Bu Blogda Ara

Pazartesi, Ocak 09, 2006

KEMAL TAHİR BİZİMDİR AMA ‘BİZ’ KİMİZ? - Birgün yazı 43 / 9 Ocak 2006

Birgün yazı 43 -- 9 Ocak 2006

KEMAL TAHİR BİZİMDİR AMA ‘BİZ’ KİMİZ?*

Süreyyya Evren

Edebiyatımızda bir şikayet var. Şikayet, kabaca, kimsenin ‘işine gelmeyen’ kimseyi sevmemesinin çeşitli zararları üzerine.

Kültür sanat camialarının, özelde edebiyat camiasının, ‘haset yoğunluklu’ olmakla eleştirilmesi ender değildir. Çoğu kez bu sızlanma yereldeki pratiklerin illallah dedirtmesi üzerine devreye girer. Ama bazen de ‘dünya sahnesindeki yerimiz’ sorgulamasıyla beraber gündeme geliyor.

Son zamanlarda okuduğum kimi şikayetler galiba daha çok bu dünya sahnesindeki yerimiz sorgulamasına özellikle bağlanıyordu. Dışarıyı takip edenler, neden kâinattaki kudretimiz böyle az diye araştırmaya başlayınca, kudretimizdeki bu ‘biz’ tarifinin de, ister esnek bir tarif olsun ister katı, oluştuğu mekâna, yani buradaki ilişkiler ağına ve işleyişlere dönüp bakıyorlar. Kimileri insanların özünden gelen veya özüne yerleşmiş habislikler, çiğlikler diyarı görüyor. Bu güvenilmezlik ortamında fikirlerin de artık ehemmiyetsiz olduğunu, ahbaplık için basit insanî niteliklerin çok daha aranır hale geldiğini ima ediyor. Kimileriyse neredeyse bir teknik arıza, bir tür aksaklık olarak ele alıyor ‘dayanışmasızlığı’ (ya da Ece Ayhan’dan ilhamla, mevcut dayanışmaların sadece ‘kötülük dayanışmaları’ zemininde yeşermesini). Bize benzeyen, yani kitap sevgisiyle dikkat çeken ülkeler arasında yer almayan, ayrıca eskide kalmış gibi görünen tartışmalı bir kavram olsa da gene de birşeyler anlatan ‘üçüncü dünya ülkesi’ kategorisine yakın, ‘kader ortağı ülkeler’in, kültür sanat ortamlarıyla karşılaştırmalar yapmak bu teknik arızayı ortaya koymanın en temel yolu gibi. Kitabın fazla sevilmediği, satmadığı, edebiyatçılar camiasının kendi yağıyla kavrulan küçük bir camia olduğu, ama dünya sahnesinde farklı kuşaklarıyla ses getirebilen sözgelimi Meksika’nın anılması bu bağlamdadır. Burada yazılan romanlardan daha iyi romanlar yazmayan genç Meksikalı yazarlar, hem kendi aralarında gruplar kurarak evrensel kapıyı birlikte zorlayabildikleri için, hem de önceden kaleye sızmış Fuentes gibi büyükleri, onlara içerden kapıyı açıp gizli dehlizleri gösterdiğinden, durup dururken buradaki muadillerinden daha fazla evrensel yankı doğurabilmektedirler. Bu karşılaştırmada bir tür kariyerizm veya fazla stratejist bir yan, bir tür ‘küresel edebiyat pazarında dolaşıma girmenin formülleri’ arayışı da koklayabilirsiniz. “Meksikalılar yaparken biz niye yapamıyoruz” sorusu, “Meksikalılar satarken biz niye satamıyoruz”a da kayar yer yer. Ama işin bu taraflarını bir kenara bırakıp, dünya edebiyat literatürüne doğrudan etkide bulunmanın, sürekli alıcı olmaktan çıkıp etkileşime girmenin, hareket kazanıp yerel zeminden çıkmanın arayışı olarak da dikkat edebilirsiniz.

Dayanışmasızlık, sevgisizlik atmosferinin düşünsel, yazınsal ve ‘teknik’ zararları hakkında konuşacak çok şey var. Ben şuna bir parantez açmak istiyorum: insanlar arasındaki hamaset ve kopukluk, metinlerarası bir hamaset olarak da karşımıza çıkıyor. Metinlerin en kaldıramadıkları şeylerden biri de, böylesi yalıtılmalar, diyalogsuzluklardır. Ne demiş William Blake; “durgun sudan zehir bekle.”

