Bu Blogda Ara

Pazar, Aralık 26, 2010

ISLAK YOLDAN KURTULUŞ

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ISLAK YOLDAN KURTULUŞ

BirGün gazetesi, 26 Aralık 2010, Dalalet 52/160

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Lisa Cholodenko’nun filmi The Kids Are Allright (2010), lezbiyenleri haklı olarak kızdıran bir film. Muhafazakar stereotipleri yeniden üretiyor. Lezbiyenlerin aslında asla cinsel olarak tatmin olamadıkları ve bir erkek (bir penis) eksikliğiyle yanıp tutuştukları, gizli kapılar ardında gay pornosu seyrederek sevişmelerinin de bu duruma işaret ettiği, vs gibi bir sürü ortalama muhafazakarlık. Öte yandan, biz Türkiye’de her tür meslek odasının “bu filmde bilmemne mesleği kötü gösterildi” diye itiraz etmesinden bıktığımızdan, lezbiyenler tarafından temsili bir ses itiraz edince de bir rahatsızlık duyabiliyoruz. Tepkinin aslında başka yerden (temsili olmayan aşağıdan) gelmesi ve bütün tepkileri dengelemesi gerekiyor bu tip durumlarda. Başka bir bakışla filmde çifte muhafazakarlık var da diyebiliriz, önce lezbiyenlere dair stereotipler şişiriliyor, sonra da lezbiyen de olsa esas olan ailedir mesajı ile film kapatılıyor. Ben bütün bu kargaşa içinde arada parlayan başka bir temaya bakmak istiyorum: cinsellikle kurtuluş!

Lezbiyen gerçek bir penisle kurtulurken sahnesini alalım. Ümitsiz bir lezbiyen vardır karşımızda, cinsel mutsuzluktan (penissizlikten) iş hayatı dahi kuramamaktadır, sonra birden cinsellikle nefes alır, kendini bulur, özgüven kazanır, karakterinde bir genişleme, bir erklenme görülür, kendi açtığı sorunları da kendi başarıyla kapatır bu sayede. Şimdi baktığımızda cinselliğin bu şekilde aletleştirilmesine muhafazakar diyoruz, ters taraftan araçsallaştırıldı mı ise özgürlükçü diyoruz. Kantar bu gibi görünüyor böyle olunca. Ve burada enteresan bir ısrar göze çarpıyor.

Ters taraftan araçsallaştırma ile ne kastediyorum: mesela Pasolini’nin Teorema’ından kalma bir ruhun mutlaklaştırılması, ailenin içine giren bir biseksüelin herkesle sevişerek herkese yeni bir hayat sunması. Mesela Ali Smith’in The Accidental romanındaki gibi, iki çocuklu bir ailenin ortasına giren biseksüel bir yabancının herkesin hayatını yenilemesi ve bunun bir şekilde cinsellik üzerinden işlemesi. The Accidental’daki yabancı kadın, tam bir sınıraşmacıdır; kilisede sevişir, marketteki düzeni amaçsızca bozar, her tür bekçiye, kolluk kuvvetine sorun çıkartır, insanların hayatlarına teklifsizce girer, fotoğraf makinelerini parçalar, mallarını mülklerini yok edip sıfırdan başlamalarını sağlar, korktukları şeylerin başlarına gelmesini ve başka bir hayata geçmelerini sağlar, otoriteye yalan söylemez, şövalyevari bir şekilde her sınıraşma eylemini açıktan itiraf eder (ama etmemiş gibi anlaşılmasına göz yumarak) veya deklare eder (ama deklare etmemiş gibi anlaşılacak şekilde).

John Cameron Mitchell’in Shortbus (2006) filmini düşünüyorum bununla birlikte: kurtuluşun orgazmda olduğu fikrine dayanıyordu bu çalışma da. Kendisi orgazm olamayan seks terapisti bir kadın bir tür biseksüel/gay ütopyası veya geçici otonom bölgesi gibi işleyen bir kulüpte yepyeni sınırlar aşıyor ve en nihayetinde gerçekten orgazm olabiliyor ve yenileniyor. Onun mutsuz kocası da aynı mekan aracılığıyla özgürlüğü –seks üzerinden– buluyor. Mekansal bir yığılma, yoğunlaşma vardı gerçekte Shortbus’ta. Sözgelimi Ferzan Özpetek’in daha eski Cahil Periler’i (2001) aynı formülden beslenen kurtuluşu bir kaçış mekanına sığıştırmamış, daha fazla yaşama yaymıştı, ancak gene bir mekansal iskele, bir korunak odaktaydı.

Christian Molina’nın Bir Nemfomanyağın Günlüğü (2008) adlı filmi geliyor aklıma; çok ağır özgürlükçü mesaj kaygısı taşıyan bir filmdi bu da. Bu mesaj, feminist bir yerden kurulmuştu diyebiliriz. Başkahramanımız sekse hayli düşkün bir genç kız olarak karşımıza çıkıyordu. Olaylar öyle gelişiyor ki serbest aşk yerini evliliği bıraktığında sonu iğrenç bitiyor, gönüllü olarak fahişeliğe geçtiğinde, gene berbat bitiyor, ve gerçeği böylece buluyor: nemfomanyaklık bir suçlama değil asıl olması gereken durumdur, evlilik ve fuhuş Stalin ile Hitler gibi zıt gibi gözüken aynı şeydirler. Tabii Nemfomanyağın Günlüğü’nden çok daha üst seviyede bir film olarak İtalyan sinemasının yeni sürprizi çıkıyor karşımıza: Luca Guadagnino’nun I Am Love’ı (2009). Sinema dili, estetiği sürekli geri sardırma isteği uyandırıyor teybi. Çok daha sofistike bir biçimde de olsa, aynı kalıbı görüyoruz: tutsak olan cinsellikle, ve de biseksüelliğe açık bir cinsellikle, sadece cinsel hayatını değil, bütün hayatını özgürleştirecektir kişi... Sürpriz demişken, esas benim için sürpriz Yunan sinemasından geldi: Giorgos Lanthimos’un Dogtooth’u (2009) son derece akılda kalıcı, üzerinde konuşulası bir iş. Ancak konumuza bağlarsak, Dogtooth’da fantastik bir kontrol delisi aile babasının doğdukları andan itibaren kendi yarattığı alternatif bir evrene hapsettiği çocuklarından ilk dışarı çıkan da ilk eşcinsel deneyimi yaşayan olmadı mı?

Charlotte Roche’un Almanya’yı sarstıktan sonra İngilizceye de çevrilen romanı Wetlands (2009) ile birlikte düşünüyorum bunları. Wetlands’in (Türkçesi Islak Bölgeler, çev. Bülent Özçelik, Phoenix, Ankara) özellikle ilk bölümleri çarpıcı bir cinsellik deneyi, uçuk bir dil, sayısız sınıraşma ile açılıyor. Etkisinin esas sebebi de burası muhtemelen. Ama sonra sınıraşmalar genelde iğrençliğin sınırlarının aşılmasına, iğrenç olana dair normların sarsılmasına çekiliyor büyük ölçüde. Duygusal temalar ağır basıyor. (Wetlands’deki yoğun anne-kız çekişmesini ve kızın kendi cinsel hayatını annenin negatifi üzerine kurmasını ve temelden suçlayışlarını okurken aklıma Hatice Meryem’in Aklımdaki Yılan’ı (2010) geldi, iki kitabin iç içe geçtiğini hayal ettim.) Roche’un Wetlands’inde de işlenen ana dert şu soruya dayanıyor gibi: hangi seks yaşantısı beni kurtarır?

İşin garibi, bu günlerde ucundan Gandhi çalışıyorum, ve Gandhi de durmadan kurtuluşu cinsellikten kopmaya oturtuyor! Bir aseksüelliğe yaslıyor çıkışı..!

Bu tür bir film var mıdır bilmem, mesela başkahramanın artık orgazm olmamaya başladığı ‘kurtuluş’ sahnesiyle biten bir film?!?

Dönüp dolaşıp gene Lady Chatterley’in Sevgilisi’ne mi şapka çıkartsak acaba? Cinselliğin araç maraç olmadığı, bizzat cinselliğin kurtuluşunun merkeze alındığı, cinselliğin kendisinin sorunsal edildiği, kahramanın sevişerek kurtulmadığı, ama seviştiği bir film, ve sevişmesinin kurtulduğu, hem de daha sahici sözcüklerle...

Pazar, Aralık 19, 2010

BİR EYLEM BAŞLATMAK

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

BİR EYLEM BAŞLATMAK

BirGün gazetesi, 19 Aralık 2010, Dalalet 51/159

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Öğrenci eylemlerinin Avrupa’da estirdiği rüzgarı takip ediyoruz hep birlikte. Her ülkenin kendine özgü şartları, alışkanlıkları, yapısı var elbette. Bakıyorsunuz bizde bir ODTÜ protestosu sözde ‘ortak irade’ tarafından iktidarla pazarlık masasına oturabilme başarısına indirgeniveriyor mesela (olayın biraz karamsar ama keyifli bir anlatımını A-infos haber portalının Türkçe sayfalarında bulabilirsiniz; http://www.ainfos.ca/tr/ainfos04031.html). Gene de genel bir canlanma ve genel bir umut duygusunun öğrenci eylemlerinin harekete geçtiği her momentte topluma yayıldığı açık. Toplumu politize etmede özel bir rol ve başarısı var öğrenci eylemliliğinin her zaman.

Her ülkenin kendi koşulları var dedik, İngiltere’nin de kendine özgü sorunları var. İktidara gelen muhafazakar-liberal koalisyon sosyal devleti müthiş bir süratle parçalamaya girişmiş durumda. Liberal partiden medet ummuş gençler eylemlerdeki hayal kırıklığı içindeki öfkenin belirli bir kısmını oluşturuyorlar. Liberallerin başkanı Nick Clegg, seçimlerden önce özellikle “artık tutulmayan vaadler devri kapansın, bir daha yerine getirilmeyen söz olmayacak” gibi sloganlarla iktidara geldi ama ilk yaptığı icraatlardan biri söz verdiğinin aksine öğrenci harçlarının yükseltilmesi lehine savaşmak oldu. Eylemlerdeki pankartlardan biri şakayla karışık şöyle diyordu: “Nick Clegg Neden Karşıdan Karşıya Geçer? / Geçmeyeceğine Söz Verdiği İçin!”

