilerin oyunu değil bizim oyunumuz bozuldu. Endüstriyel futbolda 'adil oyun' kavramı neo-liberal kapitalizmde 'adil sömürü' gibisinden kendi kendini aklamaktan başka işlevi olmayan bir kavram. Acımasız bir zincir ne kadar 'fair trade' (adil ticaret) yapabilirse Şampiyonlar Ligi de o kadar 'adil oyun' oynayabilir. Somay'ın “biz de artık Barcelona maçlarını seyrederiz” tesellisinin kendisini de kesmeyeceğini tahmin ediyorum. Goloğlu'nun dediği gibi, bizim mahallenin çocukları top oynamadıktan sonra ne kadar duygusal yatırım yapılabilir ki bu oyuna? Hem unutmayalım, Baliç İspanya'dan döndüğünde Real Madrid ve Barcelona'dan aldığı teşvik primlerinin ne tatlı paralar olduğunu ballandıra ballandıra anlatmıyor muydu? Hoş, Somay da zaten 'İspanyol savcıları uyanana dek' çekincesini koymuştu.


Benim baştan beri savunduğum pozisyon belli: ben futbol tutkusunun rasyonalize edilmesine, futbol ile insanlık bir fayda görebilirmiş gibi yapılmasına, futbol daha güzel bir yer olursa dünya da daha güzel bir yer olurmuş izleniminin uzaktan dahi olsa verilmesine, futbol tutkusunun sol değerlerle geliştiğinin ucundan dahi olsa ima edilmesine hep kuşkuyla baktım. Endüstriyel futbol kültürünün futbol entelektüellerince ülkemizde delinmesi harikaydı, ve kültür endüstrisine karşı çıkışlara da ilham olasıydı. Ama bir mesafeyi hep korumak da gerekiyordu. Ben futbolu irrasyonel bir tutku olarak kabul etmemizi öneriyorum. Takım aidiyetlerinin açıklanamaz olmasına, çocukluğa bir sadakat olarak irrasyonelliğe sadakatla yürütülmesini savunuyorum. Ortada öyle ya da böyle bir tür fanatizm yoksa bunca zamanı, emeği, duygusal ve zihinsel odaklanmayı hakedecek bir şey sunamaz futbol. Renk aşkı 'deli diyorlar bana, desinler değişemem' tarzı bir akıl yürütmeden fazlasını gerektirmez iş savunma yapmaksa. Serde anarşistlik varsa kişi St. Pauli'yi tutabilir, kaşkolunu takabilir, ama çocukken o formayı geçirmediyse üzerine bir daha da kalbi küt küt atmaz. Bu kalp atışının da bir açıklaması yoktur. Olması da gerekmiyor. Kim Dante'ye “neden Beatrice” diyebilir?


Futbol kulüplerini siyasi operasyonlarla ele geçirmenin planları yapılıyorsa eğer artık bunu tartışmanın futbol aşkı ile bir ilgisi kalmamıştır. Siyasi analiz gerektiriyor. Popüler kültürün propaganda aracı olarak kullanılmasını, NTV'deki revizyonla Fenerbahçe'deki revizyonun rabıtalarını okumak gerekiyor. Belediye takımlarının birinci ligde ne işi var derken belki de ileride sadece belediye takımları olacak liglerde. Bunların da Alex'in teknik becerisiyle, Gökhan Gönül'ün ortalarıyla, Tolga'nın kırık burnuyla sahaya geri dönüş azmiyle bir alakası yok. Ekranda yeşil zemini görünce kusacak gibi olan anti-futbol arkadaşlarımızın sahasına girdi artık futbol tartışmaları. Şimdi onların futbol yazmasının zamanı geldi.


Futbol sahnesi gerçekmiş gibi yaparak çocukluğumuzun diri kaldığı bir mitolojinin içinde keyifle sürükleniyorduk, içinde bulunduğumuz reel hayatlara paralel bir de mitsel futbol evreninde yaşıyorduk. Bizim oyunumuz buydu. Şimdi artık kimbilir hangi hesaplarla oyunumuzu bozdular. Elinden bütün fetişleri alınmış birinin yatakodasındaki sakilliğini yaşıyoruz. Ne yapalım yani, çiftleşelim mi?