Express dergisinin 15 Aralık – 15 Ocak 2005 sayısında, Merve Erol, bir kitap tanıtım yazısı ‘kamuflajıyla’, oldukça önemli bir meseleye dikkat çekiyor (yıl 5, sayı 56, s.35). Kemal Tahir’in bütün eserlerinin İthaki yayınları tarafından yeniden yayınlanması üzerine kaleme alınmış bir yazı. Bu yeni diziyi tanıtıyor, ama aslında yeniden/yenileyerek/yenilenerek Kemal Tahir okuma fikrinin ‘tanıtımı’ baskın. Kabaca söylersem, Kemal Tahir’in kalıplaşmış perspektifler dışında yeni okumalarla elden geçirilmesinin açabileceği muhtemel yollara dikkat çekiyor. Bahtin’in Dostoyevski’yi okuduğu gibi Kemal Tahir’in de yeniden okunabileceğini, üstattaki karnavalesk öğelerin aranabileceğini, ayrıca bir ‘sound’ mimarı olarak Kemal Tahir’in romanlarını yeniden düşünebileceğimizi, önümüze yepyeni potansiyellerin açılabileceğini fısıldıyor. Hatta bizim bu yeniden okuma deneyimimizin kendisinin ‘karnavalesk bir deneyim’ olabileceğini çıtlatıyor. Aslında Kemal Tahir’in, diyelim tez romanlarını, tezleri üzerinden değil ‘ses’leri üzerinden, ‘groovy’ olup olmamaları üzerinden, bir çoğulluğu yansıtıp yansıtmadıkları üzerinden okumayı öneriyor. (‘Groovy’ ile Erol’un kastettiği şeyi yakalayıp yakalayamadığımı pek kestiremiyorum –hip olan? dinamik? taze? fiyakalı? hiçbiri?- bu yüzden Kemal Tahir’de ‘sound’un ele alındığı daha detaylı bir yazıyı bekleyeceğim belli ki. Bu arada, Erol, yazıda, Müzehher Vâ-Nû ile Kemal Tahir arasında geçmiş bir diyaloğu naklediyor. Buna göre Müzehher Vâ-Nû, Kemal Tahir’in eserlerindeki tiplemeleri için “öyle bir hamur oluyorlar ki ayırabilene aşkolsun,” demiştir eleştiri/dokundurma amacıyla. Erol, bu olumsuzlayarak yapılmış yorumun belki de en güzel ayrıntıyı işaret ettiğini söylüyor. Eğer karakterlerin hamur oluşları, içiçelikleri, ‘ağsallık’ anlamındaysa dediği doğru, ama ayrılamazlıkları hepsinin Kemal Tahir sesi/tezi formları olmasından kaynaklanıyor ve öyle bir birliğe bağlanıyorsa sorunludur. Bu da tabii, öyle kolay kolay cevaplandırılabilecek, ya da tek cevabı olan, bir sorun değil elbet.)

Böylesi bir yeniden okuma önerisinde bence öncelikle altı çizilesi olan Kemal Tahir’in gerçekten buna uygun olup olmaması veya umutları karşılayıp karşılayamayacağı değil kesinlikle, ama böylesi bir soruyla geri dönüp yeniden okumalar yapılması ihtimalinin kendi sarhoş ediciliğidir. (Ben mesela Sevim Burak’ın, diyelim Everest My Lord’u üzerine çalışmayı, formların, kişilerin, üslupların, anlatıların çoksesliliğini orada aramayı-bulmayı yeğlerim. Tabii Kemal Tahir – Dostoyevski korelasyonundaki tezli roman yazmak üzere yola çıkanın çoğulluğu yansıtışı bağlantısını da görebiliyorum. Ancak bu korelasyonun kilit noktası yukarıda çengel attığımız hamur oluşun niteliği meselesinde düğümleniyor.) Erol’un yazısının başlığı “Kemal Tahir bizimdir, bizim kalacak.” Bir şekilde meşhur olmuş bir denklemi; “Peyami Safa’yı biz alalım (yani ‘sol’a alalım) Kemal Tahir’i onlara verelim (yani sağ’a)” deyişindeki denklemini geri almayı öneriyor. Aslında bu denklemin kendisi de Peyami Safa ve Kemal Tahir hakkındaki kalıplaşmış siyasi okumaları kıralım ve yer değiştirerek okuyalım imasını taşır. Sol ve sağ olarak kültürü ve edebiyatçıları bölüşerek kavradığımızı açık etmesiyle, bu kümeler arasında yer değiştirmelerin mümkün olduğunu, bunların doğal değil olumsal olduğunu görünür kılmasıyla; ‘onu biz alalım bunu biz verelim’ sözünde taşları yerinden oynatan ve düşüncenin önünü zaten açan bir yan vardır. “Bizimdir bizim kalacak” başlığı bu açıklığı geri kapatmayı hedeflemiyor elbette, aksine tekrar okumalara başladıktan sonra duramayacağımızı, yeniden verip yeniden alabileceğimizi gösteriyor. Fakat ben Erol’un başlığını özellikle şöyle okuyacağım: “Kemal Tahir de Peyami Safa da bizimdir, bizim kalacak, ama bu ‘biz’ sınırlandırılamaz, ‘biz’ hareket ederiz, değişiriz, yeni yeni bakışlar gerektirir ve içeriririz, doğururuz”.