Öğrenci harçlarına yapılan büyük zam ve diğer sosyal devlet kesintileri, İşçi Partisi’nin iktidardayken ekonomiyi mahvetmiş olmasına, ekonomik krize, ve ülkenin bir bütün olarak hep birlikte, bir aile gibi bu zor günleri atlatması (Cameron’ın şimdiden meşhur deyişiyle tek bir ‘geniş toplum’un/’big society’ üyeleri olarak) gereğine bağlanıyor.

İşte bu duruma karşı nasıl bir protesto geliştirmeleri gerektiğini düşünen 5-6 genç, bir gün bir pubda oturup içerken ve konuyu tartışırken, yani (‘içki masasında Türkiye’yi kurtarma’nın bir versiyonu olarak) içki masasında İngiltere’yi nasıl kurtarabileceklerini konuşurken, yaşanan bu kesintilere hayır demenin toplumdaki karşılığının sınırlı olduğuna ve bunun yerine, iktidarın aslında varolan alternatifleri reddedip siyasi motivasyonlarla sözkonusu kesintileri uyguladığını gösterecek bir eyleme ihtiyaç olduğuna karar veriyorlar. Yürüttükleri mantık kolay takip edilebiliyor: devlet kasa tamtakır, para lazım, bu hepimizin parası diyor, pekala, peki devlet bütün gelir kaynaklarını kullanıyor mu, yoksa neye vergi koyacağını (bizdeki içkiyi yasaklayamıyorsan zamlandır tavrı gibi), kimden vergi alacağını, paranın hareketlerini neye göre belirleyeceğini ideolojik olarak mı kararlaştırıyor? Yani aslında ‘geniş toplum’ cebinden parası ve önünden hayatı alınıp ‘küçük bir toplum’a sunulanların adı mı? Söylemesi kolay, doğru, ama kanıtlaması daha kolay oldu bu gençler için.

Gazetelerde zaman zaman gözümüze çarpan ama kimsenin fazla üzerinde durmadığı bir haberler dizisini merkez almaya karar verdiler. Bol sıfırlı rakamlarda gezinen, hayal etmesi bile güç vergi borçlarını binbir numarayla veya basit bir iki işbirliğiyle ödemeyen dev şirketlere dair haberlerden bahsediyorum.

Bu durumu görünürleştirmeye karar verdiler. Örgütlenmelerinin ismini UKUNCUT koydular. Hemen Twitter ve Facebook üzerinden örgütlenme kanallarını açtılar. İlk eylemler için seçtikleri hedef şirket mesela Vodafone’du. Aynı anda Vodafone’un onlarca şubesini işgal ettiler. Vergi ödemeyen büyük grupların perakende satış yapan mağazalarını tespit ettiler, o mağazaların önünde toplanıp eylemler yaptılar, içeri girmeye hazırlanan müşterileri caydıracak konuşmalar yapmaya koyuldular, bu kuruluşların ve markalarının medyada iyice afişe olmasını sağladılar. Kapıların önüne oturdular, gelen geçene bilgilendirici çıktılar dağıttılar. Ve en önemlisi ilk hedeflerine, yani dolaylı olarak öğrenci harçlarına yapılan zamlara karşı çıkmanın elini güçlendirdiler. Geniş toplumun darlaştığı yerin altını çizdiler.

Eylemlerin içinde anarşistler de vardı ve denebilir ki “ne yani şimdi anarşistler devlete vergi verilmesi için eylem mi yapacak?”

Kağıt üstünde böyle görünüyor olabilir, ama ana siyasi etkisi iktidarın toplumu iktidardakilerle özdeşleşmeye çağıran diline etkili bir saldırı yapmak oldu. İktidarla özdeşleşme sorunuyla biz de çok karşılaşıyoruz Türkiye’de, bilindiği gibi.

İnternetin lidersiz ve merkezsiz yeni eylem biçimleri için kullanılması fikrinin başarılı örneklerinden biri olması üzerinden de çokça konuşuluyor bu eylemler zinciri. 5-6 arkadaşın pubdan eve dönünce yaptıkları ilk iş Twitter ve Facebook’da sayfalar açmak çünkü. Ve kontrol etmesi güç bir destek o kanaldan geliştiriliyor.

Twitter gibi platformların faydaları, zararları, kullanışlılıkları gerçekten de ayrı bir konu. İran’daki son seçimlerin ardından yaşanan isyanın en iyi Twitter’dan takip edilebildiği söylentisi üzerine kendine Twitter hesabı açanlardan biri olarak, bu söylentinin büyük ölçüde bir mit olduğunu, AL-Jazeera’nin yaptığı araştırmaya göre olaylar sırasında İran’da aktif sadece 60 Twitter hesabı olduğunu, onların da olaylar sırasında 6’ya indiğini, söylentinin daha çok eylemleri takip etmesi sınırlanan Amerikalı gazetecilerin otelden Twitter takip ederek sürgündeki İranlılarla yazışmalarından çıktığını, İranlı göstericilerin eylemlere cep telefonları bile götürmemeye çalıştıklarını, eylemler devam edebilsin diye Twitter’ın rutin bakımının ertelenmesi fikrinin doğrudan Beyaz Saray’ın genç danışmanlarından birinden geldiğini duyduğumda çok geçti.

Gerçekten de, internetin ne ölçüde isyanın önünü açtığı, ne ölçüde kırılganlaştırdığı tartışması ayrı bir tartışma diye bakıyorum. Ama başka bir şey açık: bugün aşağıdan örgütlenmek, küçük bir grup olarak doğru bir fikirle yola çıkıp ağ gibi yayılmak, merkezsizliği sonuna kadar korumak ve ülke çapında etkili eylemler düzenlemek mümkün ve internet kanalları bunun için kullanılabilir durumda.

Pazar, Aralık 12, 2010

ORANTISIZ LİBERALLİK VE BİR BEBEĞİN BAŞLATILMAYAN HAYATI

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ORANTISIZ LİBERALLİK VE BİR BEBEĞİN BAŞLATILMAYAN HAYATI

BirGün gazetesi, 12 Aralık 2010, Dalalet 50/158

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

6 Aralık 2008, Alexandros ‘Alexis’ Grigoropoulos’un Atina’da polis kuvvetlerince öldürüldüğü gündü. Bu saldırıya yoldaşlarının cevabı doğrudan oldu. Cinayetin hemen ardından tüm ülkeyi, tüm Yunanistan’ı kasıp kavuran, kavurup kasan isyan başladı. Tarihe ‘2008 Yunan Ayaklanması’, ‘Yunan Anarşist İsyanı’ veya ‘Yunan Aralık’ı’ diye geçen isyan günlerinin ardından yaşananlar medyaya daha az yansıdı. Yunanistan’da kurulan halk meclislerinden, yeni yatay oluşumlardan, türlü tabandan girişimlerin ve doğrudan demokrasi arayışlarının toplumda bulduğu yeni karşılıktan pek bahsedilmedi. Olayın üzerinden iki yıl geçti. 6 Aralık 2010’da Yunanistan’da hem Alexis anıldı hem de isyanın ruhu diri tutuldu. Büyük gösteriler vardı. Polisle çatışmalar yaşandı. Dileyen eylemlere dair video ve fotoğrafları internetten kolayca bulabilir. Polisin bir kaç gün öncesinden ev baskınlarıyla estirdiği teröre dair metinler de kısmen Türkçe’ye çevrildi ve gene internetten A-infos Türkiye arşivlerinden ulaşılabilir durumda.

Tam bu sıralarda İstanbul’da da bir eylem vardı. Görece çok daha mütevazı bir eylem. Başbakan’ın rektörlerle toplantısını protesto etmek isteyen öğrenciler. Bizzat Başbakan’ın çemberine yaklaşıldığında ekstra sertlik uygulanabildiğini biliyorduk. Gene aynı manzarayla karşılaştık. Olay, polisin orantısız güç kullanımı diye literatüre geçen tartışmanın yeniden gündeme gelmesiyle sonuçlanacak gibiydi. Ama mesele, bir çatışma, gözaltına alınanlar ve yaralılarla bitmedi. Büyük bir trajedi yaşandı. Öğrencilerden biri hamileydi. İşler hiç çirkinleşmeseydi, o güzel bebek, daha anne karnındayken ilk eylemlerine katıldığını anlatacaktı arkadaşlarına 20 yıl sonra. Ama çirkinleşti. Polisler genç anne adayının üzerine gittiler. Uyardı. “Hamileyim, vurmayın” dedi. “Hamileyim, vurmayın” diyen bir genç kız öyle büyük bir tehdit oluşturuyordu ki özellikle ona saldırmaları gerekti... Ve karnına karnına vurdular. Ve bebeği öldürdüler... İç savaşlarda görürüz bu tür vahşetleri, etnik kıyımlarda. Soyu kurusun mantığıyla hareket eden bir gözü dönmüşlüktür. Sırplar Bosnalılara karşı, Hutular Tutsilere karşı. Türkiye’de de toprağın belleği hatırlıyor benzerlerini. Kimi taş duvarların belleği de.