Yatakodasının tamamen terkedilmesi, Goloğlu'nun ilk refleksi, daha mı isabetliydi acaba?. Futbol Asla Sadece Futbol Değildir mottosu mitsel evrenimizi koruyordu, şimdi Futbol Futbol Hiç Olmadı diyorlar bize, ve bundan sonra da olmasına izin vermeyeceğiz. Haberlerin haberler olmasına izin vermeyeceğimiz gibi.


Bundan sonra futbol hakkında ancak Chomskyvari yazılabilir diyelim mi? Misketlerimiz ütüldü. Mitolojimize el koydular. Eskiden taraftarların Avrupa takımlarını 'cehenneme hoşgeldiniz' pankartlarıyla karşılaması gibi cehennetten düşen bizleri de adliye koridorlarında bir pankart karşılıyor: 'Dünyaya Hoşgeldiniz'.




Pazar, Temmuz 24, 2011

OĞUZ ATAY KONUSUNDA YANILMIŞIZ!!!

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


OĞUZ ATAY KONUSUNDA YANILMIŞIZ!!!


BirGün gazetesi, 24 Temmuz 2011, Dalalet 82/190




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com



“Oğuz Atay'a göz ucuyla bile dokunanı yakarlar, çünkü o bizim edebiyat alemimizin Fethullah Hocası, bizim cemaatin şeyhi,” diyenlere “yok canım o kadar da değil” diye cevap vermiştik. Yanılmışız.


Öyleymiş, dokunanı yakıyorlarmış.


Son Şavkar Altınel v. Oğuz Atay olayı yukarıdaki uyarının ne kadar yerinde olduğunu hepimize gösterdi. Hatırlanacak olursa, Şavkar Altınel, Oğuz Atay'la ilgili bir soruşturmaya kısa kısa cevap veren yazarlar arasında eleştirel bir görüş dile getirmeye cesaret eden tek kişi olmuştu. Ve bunun gerçekten cesaret gerektirdiği çok kısa sürede ispatlandı. Altınel'e edilmeyen hakaret, yapılmayan hücum kalmadı. Oğuz Atay'a gözünün üzerinde kaşı vardı demenin öyle büyük bir tabu yıkıcılık değeri varmış ki gerçekten, gazetelerin kültür sanat sayfalarında haber yapıldı: “Flaş Flaş Flaş! Şavkar Altınel nam bir şair yüce Oğuz Atay'a dil uzattı! Bu akılalmaz olay geçtiğimiz hafta memleket sınırları dahilinde yaşandı!...(Her ne kadar Altınel'in İngiliz casusu, kıskanç bir erkek ve edepsiz olduğu şüphelerle sabitse de)...”


Birisinin açıktan Oğuz Atay'ı beğenmediğini ilan etmesi gazeteler için haber değeri taşıyan bir gelişme! Bir şeriat devletinde bir din alemi sanki ateist olduğunu ilan etmiş. Öyle bir tantana.


Doğrusu, utanç verici bir edebiyat alemi. Neresinden bakarsanız.


Konu bizim gündemimize de şöyle gelmişti: Sıcak Nal'ın 7. sayısını hazırlarken bir yazarımız Oğuz Atay'ın yeni bir şey getirdiği iddiasının kofluğunu titizlikle işleyen bir metne kalkıştı. Metin kendi içinde sağlam gidiyordu, orada sorun yoktu. Ama yazının ardından başına gelecekleri düşününce bu kadar sosyal baskıyla şu sıralar uğraşmak istemediğine karar vererek vazgeçti yarıda...


Biz bu vazgeçişten kısaca 7. sayımızda sözettik. Ama genel hava arkadaşın biraz abarttığı yönündeydi. Abartmıyormuş!


Düşüncelerini yazması konusundaki ısrarlarımıza karşın (ki özellikle aynı ezbere gerçeklikle tek tip Türk edebiyatı eğitiminden geçen genç yazarlar açısından önemli görmüştük bu çalışmayı fiiliyata dökmesini) yazısını tam anlamıyla kaleme almayan yazarımız (hedef göstermemek adına ismini vermiyorum, artık siz düşünün durumu) Sıcak Nal'ın 8. sayısında yayımlanan deneysel edebiyat üzerine başka bir yazısında geçerken Atay'dan bahsetmekle yetindi ve tek bir cümle yazdı bu konuda:


Hûlasa, sözgelimi, Alberto Savinio’nun neden “naif bir dilettante” sayılamayacak kadar özgün olduğu, Oğuz Atay’ın niye “gerçekçi bir naif” bile sayılamayacak kadar sıradan bir taklit olduğu sorusuyla aynı Spengler çemberinde kapanıyor.”