Öte yandan, bu bakışlar yenilenmesi için yukarıda şikayet edilen habislik ortamı içinde kımıldanamayacağı da bir o kadar açık. ‘Değerlerin yeniden değerlendirilmesi’ için ekürilerinin, klanlarının ışığı dışında metinler, yapıtlar okumakta bir beis görmeyen, yeniden bakan gözler gerek. Kemal Tahir’i verelim Peyami Safa’yı alalım, Peyami Safa da bizi versin Kemal Tahir’i geri alsın ve konumlar sonsuza kadar yer değiştirsin –ama kim konuşacak?

Kısmen yukarıda andığım malum şikayetlerin de bildiği ve yakındığı gibi edebiyat dünyamız metin odaklı değil. Aslında, “edebiyat dünyasını verelim edebiyatı geri alalım”, demeli belki. Hoş, okunmama ve yeniden yenilenerek okunmama sorunu, edebiyat yapıtlarıyla sınırlı da değil. Sözgelimi Hikmet Kıvılcımlı’nın, Sabri Ülgener’in, Hilmi Ziya Ülken’in, yeniden ve kalıplardan taşan yanlarını sonuna kadar götüren okunmalarına rastlıyor muyuz?

*Bu yazı gazete köşesindeki sınırları aştığından kısaltmak zorunda kaldığım yazılardan biri olmuştur.

Pazar, Ocak 08, 2006

HANNO’NUN SINIFINDAN ÇIKMAK - Birgün yazı 42 / 3 Ocak 2006


Birgün yazı 42 -- 3 Ocak 2006

HANNO’NUN SINIFINDAN ÇIKMAK

Süreyyya Evren


Belki de hâlâ Buddenbrook Ailesi’nin son sayfalarında yaşıyoruz, hayatımızı orada sürdürüyoruz. Thomas Mann’ın “Buddenbrook Ailesi, Bir Ailenin Çöküşü” adlı romanı, yüzlerce sayfa kırıp bükmeden akar, kuşaklar geçer, Buddenbrook ailesinin ve ailenin adını taşıyan firmanın akıbeti çeşitli olayların birbirini izlemesiyle ve belirli bir sakin ritimle verilir. Lübeck kentinde Johann Buddenbrook ile serüvenine dahil olduğumuz aile ve buğday ticareti yaptıkları firmaları, bir başka Johann ile, dördüncü kuşaktan Hanno Buddenbrook ile sona erer. Önemli bir nokta, bir aile defterine yaşadıkları olayları kaydetmeleridir, en küçük olaylar dahi aile defterine ailenin büyükleri tarafından not edilir. Bir çocuğun doğumundan hastalanmasına evlenmesinden boşanmasına her türlü verinin, aile bireylerinin başından geçen herşeyin burada kaydının tutulmasına özen gösterilir. Defter, ’aile konsepti’ açısından çok çok değerlidir. Ailenin ‘tözü’ burada yazılı satırlarda yatar ve ailenin karakteri bu tarihyazımıyla yapılandırılır. Deftere inancı son derece güçlü bir Buddenbrook olan Antonie Buddenbrook, ağabeyi Thomas Buddenbrook ile birlikte, aynı zamanda aile konseptinin de en güçlü inananlarından biridir. Öyle ki, burjuvazi karşıtı görüşlerini heyecanla savunan genç doktor adayı Schwarzkopf’a gönlünü kaptırmış olmasına karşın, babasının ‘zincirin bir halkası’ olduğu uyarısını özellikle aile defterini okurken duyumsayan Antonie, ailesinin yeğlediği bir tüccarla yapılacak prestijli evliliği aşkına tercih etmeye karar verir ve bu sorumlulukla ve heyecanla deftere tarih düşme işini bizzat kendisi ele alarak “Antonie Buddenbrook evlendi” diye geçmiş zaman kipi kullanarak yazar. Defterde bu evliliğin “yapıldı” diye not edilmesi yapılacağının en açık, tartışmaya yer bırakmayan ifadesidir. Nokta. Önce, çoktan evlendiğini yazar ve sonra da defterde yazıldığı gibi evlenir.