Çirkinleşme, sokakta kalmadı. Gazeteciler sokağa diyenler, çirkinlik bayrağını sokaktan devraldılar. Böyle bir vahşetin ertesinde, haberlerin ana odağının bu cinayet olması gerekiyordu. Evet, diğer konular da konuşulacaktı elbette. Ama önce bu işin sorumlularını en hızlı şekilde bulunması kaygısının, bırakınız solu falan, merkezi medyanın da kaygısı olması beklenirdi. Standard bir liberal perspektiften, öne çıkarılacak gazete vurgusunun, polis şeflerini suçluyu hızla tespit edip soruşturmayı başlatmaya zorlamak olması beklenirdi. Ancak böyle olmadı. Türk otoriter liberalizmi aldı başını gidiyor, çok uç işlere imza atılıyor. Devletin özel bir propaganda departmanı kurmaya da ihtiyacı yok şu anda. İktidar denize bakınca deniz şarkıları söyleniyor anında. Evet, bu cinayet haberi, (merkezi basın dilerse “iddia ediliyor” diye, kuşkuyla yaklaşabilirdi, ama damardan yaklaşmak zorundaydı, damardan bir olaydır çünkü bir bebeğin kasten öldürülmesi) ana meselemiz olmadı. Bakışını böyle bir zulmü gerçekleştirebilen kuvvetlere yöneltmek yerine, otoriter liberaller büyük bir panikle, bakışın yönünü eylemcilere çevirmeye çalıştılar (çeşitli devlet adamlarının demeçlerinde hemen çizilen doğrultu çerçevesinde tabii). Çalıştılar demek de doğru değil. Söz gücü onlarda. Çevirdiler. Orantısız eylem diye kavramlar ortaya atabildiler. Burada sarsıcı biçimde vicdan standartlarının çok düştüğünü gördük. Bakınız, eylemlerde cam çerçeve indirilmesine karşı olmak yeni bir şey değil, hatta sağcılara veya liberallere özgü de değil. Sosyalist bir perspektiften de (eylemlerin kontrollü ve planlı olması fikrinden hareketle) anarşist bir perspektiften de (eylemleri medya manipülasyonuna açık hale getirip etkisizleştirdikleri için) cam çerçeve indirenlerin eleştirildiğini duydum bugüne kadar. Sendikalarca eleştirildiklerini de gördüm. Partilerce de. Mesele “gençler yürüsünler ama cama çerçeveye dokunmasınlar” demekte değil. Hele liberal bir gazeteci, diyelim çok sayıda tabelanın söküldüğü bir günün ardından, “arkadaşlar bu eylemler böyle kıra döke olmasın ama, herkes adabıyla demokratik hakları çerçevesinde yürüsün bizce” diye bir yazı yazabilir. Hakkıdır. Normal olurdu. Vay vicdansız da demezdik. Şimdi diyoruz. Neden? Çünkü bir bebeğin öldürülmesini örtbas etmek için hemen kendini öne atan liberal gazeteci tiplemesiyle karşılaşıyoruz da ondan! Aba altından işkenceyle korkutmaya çalışan resmi gazeteci tiplemesiyle karşılaşıyoruz da ondan! Bakışımızı bebeği öldürene çevirmeyelim de, bebeğin annesinin ne yaramaz, ne ele avuca sığmaz, ne öfkeli arkadaşları varmış öyle, ne ayıp şey, onlara çevirelim, öyle mi!? Hayır, bakışımızı önce bebeği öldürene, sonra da onu korumak için bir işaretle liberalliğin gemilerini de yakan, gazeteciliğin itibarını da sallayan, vicdanın sularını da terkedenlere çeviriyoruz. Size bakıyoruz.

BirGün gazetesi, gazetecilerdeki bu eğilime yerinde bir reaksiyon gösterirken “Sivil Polisler İş Başında!” başlığını attı birkaç gün önce. Kendi gazetelerinden de tepki gösterenler oldu. Sivil polis sözü sol jargonda “daha ne diyeyim ben adama” anlamında kullanılıyor ama sözkonusu olayda bu haklı reaksiyonu ezbere bir terminolojiye kurban gitme tehlikesine de atmış. Sivil polis temelde ne yapacak, bizden bilgi toplayacak, gerektiğinde de bize müdahale edenlere katılacak öyle değil mi? Burada bizden bilgi toplayan biri yok. Tam tersine. Bize bilgi şırıngalayan birileri var. Sokakta ne olup bittiğini rapor etmek değil dertleri. Sokakta ne düşünüleceğini belirlemek daha çok. Ve bunu yapıyorlar da. Kesinlikle başarısız değil. İşte Wikileaks olayı ve Türkiye’deki geçiştirilişi. Dünyada bunların yalan dolan, şaibeli, İsrail oyunu vs. olduğunu iddia eden Ahmedinecad’la Erdoğan’dan başka kim var? Amerika’da resmi görevlilerin belgelere Wikileaks üzerinden veya gazeteler üzerinden erişmeleri bile yasakken üstelik (çünkü halen gizli belge statüsünde sayılıyorlar). Ve İran kamuoyu Türkiye kadar oyuna geldi mi ondan da şüpheliyim.

Dolayısıyla sözkonusu isimler ve organlar sivil polis rolünde değiller. Çünkü senden biriymiş gibi davranmıyorlar. Köşedeki simitçi gibi davranmıyorlar. Tersine, seni ‘onlardan biri olduğuna’ ikna etmeye çalışıyorlar.

Genelde bunu sorunsuzca başardıkları için güç gözlerini döndürmüş durumda, etnik temizlik tarzı fiilleri bile bu şekilde hasıraltı edip; düşmana, ‘yani henüz onlardan biri olduğuna ikna olmamışlara’ gözdağı verebileceklerini düşünüyorlar.

Bebeğin ismine karar verilmiş miydi, bir ismi olabilmiş miydi, bilmiyorum. O ismi yaşatalım isterdim...

Pazar, Aralık 05, 2010

WIKILEAKS VE TÜRKİLEAKS

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

WIKILEAKS VE TÜRKİLEAKS

BirGün gazetesi, 5 Aralık 2010, Dalalet 49/157

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Zihnimiz Türkileaks mantığıyla öylesine örülü ki Wikileaks’i de önce o açıdan görüyoruz. Bizim bildiğimiz şu: herkes, her konuşma, her görüşme, her yazışma yukardan denetlenmektedir, dosyalanmaktadır, çeşitli merkezi güç odakları tarafından klasörlenmektedir. Bu güç odakları birbirlerine dair gizli belgeleri de biriktirir ve uygun anda uygun komplolarla ortaya çıkarmak için saklarlar, sonra da kendi seçtikleri hatta yarattıkları medyalar aracılığıyla işleme koyarlar. Bilgi sızması Türkileaks dünyasında bir şeffaflaşma değildir. Aksine yeni belirsizlikler, yeni örtük güç ilişkileri, yeni iktidar oyunları tarafından üretilir yeni sızıntılar. Taraflardan biri diğerini zayıflatırsa ona dair bilgileri sevdiğimiz deyimle ‘servis eder’. Kimin, hangi motivasyonla, hangi bilgiyi saklayarak hangisini bize ilettiğini bilemeyiz ama bu konuda tahminlerde bulunmak durumunda kalırız. Her şey yukarıdan aşağıya gerçekleşmektedir. Yukarıda birden fazla güç odağı olduğu için yaşadıkları kanlı bıçaklı dövüşün dalgaları aşağıya doğru bizlere yansır, son olarak da medyada kırılıp algımıza düşer. Üzerimize yağan verileri kimin ne düşünmemizi isteyerek yağdırdığını düşünmeye çalışırken takatsiz kalırız. Ve tanrılar arasındaki erişilmez kavgalara dair mitolojilerden birine kendimizi bırakırız. Komplo teorileri Türkiye’de kişiyi destabilize etmez, aksine, kendi içinde tutarlı bir anlatıya kavuşmasını sağlar, gönülden inananları o yüzden bu kadar çoktur. Türkileaks dünyası budur. Aşağıdakinin tam olarak erksizleştiği ve bu erksizleşmeye da alıştığı dünya.

Bu dünyanın insanları olarak Wikileaks’e baktığımızda da Wikileaks’i göremiyoruz. Huzurla inandığımız komplo dünyalarının dışında işler var Wikileaks’de. Dünyanın farklı ülkelerinden senin benim gibi insanların kurduğu, Alsange’ın deyimiyle, bir aktivist örgütlenme. Gazeteciliğin kazandığı yeni bir boyuttan, internetin herkesin denetlenmesi aracına dönüştürülmesine karşı denetçilerin denetlenmesi aracına da dönüştürülebileceğine dair bir umuttan söz etmek gerekiyor Wikileaks’den bahsederken. Wikileaks sizi erklendirmek için yola çıkmış bir grup insanın işi ve epey de başardı bunu. Kenya’ya dair haberlerinden Afganistan’a, Irak’a dair haberlerine, ve şimdi de Wikileaks haftası diye tarihe geçen ABD diplomatik belgeleri odaklı son haberlerine kadar. İktidarların bilgi iktidarlarını aşağıdan inisiyatiflerin bozduğu bir momenti tarihin. Öyle Türkileaks’deki gibi rakip-iktidarların veya yeni-iktidarların boğuştuğu, halkın da acaba yeni efendilerimiz hangisi olacak diye bekleştiği bir sahne değil.

İşte bu boyutu aklımıza yatmıyor Türkiye’de. Her şeyi ya Amerika’nın, ya İsrail’in, ya devletin ya da cemaatin yönettiğinden emin olmanın rahatlığını tehdit ediyor Wikileaks. Bu tehditi savuşturmak için, arkamıza yaslanıp bahisler oynamaya çalışıyoruz tekrar: hepsi İsrail’in oyunu mu, İsrail’in mi işine yaradı Amerika’nın mı, koltuğuna gömül, eline son sürüm Türk Komplolar Kolonunu al, sıradan oynamaya başla: İsrail’e yaradı bire 10, Amerika’ya yaradı bire 20, Türkün Türkten başka dostu yoktur (Wikileaks dahil) bire 40...

Bizim Başbakan’ın Wikileaks’e güvenilmez demesi de tam uyum içinde değil mi bu durumla? Elbette böyle diyecek, 1 Mayıs’ta da “başlar ayak ayaklar baş olmaz” dediği gibi. Çünkü Wikileaks ayakların baş olması değilse de başların ayak olmasıdır. Kime güvenilir, gizli yazışmalarını bizden gizleyenlere mi? İdare bizi idare edecek ama nasıl idare ettiğini biz bilmeyeceğiz. Biz sadece idare edildiğimizi, korkmamıza gerek olmadığını, sadece idareden korkarak mutlu mesut yaşayabileceğimizi düşüneceğiz, öyle mi?

Ayakların baş olması için gereken, aslında Geert Lovink’in hatırlattığı gibi, eski tip araştırmacı gazeteciliğin Wikileaks’e eklenmesi. Çünkü Wikileaks dökümanları ortaya çıkartıyor, elden geçirip kontrol ediyor ama sonra bir bağlama oturtup bir söyleme dönüştürmüyor, bu aşama için araştırmacı gazetecilik eskisi gibi gerekiyor diyordu Lovink.

Bütün bu durum, Türkiye sahnesinde, iki ihtiyacı karşımıza çıkartıyor. Birincisi evet araştırmacı gazeteciliğe, köşe yazarı yorumundan ve ajans haberlerinden daha kapsamlı metinlerin üretilmesine ihtiyacımız var gazetelerde ve haber dergilerinde. Ama bir de aşağıdan inisiyatiflerin yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var.

Mesela Bianet’te Nihat Halıcı ne yapmış, “Kendi Wikileaks’inizi Kurmak İçin 10 Ücretsiz Uygulama” başlığıyla Wikileaks benzeri girişimlerde yararlanabileceğimiz yazılımları önermiş ve bir rehber sunmuş.

Çok güzel. Tam da buna ihtiyacımız var. Yukarıdaki kavgayı mitolojilere bakarak yorumlamak yerine kendimizin ne yapabileceğini düşünmeye. Yazılımlara, yazılımları paylaşmaya, aşağıdan inisiyatifler geliştirme arzusuna, erklenme ve erklendirme motivasyonuna, merkezden bağımsız bakışları büyütmeye. Wikileaks ile ilgili haberleri görünce “vay acaba bunlar İran’ın işi mi, yok İsrail parmağı mı var, Sarkozy burnunu mu sokmuş, Putin kızmış mı” demeye değil, ben ne yapabilirim, biz ne yapabiliriz, neler yapılmalı, nasıl yapılmalı, nasıl bilgi daha fazla yataylaştırılabilir, nasıl erk odakları erksizleştirilebilir ve yönetilenler erklendirilebilir diye düşünmeye ihtiyacımız var.