Bu geçerken edilmiş cümle yüzünden bile Oğuz Atay'a hakaret yarışmasında başa oynamaya çalışmakla suçlanabildi. Tam bir yazı yazsa ne olurduyu artık merak etmiyorum. Gördük.


Bu anormal durum bize Oğuz Atay hakkında hiçbir şey söylemiyor. Atay savunganları, Üçüncü Kuşak Atay Keşfedicileri önceki kuşaklardan çok daha asabiler. Ülkesini hiç görmemiş milliyetçi diaspora kuşakları gibiler. Oğuz Atay ilk yayımlandığında veya Birinci Keşif Kuşağı tarafından keşfedildiğinde henüz Türkçeye çevrilmemiş bunca çeviriye rağmen hem de.


Daha önce Cem Akaş da Oğuz 'ben-buradayım-sevgili-okurum-sen-neredesin' Atay'ın bu şekilde anılıp durmasının saçmalığına değinmişti. Atay kadar bol okuru olan kim var bugün o kuşaktan?


Ama hala Atay sevmek hem tek tek her bir bireye kadri bilinmemiş bir yazarı keşfeden incelikli okur duygusu veriyor, hem de modern Türkçe edebiyatın modern dokunulmazına tapınma, onun kitaplarından oluşan ibadethaneyi koruma, gökyüzünden bizi izleyen yüce Atay'a saygısızlık etmeme gibi değerler etrafında cemaatsel bir birlik duygusu sunuyor. Artık bir zamanların gölgede kalmış yazarı Atay yok, Atay'ın gölgesinden çıkmanın yasak olduğu bir edebiyat iklimi var. Devran fena dönmüş.


Dediğim gibi, bütün bu Atay'a laf ettirmeyiz sululukları Atay hakkında bize bir şey söylemiyor. Dahası, Atay hakkında bir şey söylenmesini genel olarak imkansıza sürüklüyor. Ama bize bizim hakkımızda birşeyler söylüyor.


Biz edebiyatı böyle algılıyoruz. Yazarları böyle konumlandırıyoruz. Eleştiriye yaklaşımımız bu. Dokunulmaz ilan ettiklerimize inanmamaya cesaret eden olursa linç ediyoruz.


Tamam, madem öyle adını koyalım. Kendimizden bahsederken Türk Edebiyatı veya Türkiye Edebiyatı gibi ifadeler kullanmayı askıya alalım. Onun yerine, Çılgın Türkler Edebiyat Kilisesi diyelim!


Çılgın Türkler Edebiyat Kilisesi tekboynuzlu görünmez ve pembe bir Oğuz Atay'a inanıyor olsun!


Ve Tutunamayanlar kimliğini gösteren herkesin girebildiği Çılgın Türkler Edebiyat Kilisesi'nin vaadettiği cennette topluca demirhindi şerbeti içilerek yarı beline kadar toprağa gömülmüş Atay-ataistleri taşlanıyor!







Pazar, Temmuz 17, 2011

ONÜÇ MÜ UĞURSUZ YİRMİ Mİ?

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


ONÜÇ MÜ UĞURSUZ YİRMİ Mİ?


BirGün gazetesi, 17 Temmuz 2011, Dalalet 81/189




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Rakamların siyaseti aldı yürüdü. 13 şehit mi var 20 şehit mi var, 13 şehit artı 7 ölü mü var sadece ve sadece 13 ölü mü var? Hangi rakam gerçekte daha uğursuz?


Bazıları kendi söyledikleri sadece 13 şehit, sadece 13 ölü, sadece ve sadece 13 (yazıyla onüç) kayıp var diline o denli ikna olmuş ki illerindeki ilçelerindeki Kürtlerin sevinçten halay çektiklerini varsayabilmişler! Ve de hücuma geçmişler.


Bence rakam siyasetinin kendisi vicdansız. İnsan acısı para sayar gibi sayılmaz. Kimsenin birden az veya birden çok, birden başka canı yok. Ve bu 'bir' can, rakamla 1 de değildir, biricikteki birdir...