Her ne kadar Antonie Buddenbrook aile konseptinin sıkı bir taraftarıysa da aile prestijini arttırmakta asla dilediği gibi başarılı olamaz ve fedakarlıkları hep tam da en istenmeyen sonuçları verir. Bildiği ve defalarca da telaffuz ettiği nokta, ailenin ismini ayakta tutanın kardeşi Thomas Buddenbrook olduğudur. İşte ailenin çöküşü de başarılı işadamı Thomas Buddenbrook’un ani ölümü ve oğlu zayıf bünyeli ve sanatçı ruhlu Hanno’nun bayrağı devralamayacak karakteriyle belirginleşir. Thomas’ın ölmesiyle aile de ölmüştür. Oyunun sonu. Fakat, bu noktadan sonra romanın ritmi değişir ve kendimizi Hanno’nun genç dünyasında buluruz. Hanno, artık Buddenbrook konseptini temsil etmeyen bir figürdür. Çöküşten sonrasıdır o, ölümden sonrasıdır. Defterdeki gerçeklikten hemen tümüyle başka bir zeminde yaşamaktadır.

Unutulmaz 11. bölümle beraber, kendimizi gitgide daha çok Hanno’nun dünyasına çekilmiş buluruz. Hanno, Buddenbrooklar ile Buddenbrooklar sonrası arasında bir arayerde gibidir, yaşadıkları hep sonrasını temsil etse de Buddenbrookların çöküşü onda da sürmektedir sanki, bir hızlı çöküş mirası almışcasına yaşar.

Buddenbrook konseptinin unutuluşa terkedildiği, keyifli bir Pazar akşamı çok sevdiği gibi tiyatroya gitmiş olan Hanno ertesi gün okula geldiğinde hiçbir dersine çalışmamış, sözlüye kaldırılmaktan ölesiye korkan bir öğrencidir. Mann, bu bir tek eğitim gününü oldukça detaylı verir ve orada hem eğitimin bir parçasına dönüşmüş kolektif amnezi örneklenir, hem de konsensusa dayanan otorite inşası ve otoriteye bağımlı değerler oluşturma yaşatılır.

Sınıftayız, Hanno ve arkadaşlarıyla beraber. Öğretmenler mutlaka sözlü yapıyorlar ve ödev verilen metinlerin ezberlenip ezberlenmediği çok kritik bir nokta. Öğrenciler herşeye kolektif reaksiyon gösteriyorlar ve kendi kendilerini öğretmenin perspektifiyle uyum içinde olacak şekilde manipüle ediyorlar.