Biz tabii saklı bilginin görünürleştirilmesini iktidar için mücadele eden grupların birbirini çökertmesi olarak biliyoruz. Türkileaks’den gözümüz öyle alışmış. Ama aktivizm kimsenin tekelinde değil. Wikileaks’in de değil. Mesela şu Türkileaks işlerinin nasıl döndüğüne dair belgeler ele geçse fena mı olurdu?

Galiba, kendine demokrat, kendine müslüman, kendine liberal iklimimizde radikal şeffaflık, Julian Assange ve arkadaşlarının metodu olarak önümüze çıktığında onu tanıyamadık. Gene salt spekülasyona gömüldük.

Aslında Afgan savaşı ile ilgili Wikileaks belgelerinin de Türkiye’de çok önemsenmediğini söyleyebiliriz. Kenya ile ilgili olanların da.

Zaten Türkiye gazetelerini okurken insan dünya diye bir yerde yaşadığını unutabiliyor. Türkiye adlı gezegende dünya diye de bir kasaba varmış, zaman zaman orada da olaylar oluyormuş izlenimi doğuyor. Varsın öyle olsun, naapalım. Ama madem öyle, biz de Türkiye gezegenindeki bilgi ve veri iktidarlarını biraz gıdıklayalım. Halıcı’nın tavsiyesi gibi tavsiyelerin ilgi çekeceğini umalım...

Pazar, Kasım 28, 2010

NAIPAULLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

NAIPAULLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

BirGün gazetesi, 28 Kasım 2010, Dalalet 48/156

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Herhalde bu Naipaul tartışmasının en komik anı, bir televizyon programında, Hilmi Yavuz’un, “böyle söylediğim için çok çok özür dilerim ama” diyerek, Nedim Gürsel’e, “Nedim sen galiba biraz Naipaullaşmışsın” dediği andı!

Yoksa, İsmet Özel’e “Naipaul’un gelmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruldugunda, “Neyin gelmemesi?” diye cevaplaması mı daha komikti? Soruya soruyla cevap diye işte buna derim!

Diğer unutulmaz anlar; konuşmacıların, İskender Pala’dan Bülent Somay’a Naipaul okumakta çektikleri güçlüklerden bahsettikleri yerdi. Aslında hala kararsızım, acaba bir programcının İskender Pala’ya “hani zaten kimse de okumamış galiba Naipaul’u, hiç kimse okumuyor mudur nedir” dediği yerde Pala’nın “canım birileri de okumuştur herhalde” demesi mi daha komikti?!

Türkiye kültür iklimi nasıl bu kadar patetik bir hal alabildi? Hep mi böyleydi? Schuster bu Naipaul tartışmasını takip etse ve Fethi Naci’den de haberdar olsa, ne kadar futbol o kadar roman mı derdi acaba? Kültür iklimimiz de 1960 model mi? Öte yandan söyler söylemez kuşkuya da kapılıyor insan. Ya 1960’larda durum daha iyi idiyse?

Hiç kimsenin okuma zahmetine katlanmadığı bir yazar ülke çapında persona non grata ilan edilirken kırk tane tartışma programı düzenlenir ve nasıl olur da bu programlara bir tane de Naipaul’u iyi okumuş, tezlerini, neyi savunduğunu bilen birini çağırmak ihtiyaç olarak hissedilmez? Nasıl bir spekülasyonlar toplumu olmuşuz böyle? Düşünün İsmet Özel çağrılıyor, ne alakası var, hiç belli değil. Kaan Sezyum çağrılsa daha isabet (ama daha komik olabilir miydi bilmiyorum). Zaten İsmet Özel’in hiçbir fikri yok konuyla ilgili, arada bir iki Yalçın Küçükvari jest yapabilir miyim diye deniyor sadece, öyle ki Naipaul’u aslında iyi bir faşist olduğu iddiasıyla sahiplenmeyi bile denedi (gerçekten bunu denedi, aslında gerçek bir faşistse bence iyi yapmış vs diyerek, ama zemin bulamayınca, bir de Naipaul’un neyi savunduğunu hiç bilmemek biraz sıkıntı yarattığından, bu eğlenceli kulvarda ısrarcı olmadı) Yan hesabı da görünüşe bakılırsa kendisinden rol çaldıklarını düşündüğü neo-İslamcı entelektüellerin fiyakalarını bozmak gibi algoritmalara dayanıyordu. Özel, hiç Naipaul okumadığı gibi ikinci el kaynakları da okuma gereği duymamış; Hilmi Yavuz’la biraz kapışmak dışında eline birşey geçmedi. Formsuz da üstelik. Alevilere karşı nefret söylemi yayarken sahip olduğu vurunkahpeye enerjisi üzerinde yok. En büyük çelişki de bu değil mi zaten: bir yazar müslümanlara karşı nefret söylemi kullandığı iddiasıyla aforoz ediliyor, bu konuda konuşulacağı zaman her okasyonda yeni nefret söylemleri üretmeyi bir stile dönüştürmüş İsmet Özel çağrılıyor! Nefret söylemi demişken sayın seyirciler, işte ülkemizden bu davranışın esaslı bir örneği! Sayın Özel, sizce neden kimse size bir şey demiyor da Naipaul’a diş geçiriyor, bu komployu hangi emperyalist güç planlamış olabilir? Bunu sormak için çağırdılar ama son anda soruyu unuttular herhalde... Kağıtlar karıştı, yanlışlıkla ne düşünüyorsunuz diye sordular.

Ben Naipaul okumadım bu programa katılamam diyen de yok. O da ayrı bir tuhaflık. Hilmi Yavuz okumuş herkes Naipaul hakkında da konuşabileceğini düşünüyor. Bazı konuşmacılar da konu açıldı diye, veya programa çağrılıyorlar diye ilk kez Naipaul okumaya kalkmışlar ama ya zaman yetmemiş, yarıda kalmışlar ya da sıkılıp bırakmışlar, söylediklerine göre. Sonra da kimse de okumamış bu adamı, kim okur ki zaten diye genellemeler yapıyorlar. Halbuki Türkiye’de Naipaul’u okumuş bir sürü okur var. Yayınlanmış tonla kitabı var Türkçede, ikinci baskı yapanlar var. İngilizce edisyonlar Beyoğlu’nda kitapçılarda. Kültür ikonlarının okurlardan daha cahil olabildiği bir çağ belli ki. Ve gene de (Naipaul okumuş) okurlara (okumadıkları Naipaul’u) ne yapmaları gerektiğini söyleyebilenler aynı kültür ikonlarımız.

Şu apolojetik, özür dilemeci tavırdan da artık sıyrılalım: Bülent Somay, bakıyorsunuz Şeytan Ayetleri’ni anıyor, buraya kadarı güzel, anmak yerinde, ama sonra şunu eklemeden edemiyor: “Şeytan Ayetleri’ni hiç beğenmem en kötü kitabıdır, orası ayrı.” Hayrola, o ana kadar edebi içeriğin ve kalitenin hiç tartışılmadığı bir program, Naipaul üzerinden kültürel politikalar konuşuluyor, birden top Şeytan Ayetleri’ne gelince, Geceyarısı Çocukları’nın ‘iyi zenci’ ilan edilip ayrıldığını, edebi değerlerin birden anılır olduğunu ve kötü zenci Şeytan Ayetleri’nin fişlendiğini görüyoruz. Şeytan Ayetleri’nin İngiliz romanına katkısı mı konu şu anda? Nerden çıkıyor böyle bir çekince koyma gereği duymak? Diyebilir ki; “söylemeyeyim mi canım kitabı beğenmediğimi?” Evet söyleme. Konu bu mu? Eğer konu oysa, has edebiyatsa, Naipaul romanlarını okumamış biri olarak orada ne arıyorsun? Şimdi düşünün, benim bu yazıda Hilmi Yavuz şiiri, veya İsmet Özel şiiri, veya Akıntıya Karşı dergisi hakkında neler düşündüğüme dair birşeyler söylememin herhangi bir anlamı var mı?

Bu apolojizmden şunu anlıyorum: Türkiye’de “ben Şeytan Ayetleri’ni okudum, beğendim, çok severim, en sevdiğim romanlardan biridir, güzel Türkçemizde de görmek isterim” demek meşru değil. Hatta bir can güvenliği meselesi. Hadi can güvenliği meselesi olmasından geçelim. Meşru değil. Entelektüel anlamda da riskli.

Gerçekten patetik bir kültürel iklim çıkıyor burdan. Bize çünkü şunu söylüyorlar: biz neyin ne olduğunu bilmesek de neyin ne olmasına izin verilebileceğini biliriz! Ve Naipaul’un Naipaul olmasına, Şeytan Ayetleri’nin Şeytan Ayetleri olmasına, Kusturica’nın Kusturica olmasına izin verilemez! Bunlara en iyi ihtimalle bir Osmanlı hoşgörüsü (sürgün) veya liberal hoşgörü (yok sayma, hor görme ve görünmezleştirme) gösterilebilir, ki o durumlarda da bunların kötü yazarlar, kötü yönetmenler, kötü kitaplar olduğunu söylemek mecburidir.

Türkiye’de günün zinde tabusu İslam tabusu olarak görünüyor. Hepimizi Naipaullaştırabileceklerini düşünüyorlar gerçekten de. Ama oryantalist bilmemne anlamında değil. Muhafazakar konsensusun izin verdiği normlar içinde kalıp kalmayacağımızın denetlenebilir olması anlamında. Bir Kemalistlerden bir İslamcılardan bir ultra-otoriter liberallerden bir milliyetçilerden, bugünlerde her taraftan sürekli norm ayarı yiyen bir toplum olarak da en büyük korkumuzun norm dışında kalmak olmasına tanıklık etmemiz doğal herhalde.

Hani şu hep bahsedilen, Türkiye’ye yakışır denilen, ‘ılımlı İslam ülkesi’ olmak böyle birşeydir belki de kimbilir. Her şeyin tartışıldığı ama hiçbir şeyin tartışılamadığı ve günün sonunda imamın, nasıl diyordu Somay muzipçe, veya nasıl çıkarıyordu mu demek lazım kendisinden alıntı yaparak, gaz çıkardığı yer...