KÜRT OTONOM BÖLGESİ


CHP'nin yemin krizinde gerçekte olduğundan daha radikal bir yerden söz alma denemesi içeriden ve dışarıdan yoğun itiraz ve baskılarla, 'baba senin yerin orası değil biz merkez partisiyiz' hatırlatmalarıyla son buldu. Kılıçdaroğlu'nun Türkiye solunun radikal unsurlarını BDP'ye kaptırmak yerine kendisine çekmek gibi ağır çeken bir hayali olduğunu söylemiştik. Ağır hayal fazla taşınmaz. Ayrıca Türkiye solunun radikal unsurları CHP'nin merkezi hırslarında fark yaratacak bir lokma sunmaktan da uzaklar nicedir. Gene de aslında Türkiye'de nesnel karşılığı ve gerçekte bekleyeni veya özleyeni olmayan sosyal demokrasi kartıyla yeni-CHP'yi çatan Kılıçdaroğlu için simgesel bir önemi var radikal sol duyarlılığın. Ecevit kasketi zannedildiği gibi 1970'lerin CHP'sine gönderme yapmıyor; hayır daha geniş bir gönderme o, 1970'lerin radikal soluna gönderme yapıyor. İşçinin, köylünün, öğrencinin, ezilenlerin örgütlü olduğu, hak siyasetinin bir anlam taşıdığı Türkiye'ye gönderme yapıyor. Fakat tabii dışarda öyle bir Türkiye yok. Dışarda sadece kimlik siyaseti işliyor. Buna karşın Kılıçdaroğlu varlık sebebini, en kritik farkını bu karşılaştırmaya dayadığından hak siyasetinin bir karşılığı varmış gibi yapmayı bırakmıyor. En azından bir süre daha deneyeceği kesin. Hem sürekli ileri hamlelerle kendi dengesini bozmak da istemediğinden biraz ileri biraz geri oynamanın kurallarını da öğrenmeye çalışıyor. Yemin krizinde çok başarılıydı mesela. Önce ben de sosyal demokratım, ben de solcuyum, ben de radikalim, ben de koltuk sevdalılarının arasında ülküsel politika yapabilecek durumdayım mesajı vermek üzere BDP ile birlikte rest çekti (gerçekte ne parti ne de seçmenleri bu radikallikte olmasa da); sonrasındaysa tam BDP ile hükümetin çatışması kızışmaya doğru giderken, Demokratik Özerk Kürdistan ilanı yaklaşırken yemin çizgisine dönerek 'yok biz temelde merkez partisiyiz elbette, radikal solu sadece içermek istiyoruz, yoksa temsil ettiğimiz yer merkezdir' mesajı verdi. Bu sayede Silvan ölümlerinin ardından diğer merkez partilerle birlikte devlet adına ortak bildiri imzalayan geniş anlamıyla iktidar kümesinin içinde yeralabildi. Yemin krizini biraz daha uzatmış olsaydı şimdi iki arada bir derede kalacaktı. Demokratik Özerk Kürdistan ilanı geliyorum diyordu, görüşmelerin çatışmaya dönme ihtimali de. Bir büyük sürpriz oldu demeyecektir herhalde kimse. Kılıçdaroğlu hiç demeyecektir. Şu anda ucu ucuna yaptıkları direksiyon kırmanın rehaveti ile terlerini siliyorlardır muhtemelen. Fakat daha ne kadar 1970'lerde yaşayabilirler bilmiyorum. Stockholm sendromunu Türkiye seçmenine biri yakıştıracaksa esas 1982 anayasa oylaması sırasında yakıştırmalıydı. Acaba Kılıçdaroğlu'nda 12 Eylül'ün gerçekten yaşandığını inkar 'sendromu' mu var? Böyle bir hayal dünyasında yaşadığını iddia etmek daha beter bir hayalcilik olacaktır, belli ki 1970'ler efektinin 1970'lerde olmasak bile bugünün tümden farklı siyasi ikliminde bir dolaşım değeri olduğuna inanıyor. Öyle ya da böyle, yeni CHP'nin macerası bir yana, bu manevranın ardından radikallik koltuğunda doğallıkla tek başına kalan BDP beklenen Kürt otonomisini ilan etti.


Davutoğlu bakalım Libya'daki isyancıları tanıdığı gibi Demokratik Özerkliği de tanıyacak mı?