İlk önce öğrencilerin ne denli kolaylıkla öğretmeni cevaplarıyla tatmin etmeyi başaramayan bir arkadaşlarından nefret edebildiklerini görüyoruz. Öğretmenin gazabını çekene öğrenciler de kin duyarlar. Gerçekte, çoğu aynı durumdadır, birkaç ‘inek’ dışında öğretmenin beklentisini karşılayacak çalışmayı yapmış kimse yoktur aralarında. Ancak arkadaşlarından daha kötü durumda olmayan başarısız Luders yenilgiyle yerine oturduğu anda “bütün sınıf ondan nefret eder”. Sonra, çarpıcı bir durum sessizce gerçekleşir. Öğrencilerden biri hile yapar, hocayı kandırır. Ezberlemiş olması gereken bir parçayı ezberlemiş gibi yapar, ileriye bakıyormuşcasına bir tavır takınır, ama aslında gizlice, açık bir kitaptan okumaktadır. O yüzden sınıfta dolaşan öğretmen yaklaşınca duraksar, hoca uzaklaşınca aynı düzene dönüp kaldığı yerden devam eder. Öğretmenleri Doktor Mantelstack yerine geçer yeniden ve kopya çeken öğrenci Timm ezberlemiş gibi yapmayı sürdürür. Sonuçta, Mantelstack durumu çakmaz ve kandırmaca işe yarar. Timm’in gayet iyi çalışmış olduğuna ikna olan hocası ona yüksek bir not verir. Mükemmel okuyamadıysa da büyük çaba gösterdiğini belirtir. Kutlar. Fakat asıl tuhafı, o anda yalnızca öğretmen değil, hilenin farkında olmalarına karşın bütün arkadaşları ve Timm’in kendisi de Timm’in iyi bir notu hak ettiğine inanmış bulunurlar. Hanno’nun içinden yükselen bir ses buna karşı gelse de o da bu cendereden çıkamaz. Herkes gibi Timm’in gerçekten başarılı ve kutlanmaya layık olduğuna inanır. Hani kopya çekmekteki ustalığı ve acarlığına duyulan haylaz bir hayranlık değildir bu üstelik, tersine, tam da öğretmenin perspektifinden nasıl görünüyorsa Timm’i öyle görmeyi benimseyen bir hayranlıktır. Sonra bir başka öğrenci, Mumme ayağa kaldırılır. Mumme kopya çekemez ve çalışmamış bir öğrenci görüntüsü çizer. Tüm sınıf ondan nefret eder. Hanno, bir tiksinti, bulantı duyar, boğazına birşey takılır. Olup bitenleri müthiş bir açıklıkla görmektedir. Sonra sıra Hanno’ya gelir, hoca Hanno’yu kaldırır derse. Hanno, Timm’in ekolünden gider. Gizlice açık bir kitaptan okur ve üstelik hocayı kandırabilmek için ezberinden kusurlu okuyormuş süsü verir kendine. Mantelstack bunu da yutar. “Öğrenmişsin ama çok ruhsuz okudun, gene de emeğinin karşılığında kötü bir not vermeyeceğim,” der ve iyi bir not verir Hanno’ya. Hanno yerine oturduğunda Mantelstack’ın övgü sözlerinin etkisinden kurtulamaz. Bundan pek ‘duygulanmıştır’. Biraz yeteneksiz de olsa çalışkan bir öğrenci olduğuna ve işin içinden yüzünün akıyla sıyrıldığına şu anda pek inanmaktadır. Üstelik bütün sınıf arkadaşlarının da böyle düşündüğüne inanmaktadır. Hanno’nunki bir katlanmış inanmadır. Daha önce durumu farkedip bundan tiksinti duymuş olmasına karşın kendi başına gelince gene aynı bakışa kapılır. Yine bir tiksinti duyar, olup bitenleri yeniden düşünemeyecek kadar bitkindir. Sapsarı bir yüzle ve titreyerek gözlerini kapar, her yanı uyuşuyormuş gibidir...

MAŞALLAH - Birgün yazı 41 / 27 Aralık 2005

Birgün yazı 41 -- 27 Aralık 2005

MAŞALLAH

Süreyyya Evren

Önce küçük bir tashih. Geçen Pazar günü yayınlanan Birgün Pazar’da Orhan Pamuk davası dolayısıyla kaleme aldığım “Çok Amaçlı İsviçre Çakısı, Orhan Pamuk Davasında Üçüncü Yollar” başlıklı bir yazım yayınlandı. Bu köşeye sığmayacak çok boyutlu, netameli bir meseleydi, Birgün Pazar için dahi uzunca kaçan bir yazıyla ancak ele alabilmiştim. Gene de herşey sığmadı ve editör arkadaşlarla bu köşedeki yazılarımı da yayınlanmalarından bir iki gün sonra yerleştirdiğim ‘web blog’da tam metni bulundurmayı ve yazının sonunda link vermeyi makul gördük. Ancak benim hiç de yabancısı olmadığım bir dizgi hatası bir kez daha gerçekleşmiş, http://sureyyyabirgun.blogspot.com olan blog adresi http://sureyyabirgun.blogspot.com şeklinde Süreyyya’nın 2 Y ile yazıldığı bir versiyonla yayınlanmıştı. Tabii adrese ulaşmayı deneyip de ulaşamayanlardan “nerede bu blog” itirazları geldi. Doğru adres yukarıdaki 3 Y’li adrestir. 1990’ların başlarında, ilk kitabım “Postmodern Bir Kız Sevdim” çıkmadan evvel, Cemal Süreya’nın ‘adımın bir harfini atıyorum’ dediği Y harfini kendi adıma ekleyip Süreyyya imzasını kullanmaya başladığım günden beri doğal olarak karşılaştığım bu karışıklık özellikle gazete düzeltmenleriyle aramda da ilginç diyaloglar yaşanmasına neden olmuştur. Aslında, keşke bütün düzeltmenlerle tanışabilsem demişimdir. Mesela Birgün’ün internet sayfalarında da bütün kitaplarımda olduğu gibi Birgün sayfalarında da 3 Y ile yazılan Süreyyya tekrar konvansiyonel 2 Y’ye çekilip Süreyya Evren yapılıyor. Kimi internet kitap satış sitelerinde bazı kitaplarım Süreyya Evren’e bazıları da Süreyyya Evren’e ait gibi görünüyor. Zorlamak, önemli bir siyasî tutumdur. Ne derdi siyasi ablalarımız abilerimiz –zorla! Bu alanda da mücadeleye devam düşüyor anlaşılan bize. Hoş, mücadelenin sınırı da yok gibi. Bakınız isminin yazılışının doğru olmasına özen gösterdiğini bildiğimiz Attilâ İlhan’ın mezartaşına bile ismi yanlış yazıldı, gazetelere haber oldu, ailesinden en kısa zamanda düzelteceğiz açıklamaları bunu izledi.