Pazar, Kasım 21, 2010

ANTİ-KOLONYALİZM VE MİLENYUM ABSURDİZMİ

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ANTİ-KOLONYALİZM VE MİLENYUM ABSURDİZMİ

BirGün gazetesi, 21 Kasım 2010, Dalalet 47/155

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Edebiyat dergimiz Sıcak Nal’da takip ettiğimiz, çevirilerle, söyleşilerle okurlara yaklaştırdığımız isimler arasında ZZZ Kuşağı diye bilinen yeni yazarlar kuşağı da bir süredir yer buluyor. En öne çıkan isim Tao Lin elbette, ama gene aynı hat üzerinden Elen Kennedy ve Noah Cicero gibi yazarları da okurun karşısına Türkiyeli genç ve başka bir öykünün peşindeki yazarlarla birlikte çıkartıyoruz. Dikkat çeken genç yazarlarımızdan Ilgın Yıldız, Sıcak Nal için Tao Lin ile söyleşmişti mesela, ki bu tür karşılaşma sahnelerinin ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum.

Bugün ancak üzerinde durmak istediğim nokta bu yazarlarda görülen belirli bir absürdizm uygulamasının (‘milenyum absürdizmi’ diye adlandırabileceğimizi sanıyorum) savaş karşıtı bir edebiyata dönüştüğünde nasıl bir hal aldığı. Anti-kolonyalizm ve edebiyat ilişkileri üzerinden baktığımızda nerede durduğu. Bunun için de Noah Cicero’nun The Human War adlı kitabına bakmak yerinde olur (Snowbooks, London 2007).

The Human War, Irak’ın işgalinin başladığı gün derin Amerikan taşrasında yaşayan bir genci ve arkadaşlarını anlatıyor. Apaçık savaş karşıtı bir eser. Televizyondan haberleri seyrederken saatler sonra savaş başlayacağını öğrenen ve bu bilgiyle başetmenin yolunu bulamayan kahramanımızın etrafında dönüyor hikaye. Önce savaşa dair yorumlarından hoşlanmadığı ailesinden uzaklaşıyor, televizyondaki haberleri merak ediyor olsa da. Sonra uzatmalı sevgilisini ziyaret edip onunla bu konuyu tartışıyor ve sevişiyor. Sonra en yakın arkadaşıyla buluşuyor, sürekli savaşa ne kadar az kaldığından, birazdan insanların ölmeye başlayacağından konuşuyorlar ve kendilerinin çaresiz olduğundan. Meşhur deyişteki gibi, ‘zamanın akışını yumuşatmak için’ bir striptiz kulübüne gitmeye karar veriyorlar. İki kafadar striptiz kulübünde içiyor ve kucak dansı alıyorlar. Bu arada saatler ilerliyor ve savaş başlamak üzere ve insanlar ölmek üzere. Sürekli akıllarında bu var bir yandan. Striptiz kulübünden çıkıp bir partiye gidiyorlar. Orada zorlarcasına içmeye devam ediyorlar. Kahramanımız aşırı sarhoş oluyor, partideki Bush yanlılarını kavgaya davet ediyor, kimse onunla kavga etmiyor derken kahramanımız kendinden geçiyor, fenalaşıyor bir ara. Sakinleştirmeye çalışıyorlar. Sürekli seks düşünülüyor ve seks konuşuluyor bir yandan. Kahramanımız açık havada alkolün etkisini biraz normalleştirip kendine gelmeye çalışırken süper seksi kızlardan biri yanına yaklaşıp onunla ilgileniyor. Bu final sahnesi kritik. Kız kahramanımıza “neyin var ağlayacak gibisin” diye sorunca, kahramanımız “bu savaş beni paramparça etti” diye cevaplıyor. “Beni de,” diyor kız. “Bir an evvel Saddam’ı ele geçirmemiz ve Iraklılara özgürlük götürmemiz lazım!” Kahramanımız bir şey diyemiyor. Kız gidiyor. Ve yıldızların altında kendi kendine ve büyük harflerle şöyle söyleyerek kapatıyor romanı: “FUCK THIS WAR, FUCK BUSH, FUCK GOD, AND FUCK AMERICA”

Bir süre önce Bülent Usta’nın Türkçe savaş karşıtı edebiyatın kısırlığından, yetersizliğinden, hatta çöllüğünden yakındığını hatırlıyorum. Türkiye’de buna benzer çıkışlarla ne kadar karşılaştık, nasıl bir seyir izlediler gerçekten ayrı konu. Şimdilik ona girmeyeceğim burada.

Cicero’ya bakıyorum temelde. Tamamen absürd bir dil hakim kitaba. Deneysel diyebilir çoğu. Absürd diyaloglar serisi ve absürd monologlar serisi olarak ilerliyor. Çok yaratıcı, çok güçlü değil, ama bir tat bırakıyor. Yabancılaşma, yönsüzlük, siyasi bilinçten uzak olma ve buna karşın siyasi bir huzursuzluğun pençesinde kıvranma temel motifler. Irak ile, öteki ile ilişki de absürd bir temelde. Bir anti-kolonyalizm var, var ama nereden gelip nereye gittiği belli değil.

Yüzyıl başında, Picasso’ların, Alfred Jarry’lerin geliştirdiği anti-kolonyalist absürd ile karşılaştırmadan edemiyorum. Dönemin anarşist hareketiyle son derece sıkı ilişki içindeki bu sanatçılar (ki Jarry ‘anarşist sanatçı par excellence’ diye anılır), Quillard gibi anarşistlerin antikolonyalist çıkışlarını, anarşist müdahale ve saptırma geleneğini (daha sonra, elden ele, Dada üzerinden Situasyonistlere geçecek ve detournement olarak farklı bir mecrada işlenmeye başlayacak geleneği) sanata ve edebiyata bozguncu bir primitivizm, bozguncu bir Afrikanizm olarak taşımışlardı. Jarry’nin absürdünde, o yıllardaki hakim söylemin ‘asil vahşi’ (iyi ve aslında tarihte kalmış Afrikalı) ile ‘dejenere vahşi’ (kötü ve elde bulunan Afrikalı) arasında yaptığı ayrımın içinde muhalefeti sürdürüp ‘asil’ değerleri övmek yerine tam da dejenereye atfedilen değerleri sahiplenip tüm algıyı ters yüz etme tutumu belirgindir. ‘Ubu absürdü’ çok güçlü ve yaratıcı bir absürd olmanın yanı sıra politik olarak da süzgeçten geçmiş, günün radikal anarşist çevreleriyle irtibat halinde bir düşünüşün sonucuydu. Bu yaklaşımı sadece bir eleştiri olarak değil, bir saldırı olarak da düşünüyordu bu sanatçılar. Avrupa kolonyalizmiyle birlikte kurumlaşmış Avrupa kültür sanatına da birer saldırı olarak tasarlanıyordu eserler. En bozguncu örneklerden biri olan Avignon’lu Kızlar’ı, Braque’ın “anarşistin bombası”na benzetmesi boşuna değildi. Yıkım amacı yeniden yaratmayla iç içe ve belirgindi.

Yüzyıl dönümündeki anarşizm ile iç içe geçmiş sanat radikalizminin absürdüyle 21. Yüzyılın milenyum absürdizmi hayli farklılar kuşkusuz. Savaşa çok da iyi bir sebebi olmadan karşı olan gençler konuşuyor, ve giderek hiçbir şey için çok da iyi bir sebepleri kalmıyor, veya zaten hiç olmadığını farkediyorlar. Milenyum absürdü mesela bir “Arabizm” doğurmuş değil. Gene yüzyıl başı absürdü üzerinde etkili olan Nietzschean bir değerlerin yeniden değerlendirilmesi de yok. Yıkım için kendilerinden başka yıkabilecekleri bir şey de pek göremiyorlar. (Ve bu da aslında az buz bir hedef olmadığını ispatlıyor.) Kavramsal bagaj hafif, ideolojik çanta boş; elimizde daha çok bir yenilmişliğin direnişi var. Kazanmak ufkunda yok ama absürdü hakim kılarak dayatılan anlama teslim olmamayı deneyebiliyorsun.

Cicero’larla belki tam birlikte anmak doğru değil ama gene Sıcak Nal’da takip ettiğimiz (ayrıca Türkçe’de de üç kitabı --Rastlantısal, çev. Dost Körpe, Everest 2007; Kız Erkekle Buluşur, çev. Dilek Şendil, Turkuvaz 2010 ve Bütün Hikaye ve Diğerleri, çev. Dost Körpe, Everest 2010-- bulunan) Ali Smith’de de görülen benzer bir detayı örnek verebilirim. Smith, Cicero gibi tüm kitaba yayılmış bir absürd ile çalışmıyor. Dili kavrayan bir lirzm ile çalışıyor daha çok. Gene de bir bakıyorsunuz, mesela The Accidental romanında, politikayı hiç aklından geçirmeyen bir liseli genç, sınıfın güzel kızının savaş-karşıtı pozisyon alması ölçüsünde savaş karşıtlığıyla ilgileniyor. Kızın güzelliği, savaş-karşıtlığının da prestijini arttırıyor. Ve sonra o konu öylece geçip gidiyor zihninden.

Kolonyalizmin kendisinin de absürd bir dil kullandığı bir çağda yaşadığımızdan belki, anti-kolonyalizm absürdün içinde ilerlerken dahi yabancı hissediyor kendini. Bir yabansılık içinde. Jarry, ‘Ubu Evreni’nde evindedir. Noah Cicero, ‘The Human War Evreni’nde yabancı.

Cumartesi, Kasım 13, 2010

KÜRT SORUNUNDA BARIŞ İÇİN ÜMİTSİZLİK

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

KÜRT SORUNUNDA BARIŞ İÇİN ÜMİTSİZLİK

BirGün gazetesi, 14 Kasım 2010, Dalalet 46/154

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Kürt sorunu! Meseleyi bu şekilde, yani “Kürt sorunu” diye anmaktan da hiç hoşnut değilim elbet ama konuşmayı güçleştirecek diye üstünde duramıyorum her zaman, yoksa belki de “ulus devlet sorunu” vs demek gerekirdi ya da en azından bu adlandırmanın üzerinde tartışmak, durmak gerekirdi. Şimdilik böyle bir adlandırma belirsizliği yokmuş gibi yapalım ve başlığın ikinci bölümüne geçelim. Barış için ümitsizlik ifadesi, başlığı çift anlamlı bir hale getiriyor. Birinci anlam, yani ilk akla gelen, Kürt sorununda barış için ümitsizlik duyulduğu. Barışın gerçekleşmesi ümidinin azaldığı veya kaybolduğu. Geçici, konjonktürel, veya kalıcı bir ümitsizliği çağrıştırıyor. Bu anlamın kolayca akla gelmesinin bir sebebi de dolaşımdaki hakim kavramlaştırmalarla uyumlu olması. Ne diyorlar bize: belirli ve tek bir barış vardır, o barış için karşılıklı çalışırsak onu elde ederiz. Hedef belli, özneler belli, patika ortada, yürünürse bahçelere varılır. Halbuki, herkesin kafasında farklı bir barış projeksiyonu var, farklı bir hukuk tasavvuru var, farklı bir adalet nosyonu var. Herkes aynı bahçede aynı çimlere uzandığını hayal etmiyor.