Arap Baharı'nı yorumlarken kendi ülkelerindeki isyancıları görmezden geldikleri hep söyleniyordu iktidarın. Şimdi hareket her geçen gün kendi görünürlüğünü kendi arttırıyor. Ve de her türlü yoruma açık belirsiz salt şiddet rakamlarıyla değil kurumsal çıkışlarla bunu yaptığında yorumu da kendisi paketle beraber sunmuş oluyor. Demokratik Özerklik ilan edildiğinde bunun lamı cimi yok, o anlama mı geliyor bu anlama mı geliyor yok, arkasında komplo mu var gizli güçler mi var kan gözyaşı mı var yok, bombayı kim attı ormanı kim yaktı yok, her şey gün gibi ortada: bir ülkede bir azınlık halk kendi etnik değerlerinin tanındığı otonom bir yapı talep ediyor. 20 kişinin yaşamını yitirdiği bir olayın ardından Kürt sorununun tüm dinamiklerini anlatmak için bir yabancıya Türkiye ile ve Türkiye tarihi ile ilgili bir araba anlatı vermek zorunda kalabilirsiniz; ancak otonom bölge ilan eden bir azınlığın etnik haklarını talebi konusunun tercüme gerektiren bir yanı yok.


Sonra da diyorlar ki “Öcalan 'durun ben protokol imzalıyorum' demişti neden durmadılar?”. Anlamadıkları nokta Öcalan'ın hareketi değil onları durdurmak için orada metaforik liderlik ettiği. Öcalan'ı boşuna orada yüceltmiyorlar; iktidar Öcalan'la oyalanırken, yorumcular Öcalan'ın demeçlerinde yüzerken, sahilde Kürt öznelliği kendi kulübesini inşa ediyor. Bu anlamda Öcalan ilk kez bir nefere dönüştü.


Kürtler sürekli yeni kavramlar, yeni taktiklerle geliyor. Türkiye iktidarı ise kadim tasfiye ülküsünü hep aynı kavramlarla yönetmekteydi; ta ki açılıma kadar. 'Kürt Açılımı' Türkiye iktidarının uzun zaman sonra ilk kez taze bir silahla sahneye çıkışıydı. Açılımı bunca hararetle övenler de zaten buradan bir özgürlük, bir eşitlik çıkacağı için açılımı övmediler, mental olarak Türkiye'den kopan Kürt öznelliğinin otonomiye giden yolunu kesecek taze bir iktidar kavramı nihayet üretildi diye övdüler. Ancak Kürtler blöfü görünce fos diye sönen açılım fikrinin o kadar da parlak olmadığı tez zamanda anlaşıldı. Bunun üzerine katı iktidar zihni yeniden en eski kavramlarına döndü. Ve karşısında kolları artmış ve modifiye olmuş, tanımadığı silahlar geliştirmiş, bağışıklık sistemi çok daha kalın, yeni çağa ayak uydurmuş çok daha android bir düşman buldu. Açılım taktiğinden öncesine göre daha da canavar bir canavar. Şimdi bu gerçeği de halktan saklamak üzere 1990'lardaki durumun geri döndüğü gibisinden inandırıcılıktan fena halde yoksun uydurmasyonlara sapıyorlar.


1990'lardaki durumun geri döndüğü falan yok: 2010'lardaki durum başladı.




Pazar, Temmuz 10, 2011

TÜRKİYE İKTİDARI SAYGISIZ

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


TÜRKİYE İKTİDARI SAYGISIZ


BirGün gazetesi, 10 Temmuz 2011, Dalalet 80/188




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com



Öcalan'ın her hafta devletle görüşmelerde, “geldiğimiz son nokta şudur, üzerinde anlaşılanlar anlaşılamayanlar bunlardır, şöyle bir süreç işlenecek” hattından açıklamalar yapması size de şunu düşündürmüyor mu: Türkiye iktidarı kendi halkına karşı ne kadar saygısız!


Türkiye iktidarı kendi halkını, hatta halklarını birebir ilgilendiren hayati bir meselede majör anlaşmaların, majör yeniden düzenlemelerin fizibilite çalışmalarını yürütürken kendi vatandaşlarını bilgilendirmek gibi bir ihtiyaç hissetmiyor. Türkiye bunu yaparak bir yandan da kendi Kürt vatandaşlarını temsil iddiasından kendi kendine soyunmuş oluyor.


Bu durumu, en güzel, imzalanmayan ve imzalanmayacak ama yapılan ve uygulanacak protokol imgesi anlatıyor... Huzurlarınızda Türkiye siyasetinin kafeinsiz kahvesi, alkolsüz birası!..