Pazar eki’ndeki yazıda Çok Amaçlı İsviçre Çakısı diyerek doğrudan Pamuk’u portrelediğimi düşünenler olmuş. Bunu da daraltıcı bir yorum olarak göreceğimi eklemeliyim. Neden mi? Referanslarımda birbirini izleyen İsviçre olaylarının Türkiye üzerindeki etkisi belirleyiciydi aslında. İsviçre garip bir rastlantıyla son zamanlarda Türkiye’nin milliyetçiliğinin su yüzüne çıkmasına önayak olma rolü üstlendi sanki. Milliyetçi eğilimleri saklı olmayan Fatih Terim’in futbol milli takımının başına getirilmesinin ardından yaşanan İsviçre-Türkiye maçları da bir savaş sahası olmuştu. İstanbul’daki maçın ardından sahada ve soyunma odasında yaşanan fiziki darpların Pamuk-arabasına saldıranlarla beraber okunmasına hem yurtiçinde hem de yurtdışında gazetelerin okur forumlarında sık sık rastladım. Özellikle İstanbul’daki maçta yaşananlar kadar kullanılan söylemlerin milliyetçiliği radikalleştirmeye yaradığını ve Batı ile Türkiye hatta Batı ile Türkler arasında keskin kutuplaşma olduğu duygusunun propagandasına katkı yaptığını gördük. Hele “İsviçre’yi biz medeniyetin beşiği sanırdık bizi arkadan vurdular” babında yetkili ağızlardan yapılan açıklamalar “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” duyarlılığını da tazelemek ister gibiydi. “Medeniyet ve biz” diye bir medeniyetler çatışması resmedilmiş oluyordu ki burada biz medeniyet tarafından medeni olmayan yöntemlerle elimine edilmeye çalışılan medeniyet-dışı’nı temsil ediyorduk. (İşin garibi, medeniyet-dışı’nın elimine edilmesi için medeni olmayan yöntemlerin kullanılması veya demokrasi-dışı’nın elimine edilmesi için demokratik olmayan yöntemlerin kullanılması hep demokrasi ve medeniyet dahilinde tanımlanmıştır.) Gözden kaçmayan bir nokta da bu tırmandırma stratejisinin ancak ‘başarısızlık ve hedefe ulaşamama’ yüzünden eleştirilebilir görülmesiydi. Aynı metodlarla Türkiye finallere katılma hakkını kazansaydı bu başarıdan utanılacak mıydı? Bir başka İsviçre-Türk milliyetçiliği çatışması da Doğu Perinçek’in Lozan’da “Ermeni soykırımı uluslararası bir yalandır” dediği için kendisine soruşturma açılmasıydı. Yani bir tür Nazi-savunusu, medeniyet ve uygarlık dışından söz alma olarak kategorisi belirlenmişti. Bu davanın Perinçek yandaşları dışında da İsviçre aleyhtarı tepkiler doğurabildiği görülmüştü. Ama bu tür durumlarda sık sık medeniyet-dışı olarak tanımlanmaya itiraz etmekle medeniyetle çatışan medeniyet-dışı konumumuzun tanınmamasına itiraz etmek arasında gidip gelebiliyoruz. –Bir başka İsviçre notu da şu: meşhur İsviçre çakısının (Swiss army knife) uçaklara alınmasının önündeki engeller kaldırıldı, bu yasak Kasım ayında iptal edildi. Gerçek bir çok amaçlı alet olan İsviçre çakısı, bizde daha çok kötülükler konservesini açmaya yarıyor gibi...