Başlığın ikinci bir anlam yükü daha var ancak. O da şu: barış ancak ümitsizlikten doğar! Barış için ümitsizlik gereklidir. Dolayısıyla, bu yazıda, barış için gerekli olan ümitsizlikten bahsedilecektir.

Bazen bakıyorum, barış için güven ihtiyacından bahsedenler oluyor. Mesela şöyle soruların bir anlamı varmış gibi davrananlar görüyorum: PKK barış istediğinde samimi mi? PKK sivilleri vurmak istemediğini söylediğinde samimi mi? Devlet barış görüşmelerinde samimi olduğu konusunda karşı tarafa güven verebiliyor mu? PKK’nın barış niyetine güvenebilir miyiz? Devletin barış niyetine güvenebilir miyiz? Vs vs.

Savaşan tarafların birbirlerine güvenmeleri sayesinde barışacakları fikrinin nereden çıktığını merak ediyor insan. Muhtemelen, herkes için tek bir barış olduğu propagandasını güçlendirmek için bu konuda “mış gibi” yapılıyor. İktidar yanlısı bir manipülasyon olsa gerek.

Hallbuki barış şu durumlarda olur: taraflardan biri kaybederse, ya da iki taraf da kaybederse. Ki İrlanda IRA meselesinde olduğu gibi Kürt-PKK meselesinde de ana ümit bu. Ana ümit, hiçbir durumda, tarafların birbirlerine güvenmeleri değil. Güven terimleriyle bu ilişkiyi düşünmek kadar yanıltıcı birşey yok. Eğer taraflar birbirlerine güvenirlerse, veya samimi olurlarsa, veya biz birine güvenebilirsek, işler yoluna girecek değil.

Normalde, her iki taraf da, karşı tarafın kaybetmesinin ardından gelecek barışı düşler. Nazi Almanyası yenildi Avrupa’ya barış geldi. Öte yandan Nazi Almanyası herkesi kesin yenseydi de Avrupa’ya barış gelecekti. Ama hangi barış? Doğu Avrupa’yı Sovyetler aldı Doğu Avrupa’ya barış geldi. Amerikalılar alsaydı da barış gelecekti. Öcalan yakalandı, silahlar beş yıl sustu, beş yıl geçti, örgüt bitiyor, bitecek dendi. Bir barış dönemi olarak tanımlandı o dönem. Artık barış geldi deniyordu bölgeye. Hangi barış? Herkesin kafasındaki barış mı yoksa birilerinin kafasındaki barış mı? O gelmiş olan barışı beğenmeyenler savaşı dirilttiler, başka bir barış gelmesi şartını masaya getirmeyi başardılar, şimdi kendi barış tasavvurlarını konuşabiliyorlar. 99-2004 barışını barıştan saymıyorlar. Apaçık ki barış artık gelen birşey değildir, bir sürekli mücadele alanıdır.

Taraflardan birinin kazanması dışındaki barış seçeneğini de IRA üzerinden hatırlayalım. O da neydi: her iki tarafın da kazanamayacağından emin olması. Her iki tarafın da kazanamayacağı fikrinin her iki tarafta da güçlenmesi her iki tarafın da kaybetmeyeceği fikrinin de güçlenmesi demektir. Ki Cemil Bayık’ın formülasyonu tam da bunu anlatıyordu. “Silahla yapılan yapıldı. Her iki taraf için de durum böyledir. Taraflar silahla yapabileceklerini yaptılar. Biz silahlı mücadele ile elde edebileceğimiz kazanımları elde ettik. Devlet de silahla yapabileceğini yaptı. Durum ortada, siyasi çözüm kendini dayatıyor.” (“Trafik, Sinyaller, İşaretler”, İrfan Aktan, Express, Ekim 2010).

Dolayısıyla, taraflardan birinin kazanmasına dayanmayan, her iki tarafın da pes etmesine, pata dayanan barışı özleyenlerin ihtiyaç duydukları durum aslında bu: iki tarafın da ümitsizliğe kapılması! Ancak bu durumda, kesif bir ümitsizliğin tarafları ele geçirmesi durumunda, pat durumunda, taraflar, satrançta da olduğu gibi, beraberliğe razı olurlar. Ve elbette, akabinde, sormaları gereken soru da şu: taraflar pata razı olacak ümitsizlikteler mi? Kaleyi bir sağa bir sola oynatmaktan, şahı bir ileri bir geri oynatmatan ve hiçbir çıkış yolu gözükmemesinden yılmış bir haldeler mi? Hiçbir yeni manevra göremeden geçen hamlelerden bunalmış ve ümitsizliğe mi kapılmış durumdalar?

Eğer olaylar böyle gelişiyorsa bize anlattıkları herkesin eşit mesafede olduğu bir barış bahçesi için uygun ortam var demektir. Ama bize hep bahçede uzanmaktan ne kadar hoşlanacağımızdan bahsediyorlar. Tarafların birbirinin bahçesini ateşe verme ümidini kaybetmediğinden bahsetmiyorlar.

Kısacası, dikkatlerden kaçırmaya çalıştıkları nokta şu: taraflar ümitsiz falan değil! Aksine, ümitle dolular. Bir taraf tasfiye ümidini yitirmiş değil. Baskıları, tutuklamaları, uluslararası kuşatmaları, iç kuşatmaları, manipüle medya ile meşruiyet savaşlarını, her türlü silahı, taktik geri çekilmeleri ve sınır ötesi (barış sınırı anlamında) taktik hücumları kullanma eğiliminde. Rakibin güçlendiğini ve kozlarını arttırdığını farkediyorlarsa da kendilerinin genel anlamdaki güçlenişlerine ve kudretlerinin sınırsızlaşmasına güveniyorlar. Ve bu kudret artımını içerde/dışarda nakite çevrilebilir görüyorlar. Diğer taraf da ümitsizlikten çok uzak. Bir yandan tasfiye tehdidini yaşıyorsa da bir yandan da tarihinin en verimli döneminde, emeklerinin karşılığını en fazla aldığı dönemde olduğunu düşünüyor ve bunu bir örgüt olarak düşünmüyor bir halk olarak düşünüyor. Her an nereden yeni bir ileri adım atılabileceğini hesaplamaya odaklanmak için uygun noktaya erişilmiş durumda. Bütün psikolojik bariyerler çökertilmekte. Silahların geri çekilmesi pazarlığı sen bana gündelik hayatı ver ben de sana silahları vereyim gibi işliyor. Ki orada bile, gündelik hayatın da kendine göre ihtiyacı olduğu kadar silahı kalsın tabii deniyor.

Yani, ümitsizliğin her iki tarafta da baskın olmamasından kaynaklanan –ve iki tarafın da pes etmesine dayanan barışı özleyenleri ümitsizliğe sürükleyebilecek– bir sahne var yaşanan.

Galiba bir soru da şu: peki, bu işte, radikal solun ümidi ne? Analiz yapmak güzel ve gerekli. Ama peki ümidimizin ne olduğunu açıktan tanımlıyor muyuz? Arkanızdayız koçumlardan bahsetmiyorum. Solun ümidi ne? Sol için ümit, ne?

Pazar, Kasım 07, 2010

EVET/HAYIR ELEŞTİRİSİNDEN ‘YENİ CHP TABANI’NA

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

EVET/HAYIR ELEŞTİRİSİNDEN ‘YENİ CHP TABANI’NA

BirGün gazetesi, 7 Kasım 2010, Dalalet 45/153

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Boykot cephesinin adeti olduğu üzere, hem evetçilere hem de hayırcılara (tabii her ikisinin de sol içindeki karşılıklarından sözediyorum) biraz eleştirel bakış sunalım.

Önce evet cephesine bir noktayı hatırlatmaya çalışarak başlayalım. Yeni bir sosyalizme duyulan ihtiyacı, ya da sosyalizme, sola, devrimciliğe yeni bir bakış ihtiyacını eski bakışın artık çalışmaması üzerinden tek bir an bile gerekçelendirmemek gerekir. “Bakın, o eski kafa bugün olmuyor, yürümüyor, gene tıkandı, artık miadı doldu, bugünü açıklamıyor, bugünün sorunlarına cevap olamıyor, zaten bugünün insanından da ilgi görmüyor,” derseniz, birden yeninin meşruiyetini eskinin fiili yenilgisinde arar konuma geri çekilirsiniz. Bu şekilde meşruiyet sağlayabilecek şeylerden biri sol değildir. Solda yeni, içeriği yeni olan olmak durumundadır. “Yok, ben ısrar ediyorum, bugün işe yaramadığı için solun değişmesi lazım,” derse biri cevaplar çeşitli olur. Mesela coğrafi lokalizasyon cevabı gelir. Sonuçta en eski solun işe yaradığı coğrafyalar var dünyada. Çok yeni birşey söylemeden sadece doğru taktiklerle –ve uygun coğrafyada olma şansıyla– iktidara yürüyenler görüyoruz. Eski sol zihin Avrupa’da mı geçersizdir mesela? O zaman “Avrupa’ya yeni bir sol gerek” demek lazım. İkincisi, radikal sol iddialı olmak durumundadır, doğasında bu vardır, mantık buradan kurulur. “Sizin fikirleriniz bugünün insanından ilgi görmüyor,” derseniz “o zaman demek ki bugünün insanını değiştirmemiz gerek” diye cevap verir. Gününün insanını değiştirdiği de olmuştur geçmişte.

Kısacası, ben meşruiyetin bir işe yaramamaktan alınmasını ‘sonuçsuz’ buluyorum; sol nezdinde ‘işe yaramayacaktır’. İkna edici olmaz ve bir tartışma da doğurmaz. Aksine, işe yaraması ihtimali eleştirilirse meşruiyet doğar (ki eleştirinin sağlığı da bu yönde yapılacak koşularda). Eskinin kötü tarafını başarısında göstermek gerekir. En başarılı olduğu yerde (ve anda) en çirkin yüzünü görmüyorsanız değiştirmenin iyi bir gerekçesi yoktur aslında... Bunlar bana teorik tartışmalara ne çok ihtiyacımız olduğunu ama buna karşı ne tahammülsüz bir faza geçtiğimizi de maalesef yeniden hatırlatıyor.