Ancak burada Türkiye kamuoyunun zımni işbirliği de açık. Türkiye kamuoyu Öcalan'la görüşülmesinden ama kağıt üstünde görüşülmemesinden memnun, protokol yapılmasından ama imzalanmamasından hoşnut. Öcalan'la barış görüşmelerinin detaylarını öğrenmek istiyor, bir Barış Konseyi kurulması haberini merak ediyor, ama haberin 'terörist Öcalan' diye başlamasına da ihtiyaç duyuyor. Sayın Öcalan'ın devletle ortak bir metni paraflaması ihtimalinin 'teröristçe bir fantezi' olarak damgalanmasına ihtiyacı var: onun yerine 'terörist Öcalan' ile imzalanamayan bir anlaşmanın yapıldığını duymak istiyor. Aslında bu anlaşma tam da 'imzalanamazlığı' yüzünden yapılıyor, çünkü ancak 'imzalanamaz olanın imzalanmasıyla' çözülebilecek bir düğümden bahsediliyor.


Böyle söylediğimizde baştaki önermemizi revize etmek gerekiyor tabii: Türkiye iktidarı saygısız ama kamuoyu da saygısızlığa eğilimli! Şairin iktidar ihramında olsa diyebileceği gibi: alıp bu saygısızlığı sana veriyorum işte!


Bunun Türkiye kültürüne olumsuz bir etkisi de mevcut: alıştığımız üzre, erkin doğru olanı bildiği gibi yapmasının doğru bulunduğu, müzakerenin bir diyalog tipi değil bir savaş hilesi tipi olarak görüldüğü siyaset kültürümüz aynen yoluna devam ediyor.


Karayılan'ın hükümet İmralı'yı atlayıp bizimle görüşme yapmak istedi biz tekrar İmralı'ya yönlendirdik açıklamasını buradan hareketle düşünelim...


BİR METAFOR LİDER OLARAK ÖCALAN


Dikkat edilesi bir özelliği ile karşılaşıyoruz böylece sahnenin: Öcalan özellikle erk yitimine uğradığı için herkesi erklendirebiliyor. Bir metaforik lider konumunda, bütün erk onda ama fiilen tek bir birey olarak erksiz. Bedensel olarak tutsak. Yalıtılmış durumda.


İktidar onu atlayıp fiilen yönetimdeki 'astlarıyla' gizli barış görüşmelerini yapmaya kalktığında bunu fiilen engelleyebilecek bir gücü yok. Nitekim bunu o da engellemiyor. Hatta aslında bunu sözkonusu astlar da engellemiyor. Bunu daha yaygın bir yeni Kürt öznelliği engelliyor. Erkin fiili bir liderde değil metaforik bir liderde olmasının tadını çıkartıyorlar. Bundan garip bir şekilde Öcalan da haz alıyor çünkü metaforik lider olduğu ölçüde gücü hem yok derecesinde ve sınırlı ve de kontrol altında hem de sınırsız, ele avuca sığmayan, kendisinin bile kontrol edemediği, lokasyonu belirsiz, aynı anda birden çok yerde olabilen bir güç. Kontrol edilemeyen güç güç değildir geyiğinin de apaçık sonu...


Öcalan'ın avukatları gerçekte Öcalan'ın avukatları değil, onlar dışarısının, dışarıdaki hareketin, bireylerin, mücadele içindekilerin avukatları. Öcalan'ın dışarısı için işlevli bir metaforik lider olabilmesini sağlıyorlar, cezaevindeki bir adamın dışarıdaki milyonlarca insan için fonksiyonel olmasını savunuyorlar. Dışarıdaki hareketin bir liderin kelepçelenmesiyle yitirdiği halklarını lideri metaforlaştırarak hafta hafta geri alıyorlar.


Öcalan metaforunun yeni Kürt öznelliği için en iyi taraflarından biri de şu: bu artık geçici bir metafor!


Türkiye Öcalan'ı tümgüçlü bir liderin tümgücünü yerle bir edip kendi üstüne almak üzere tutukladı. Öcalan'ı horgörerek, çirkinleştirerek, tümgücünü kendine transfer etmek, Kürtlerin güçsüzlüğünü kalıcılaştırmak ve bir çıkışsızlık duygusu yaratmak istedi. Öcalan buna karşı bir şey yapamadı; tutuklanmaya karşı yapamadığı gibi, metaforik tümgüçlülük transferine karşı da koyamadı. Ama dışarısı boş durmadı, kendi kendine dönüştü ve Türkiye iktidarından geri güç alırken eskiden Öcalan'da olan devlette emanet gücü de geri aldı. Bundan sonraki süreçte Kürtlerin daha az veya daha çok hakkı olabilir ama daha az iradelerinin olmayacağı aşikar.