Şimdi de Hayırcılara bakışı yöneltelim. Boykotçu aralığı, bir bilinç kayması, veya daha hafif anlarda, somuttan konuşmamak ve görevden kaçmak olarak görmek hayırcı bakışın bir zaafına dikkat etmemiz gerektiğini gösteriyor bize. “Alternatif bir yol açalım,” diyenlere, “iyi de bu nasıl olacak, sonuçta somutta AKP yok mu, ortada dönekler yok mu, önümüzdeki görev bunlar değil mi,” demek, somuttan konuşmak demek değildir veriliden (biraz da faraziyeden) konuşmaktır. Somut verili olan demek değil. Sizin kafanızdaki ‘soyut’ gündem, sizin tarafınızdan siyasete taşındığında somut olur. Misal, üç yılda Taksim’in 1 Mayıs’a geri alınması süreci ortadaki verili bir soruna cevap değildi. Soyut bir sorunun somutlaştırılmasıydı. Kendi gündemini siyasetin gündemi yapmaktır alternatif radikal sol bir yol açmak. Solun özneleşmiş, özneleşmeye yaklaşmış, mücadeleyi ufukta görebilecek herkesle birlikte özneleşmesi gerekiyor bu süreçte, sözedilen boykotçu aralığı somuta dökebilmek için. Ekonomik adaletsizlikler mi, cins ayrımcılığı mı, kültürel eşitsizlikler mi, eğitimde özgürlük mü, anti-militarizm mi, otoriter siyaset kültürü mü, hiyerarşik ülke mi, her ne ise sorun ve sorunlar, bunların sol özneler ve konunun muhatabıyken özneleşenlerce çözülmesini gündem kılmaktır bahsedilen. Gündeminiz referandumda kim kime yamandı olursa diğer herkesi soyut görebilirsiniz elbet. Referanduma tercüme edilebilir olmayan, sandığa tercüme edilebilir olmayan her şey boş gelebilir. Yaklaşan seçime göre kendini hazırlamak durumunda olan partiler için bu mantıklıdır da kuşkusuz. CHP için nasıl mantıklıysa, parlamenter sosyalist partiler için de mantıklıdır. Ama parti dışı (parti önceliksiz) özneler için bir mantığı yok. Bizim için öncelik (kendi meşrebimize, fikrimize, fraksiyonumuza göre çattığımız) sol değerlerin güçlenmesidir. Boykotçu yerden konuşmayı güçlendirenler görüyorum, ve onların yapılmasının gerekliliğin altını çizdikleri de tam olarak bu gibi görünüyor. (Hayırcı bir yerden bakıp da, ‘Evetçileri anlayarak ve dışlamadan yenelimci’ anlayışı kastetmiyorum, her ne kadar polemiklerde taraf alınıyorsa da. ‘Basbayağı farklı bir yolu diri tutalımcılar’ı kastediyorum.)

Bir de (tekrar Evetçi cepheye dönecek olursak), kimileri eskimiş, halkın artık istemediği sistem diyorlar cumhuriyetten bahsederken. İyi de halk hiç istememişti ki. Eskimeyle yenilenmeyle alakası yok. Sanki Türkiye’de seçimle cumhuriyet kurulmuş gibi davranıyorlar. Veya hakem atışı yapılır yapılmaz top sağ açıklara, Menderes-Özal-Erdoğan ekolü olarak anılan ama gayet isimli pek çok ‘kahraman’ barındıran çoğunluğa geçmemiş gibi. Kılıçdaroğlu 50 yıldır bu parti seçim kazanamıyor demiş. Halbuki bu hesapla CHP zaten hiç kazanmamış. Seçim kazanacak bir CHP kurulacaksa tamamen yeni bir partiden sözetmek gerekiyor. Ama zaten seçimle yapılacak tipte işlere de talip olmamış. Eğer şimdi seçimle yapılacak tipte işlere talip olunacaksa bu da yeni bir parti demek. Ve parlamenter sosyalistlerin seçimlere doğru yeni CHP’ye yakınlaşma emareleri göstermeleri de anlaşılır: kartların Kılıçdaroğlu eliyle dağıtımı, sosyalistlerle hareket alanlarında üst üste binmeler doğurmaya aday belli ki.

Kılıçdaroğlu’nu oraya ‘korku impratorluğu’nun getirdiği, şimdi de kendisinin ‘korku imparatorluğu’nu defetmeye çalıştığı iddiası da inandırıcı değil. Aşağıdan iradeyi sürekli horgörmeye çok alışmış, hep kukla tutan adamlara bakmaya odaklanmış bir siyaset algısının yazdığı tarih bu. Oysa çok açıktı ki CHP tabanı aşağıdan irade ile Kılıçdaroğlu’nu yukarıya empoze etmemiş olsaydı korku imparatorluğu böyle bir riske girmezdi. Medyanın ilüzyonunda olduğu gibi başlarına da bir şey gelmezdi. Adını bile hatırlamayacağımız bir korku imparatorluğu bekçisi önderliğinde referanduma girmiş olsalardı zaten bir çöküş falan da yaşamayacaklardı, gene aynı oyları alırlardı. Kılıçdaroğlu salt tabana güvenerek hamleler yapıyor. Ya da taban ona yapması gerektiğini bağırıyor. Ayrıca değişim ve ‘yeni CHP’ meselesinin de sadece Kılıçdaroğlu ismiyle anılması çok yanlış. Arkadaki diğer emeği geçenlere haksızlık olacağı için değil. Esas arkadaki güç değişim isteyen taban olduğu için. Fakat bu da yanlış anlaşılmasın, CHP pragmatik partidir deniyordu da, o zamanlar yönetimi pragmatikti, kitlesi inançlı ve dersini iyi öğrenmişti. Artık tabanı da pragmatik. Artık onlar da takiye yapmak istiyorlar. Türbanı ben çözerim, mahallenin değerlerini de ben korurum diyerek eğitimde İslamcılaşmayı, gündelik hayatta mahalle baskısını bitirecek bir lider hayal ediyorlar. AKP’nin yaptığı ve eskiden onlara çirkin gelen her şeyi (tersinden) yapmak istiyorlar. Şövalyeliğin sonu! İlkelerin tıkandığı yere tahammülleri yok, kazanmak istiyorlar. Kazanmak için de aşağıdan tazyik yapıyorlar, değişin diye. İyi de Baykal’ı komplolarla attılar, Sav’ın ayağı kayıyor vs denebilir ama meşruiyet komplodan da kaygan zeminden de önce bitmişti. CHP tabanının yeni pragmatizmi Kılıçdaroğlu ekibine cesaret veren, hatta yön veren ana güçtür. Aynı zamanda onları tehdit eden güç de budur. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu AKP’den değil, korku imparatorluğundan da değil, bu kitleden korkar. Şimdi ondan cesur olmasını, şövalye gibi gözükmesini, ancak şövalyeliğin son kalıntılarını da bitirerek kaleyi düşürmesini istiyorlar. Neresinden baksanız tehditkar bir talep...

Pazar, Ekim 31, 2010

ANARŞİST KİTAP FUARI

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ANARŞİST KİTAP FUARI

BirGün gazetesi, 31 Ekim 2010, Dalalet 44/152

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Londra’daki Anarşist Kitap Fuarı’na üçüncü kez katılma şansı buldum geçtiğimiz hafta. 28. Londra Anarşist Kitap Fuarı 23 Ekim’de, Queen Mary Üniversitesi’nde düzenlendi.

Bir anarşist kitap fuarı nasıl oluyor diye düşünebilirsiniz? Veya herhangi bir kitap fuarı için kurumsal destekler gerektiğini de varsayabilirsiniz. Halbuki bu pratikten görüyoruz ki hiç de öyle merkezi yapılara ihtiyaç yok. Tabandan bir inisiyatif biraraya gelip her şeyi organize edebiliyor. Gerekli parayı topluyor, üniversite kampüsünün belirli bir kısmını bir günlüğüne kiralıyor, duyurularını kendileri yapıyor, etkinliklerini gerçekleştiriyorlar.

Kiralanan mekân toplamda oditoryumlar, derslikler ve salonlar içeriyor. Hemen girişte ve salonda sizi karşılayan standlarda anarşist yayıncıların yanı sıra kitabevlerinin, dergilerin, sahafların standlarını, hayvan hakları hareketini, anarşist sendikacıları, ekolojistleri, anarko feministleri, radikal antropologları, Bookchincileri, anarşist sinema ve video topluluğunu, isyankâr anarşistleri, punkları, alternatif habercilik ve medya gruplarını, sınıf savaşı anarşistlerini, cezaevlerindeki tutuklularla dayanışma standlarını buluyorsunuz. Normalde birbirleriyle polemik halindeki farklı pek çok özgürlükçü pozisyon bir fuarda bir araya gelmiş. Kitaplar, CD'ler, DVD'ler, dergiler, afişler, broşürler kadar çeşitli siyasi mesajların yer aldığı tişörtler, aksesuarlar sergileniyor. Asma katlara ve asılabilecek her yere dev kara kızıl bayraklar, bez afişler serilmiş. Sadece kitaplar değil fanzinler de büyük yer tutuyor fuarda. Bizim biraz altkültüre terk etme eğiliminde olduğumuz fanzin yayıncılığı politik fotokopi yayıncılık olarak büyük rağbet görmekte. Bağımsız, pratik ve esnek bir yayın alternatifi olarak tüm standlara yayılmış, yüzlerce, belki bin tane çeşidi içeren bir yelpaze oluşmuş. Kitaplar salt anarşizme dair olan kitaplarla sınırlı değil, özgürlükçü bir yazını doldurduğu düşünülen romanlar da başka incelemeler de mevcut. Sahaf standları en kötüsü. Kara Panterler’le ilgili bir albümü hemen önümdeki adama milim farkla kaçırmam acıydı mesela.

Anarşist kitap fuarının bütçesi, gider gelir tablosu herkese açık. Bu sene kataloğa da basmışlar bütçenin detaylarını. 700 pound kadar içerdelermiş, biraz bağış bekliyorlardı. Zaten giriş ücretsiz fuara, ancak kapıdaki kovalara bir iki bir şey bırakmak adetten. Tabii burada bağış derken, henüz işten atılmamış birileri 100er pound verse de hesap kapansa demek istediklerini söylüyorlar.