Öcalan tutuklanmadan önce kalıcı bir liderdi, Kürt öznelliği de geçici bir isyankarlık içindeydi: şimdi Öcalan geçici bir metafor, Kürt öznelliği ise kendi geliştirdiği kalıcı isyankarlık kipinde.


KÜRT KUYRUĞU


Türk solunda, 'kuyruklu Kürt' lafını fazla ciddiye almaktan belki kaynaklanan, ama hala ve yüksek perdeden sıklıkla savunulabilen, bir “Kürtlerin kuyruğuna takılmayalım!” düsturu var. 11. Emir: Kürt kuyrukçuluğu yapmayın! Türk solu kendisini bir Kürt kedinin kuyruğuna haylaz sol entelektüeller ve/veya liderlerce takılmış bir teneke gibi hissederse hayatından veya kediden memnun olamaz elbet.


Halbuki Arap Baharı'nı da Kürt erklenmesini de 'onlardan ne çıkabilir ki' diye karşılayan emperyal dönemden kalma etnik hiyerarşi önkabulleri aşılabilirse, her bir siyasi öznellik geliştirme deneyine körleştiren ve bu sayede kendi kendini görmekten koruyan hayranlıkla değil elbet ama tutkuyla ve de kendini dönüştürmeye meyleden bir tutkuyla bakmanın özgürlükçü Türkiye soluna katabileceği çok şey var...


Pazar, Temmuz 03, 2011

AŞIRILIĞIN MERKEZ PARTİSİ: BDP

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


AŞIRILIĞIN MERKEZ PARTİSİ: BDP


BirGün gazetesi, 3 Temmuz 2011, Dalalet 79/187




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


BDP son seçim sürecinde sahneye bir tür 'aşırılığın merkez partisi' olarak çıktı. Etnik aşırılık ve sol aşırılık geniş olarak kapsandı. Ekolojik uçlar da feminist uçlar da temsil edildi. BDP Türkiye'nin partisi olma şiarına ilk kez bu kadar yaklaştı. BDP Türkiye'nin partisi olmak istiyorum dediğinde kimilerine hayli absürd geliyor, biliyoruz. Bu absürd gelmenin sebebi Türkiye denince akıllarına sadece iktidardaki Türkiye gelmesi. BDP iktidardaki Türkiye'nin değil, ana-muhalefetteki Türkiye'nin de değil, uç-muhalefetteki Türkiye'nin partisi oldu. Şu anda baraj yüzde 5'e indirilse bir seçim sonra BDP yüzde 10'u geçebilir ve bu oyların ancak yüzde 6-7si Kürt seçmenden gelir. Aşırılığın farklı veçhelerini, farklı arabirimlerini taze bir 'aşırılığın merkez partisi' hüviyetiyle temsil ediyor artık BDP. O kadar ki, son seçimlerden önce açıktan BDP'li 'bağımsız' seçmenlere oy verilmesini destekleyen anarşist gruplar bile oldu! Malum anarşizmin devlet karşıtlığı formdaki içeriğe önem veren yanının bir devamıdır. Devlet formunun içini hangi iktidar doldurursa doldursun devlet formunun kendisindeki içerik sabit kalacaktır görüşünden hareket edilir. Dahası temsiliyet karşıtlığı esastır: hiçbir bireyi bir başka bireyin ya da grubun, büyük Parti'nin veya 'devrimci'nin temsil edemeyeceği kabul edilir. Bu sebeple en uzak durulan siyasi gösterilerden biridir parlamenter seçimler. O anki lokal politik etki tercihleri çerçevesinde anarşist bireyler tek tek her zaman oy atabilir, ancak şu son derece istisnaidir ve Türkiye anarşizmi için bir ilk: açıktan bir politika olarak kimi anarşistlerin milletvekili seçimlerinde belirli adaylar için oy verilmesini politik doğru olarak öne sürmeleri! Bu istisnai örnek BDP'nin Türkiye'nin partisi olma ve bunu aşırılığın merkez partisi olarak yerine getirmede ne derece başarılı olduğunu gösteriyor. BDP tüm Türkiye'de seçimlere girebilse ve bu anlayışla devam etse Karadeniz'den Ege'ye sol direnişin izi olan her yerde bir soluk bulacak gibi durmuyor mu?


Mevcut durumda da meclisteki üçüncü ana muhalefet grubu görünümündeler ve milletvekili sayılarının MHP'ye ne kadar yaklaştığı da ortada. Ki siyasi sözlerinin TİPvari bir 'kelle sayısını aşan' niteliğe sahip olduğu, ve daha da olacağı söylenebilir.


Türkiye'nin aşırılarına Kılıçdaroğlu da talip ama onun işi daha zor. Yarışa çok geriden başladı. Yükleri de ağır...


Türkiye'nin aşırılarının merkez partisi olma misyonunun nereye kadar uzanabileceği bir tartışma konusu olarak elbet “ya İslam?” sorusunu da içeriyor.


Sözgelimi, bir fanteziyle söyleyecek olursak, BDP yarın öbür gün Numan Kurtuluş'u da bünyesine katabilir mi böylesi bir radikallerin merkezden yer kapması tasarısının abartılarına kapılarak?


Bu konuda spekülasyon yapmadan önce daha somut olan duruma bakalım. BDP Türkiye'nin partisi ancak bütün Kürtlerin partisi değil!


BDP'nin durumunu anlamak için bu kez tarihsel bir faraziyeye başvuralım. Farzedelim ki Ruslar bir dünya savaşı sırasında Türkleri yutmuş olsun. Türkiye de hala Rusya'ya bağlı kalmış olsun. Ve de Türk liberalleri Putin'den ihale kapmak peşinde olsunlar. Türk sağcıları da Rus sağcılarıyla derin bağlar geliştirmiş olsunlar. Türkiye'nin Rusya siyasetindeki temsilcisi de ÖDP olsun! ÖDP bütün Türklerin partisi ne kadar olabilirse öyle bir durumda, BDP de o kadar bütün Kürtlerin partisi bugün. Ama farazi ÖDP mesela Putin'den çok çeken LGBTT adayları dahi kadrosuna katmış olabilir ve Rusya'nın partisine dönüşebilir!


Dolayısıyla, evet Kürt haklarının siyasi platformdaki ana temsili görevleri BDP'nin ama asla Kürtlerin tek partisi olmayacaklar. Kürt toplumu da Türk toplumu gibi din ekseninden bölündüğüne göre bu yarılma ancak geçici manevralarla örtülebilir. Sonra örtüye basma günü gelince düşülür. Öte yandan BDP'nin namazlara uzanmasını, İslami adaylara da kucak açmasını dinle flört olarak okumak kadar yanıltıcı bir yaklaşım yok. BDP'nin kendi namazını kendimiz kılarız demesi Kemalizmin Diyanet İşleri Başkanlığı açmasına benzer daha çok. O alana da biz talibiz diyor. BDP idealist bir hareketin partisidir. İdealizm de kendi ideallerini topluma yaymak demektir, toplumun tercihlerini birebir yansıtmaya çalışmak değil, belirli ideallerin toplumdaki yerini ve rolünü büyütmeye çalışmaktır. BDP idealizmini pragmatik bir mecraya soktu ve merkezleşme sürecini birkaç farklı kulvardan sürdürerek idealizmine yedirmeye çalışıyor. Nereden bakılsa hayli ilginç bir deney. Bir taraftan yukarıda andığımız a)Türkiye'nin aşırılarının merkez partisi olma, bir taraftan b)Öcalan'ın sistematik yüceltilmesi neticesinde 'en çirkin Kürt'ün 'güzel Kürt'e dönüştürülmesi, muhatap kılınması (Karayılan'ın kendileriyle pazarlık girişimlerini reddedip İmralı'yı adres gönderdiklerinden bahsetmesi), giderek İmralı'yı Türkiye siyasetinin merkezi lokasyonlarından ve hem meclisi hem de medyası ve kamuoyu için merkezi referans noktalarından birine dönüştüren siyasi irade ve tarihsel figürasyon olarak Kürt figürünün Türkiye merkezi siyaset sahnesinde merkezileştirilmesi, ve son olarak da c)Kürt siyasetinin din yarılmasını da aşan merkezi temsil gücüne sahip partisi olma denemesi!


BDP'nin yeni bir ulus kuruşuyla, belirgin 'sol-Kemalizmi'yle, diğer radikal arzularını (giderek arzularımızı) harmanlamak yolundaki bu sıradışı deneyini takibe devam edeceğiz.