Her zamanki gibi gene çocuklar için kreş bulunduğu gibi bir de daha büyük çocuklar için alanlar ve projeler vardı. 8-12 yaş grubundaki çocukların anarşist kitap fuarı hakkında bir belgesel çekmeleri projelerden biriydi örneğin. Bu belgesel gelecek yılın fuarında gösterilecekmiş.

Fuarın önemli bir etkinlik kanalı da paneller, toplantılar elbet. Ben bu sene daha çok bir standda durmak durumunda olduğum için pek panelleri takip edemedim. Ama anarşizm ve eğitimden, işyeri mücadelelerine, Yunanistan’daki ayaklanma deneyiminden Hindistan’a geniş bir yelpaze vardı gene. Nottingham’daki Veggies (hayvan hakları hareketinden gelen bir vegan catering girişimi) gelip kapıya bir yiyecek standı açmıştı. Vegan olarak yediysek de gene de en çok tüketilen ürün burgerdi (tabii vegan burger). Benim sınırlı deneyimim şöyle: ne zaman Balkan anarşistleri ile yemeğe çıksak vegandan kaçıyoruz, İngiliz anarşistleri ile çıkarsak da vegan dışında seçenek yokmuş gibi davranıyoruz! Ama sonuçta hep ekmek arası birşeyler yiyoruz!

Londra’daki anarşist kitap fuarı dünyadaki tek anarşist kitap fuarı olmadığı gibi İngiltere’deki tek anarşist kitap fuarı da değil. Aslında biraz organizasyonla kolayca da sayıları arttırılabiliyor.

Rağbet oluyor mu denirse hem de nasıl demek lazım. Her seferinde tıklım tıklım buluyorum. Ciddi bir trafik oluyor koridorlarda. Kaç kişi giriyor çıkıyor bilemiyorum ama büyükçe bir alanın her noktasının aktif olduğuna bakarsak az değil.

Malum sigara içme yasağı yüzünden üniversitenin bahçesi de fuar boyunca hep kalabalık oluyor. Bahçeye çıkıp biraz hava alıyoruz. (Etraftaki herkes sigara içse de öyle hissediyor insan). Anarşizm ve etik üzerine doktora çalışmasını bitirmek üzere olan bir arkadaşımla konuşuyorum. Doktora sonrası kendi ürettikleri biraları satacakları küçük bir yer açıp tam zamanlı işe girmeden entelektüel ve aktivist faaliyetlerini sürdürebileceği bir hayat planladığından bahsediyor. Bilemiyorum. Her zaman olduğu gibi aklım anarşist kitap fuarının memlekete taşınmasına kayıyor. Türkiye’de de benzer bir kitap fuarı düzenlenemez mi diye düşünüyorum. Anarşist kitap fuarını diri tutacak kadar anarşist yayınımız yok. Hele şu süreçte. Ancak marksizmiyle anarşizmiyle radikal solu genel olarak içeren bir alternatif kitap fuarı düzenlenebilir belki. Fakat bunun için gereken tabandan organizasyon pek bize uymaz galiba. Özellikle de şu içinde bulunduğumuz, evet-hayır kamplaşmasının keskinleştiği günlerde. Tahminim, sihirli bir değnekle benzeri bir fuarın İstanbul’da gerçekleşmesi sağlansa ilginin az olmayacağı yönünde. Hatta hele mesela diyorum yabancı dillerden yayınlar da bulundurulabilse. Dünyadan gruplar da temsil edilebilse. Bayraklar asılsa, çocuklar koşuşsa falan ama çok da kolay görünmüyor.

Pazar, Ekim 24, 2010

BİR DERBİ GÜNÜ YAZISI


KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

BİR DERBİ GÜNÜ YAZISI

BirGün gazetesi, 24 Ekim 2010, Dalalet 43/151

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Bu yazıyı okuduğunuz günün akşamı Fenerbahçe – Galatasaray derbisi olacak. Hani Thackeray’den bu yana kullanıldığı gibi, ve anladığım kadarıyla aslında daha çok Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Odası’ndan bugüne yaygın olarak kullanıldığı gibi, İngiltere’nin sürekli rekabet halinde olagelmiş en eski iki üniversitesi olan Oxford ve Cambridge üniversiteleri için Oxbridge diyorlar ya, aynı hesapla biz de, geleneksel ve son derece çekişmeli kürek yarışları adetini de zaten, sonradan ve metaforik olarak da olsa ciddiyetle, bu iki kurumdan devşirmiş görünen iki kulübümüze, Fenerbahçe ile Galatasaray’a da Fenersaray diyebilirsek eğer, ki daha önce de diyenler olmuş, bir ‘derbi’ günü, bir Fenersaraylı için bir derbi günüdür. Nokta. Başka bir gün değildir. Yağmurlu bir gün veya güneşli bir gün değildir. Derbi günüdür. Kişinin İstanbul’da, Ankara’da, Londra’da, Yeni Delhi’de veya Zagreb’de olabileceği bir gün değildir. Maç neredeyse, Fenersaraylı da, daha tribünler dolmadan, oradadır. Yerini ruhen alır.

Biz çocukken gazeteler Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzon arasındaki tüm maçlara derbi derlerdi. (Bu arada, bir ara talihsiz bir biçimde, futboldaki Anadoluculuk, üç büyükler karşıtlığını anti-Bizans gibi terimlerle ifade ediyordu. Ve Trabzon’u da anti-Bizans birliğinden sayıyorlardı. Sanki Trabzon ‘elmiş’ gibi!) Sonra hızla derbi aslında aynı şehrin iki takımı arasındaki maçlara denirmiş bilgisi dolaşıma girdi. Benim için pek birşey değişmedi doğrusu. Daha o zamanlardan derbi deyince sadece Galatasaray maçlarını anlamaya alışmıştık zaten, hala da sadece Galatasaray maçlarını anlıyorum. Galatasaray ile, klasik deyişle gazozuna maç yapsanız bu bir maçtır. (Bu sezon öyle bir gazozuna maç yaptık mesela, en sevdiğim yanı da günümüz gazozuna maçlarının, Cumburbaşkanlığı Kupası, Maliye Bakanlığı Kupası, Başbakanlık Kupası veya Zart Zurt Şirketi Totosu Kupası falan gibi isimler almaları. Biz de zaten bu kurumların gazozuna olduğunu söylüyorduk!) Beşiktaş’a bir ara sürekli, hem de 4-0 veya 5-0 gibi skorlarla yenildiğimizi hatırlıyorum. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsü. Düşük çoraplarıyla sürekli gol atarlardı. Bunlara da bir türlü şansımız tutmuyor diye yaşardık. Hani milli takımlarımız Norveç takımlarına yenilince gazeteler öyle manşetler atardı ya aynı günlerde: Kuzey takımlarına şansımız tutmuyor! Bizim de bu Dolmabahçe sarayının oradaki takıma şansımız tutmazdı. Süleyman Seba takımıydı bir de Beşiktaş uzunca bir süre. Sonra yönetimi gençleşti, yenilendi, farklı kadrolardan kuruluyor artık derken bir de baktık konsol çekilmiş ve toplar yan yana gelince görüldü ki Ali Şenvari bir yönetim anlayışına meğer yıllardır özenirlermiş. Bu tuhaf yaklaşım ışığındaki yeni Beşiktaş yönetimi hem halk arasında ‘eski Fenerbahçe yönetimi gibi’ diye bilinen hamlelerle bir yıllanmış arzuyu akla getiriyor hem de son yıllarda diri tutmaya çalıştıkları bir birebir çatışma ruhuyla Fenerbahçe’yi kendi ötekileri ilan etmeye yöneliyorlardı. Ancak bu gene de bir Fenerbahçeli’de en fazla kızgınlık veya sıkıntı yaratmıştır sanıyorum. Yani öteki’miz olarak Galatasaray’ın yerine bir başkasını koyamayız. Ne diyor şarkı (geçen geceki Beşiktaş – Porto maçında Hulk fırtınasının ardından sevgiliye darılan Beşiktaş tribünlerinden duydum da oradan aklıma geliyor şu anda): “sevdim seni bir kere başkasını sevemem”. Elbette Fenerbahçeli her zaman Fenerbahçe’yi Galatasaraylı da her zaman Galatasaray’ı sever ve ötekinin her zaman başarısızlığını ister, yenilgisine sevinir, yediği gole şapka fırlatır. Bu böyledir ve böyle de olması hoş bence. Fakat şimdi, bu yaştan sonra, veya şu geçen yüz yıldan sonra mı diyelim, Bursaspor yenildi diye sevinemem doğrusu.

Gün gelir, bir işyerinde, veya bir politik toplantıda, ya da bir edebi harekette, birisine, sırf Galatasaraylı diye bir önyargı besleyebilirim, belli mi olur. Olur olur. Futbol bu! Veya c’est la vie! Gel gör ki aynı negatif ve tarihten gelen hissi Beşiktaşlıya, Trabzonluya, Sivaslıya veya Kayseriliye herhalde istesem de hissedemem. Buradaki düşmanlık estetiğinin ikame edilebilir olmadığını tahmin ediyorum.

Nick Hornby’nin meşhur kitabı Fever Pitch’in girişinde kahramanımızın Arsenal tutkusunu anlattığı bölümün özel hayranıyımdır. Hani kahramanımıza sevgilisi yolda gördüğü bir kazadan, son seçilen cumhurbaşkanından veya ödemeleri gereken doğalgaz borcundan ya da arkadaşlarına verecekleri yemeğin detaylarından bahseder de dinlermiş gibi görünen kahramanımızın aklından sadece Arsenal’ın attığı kimi goller tekrar tekrar oynamaktadır!

Bir de bellek mekansaldır derler biliyorsunuz, veya tetiklenir bazı nesnelerle, ya da kişilerle. Her zaman güzel şeyler hatırlanmaz, felaketler de hatırlanır. Hagi tekrar Galatasaray’ın başına geçince bu hafta, hemen, beş altı yıl önceki 5-1 yenildiğimiz kupa maçında, Mondragon’un onsekiz kol ve yirmiiki bacakla her topu kurtarmasını ve Ribery’nin, nereden nasıl oldu da Galatasaray’a geldiyse, Michael Jordan gibi yere basmadan sağa sola uçuşmalarını hatırladım. Pat diye aynı anda görüntüler üst üste bindi diyebilirim. Lorant’ın beyaz saçlarını o veya bu vesileyle her gördüğümde, Serhat’ın maçtan sonra “biraz daha zaman olsa 8 yapardık” demesini hatırlamam gibi.

Fenerbahçe - Galatasaray rekabeti şövalyecedir. Yani mızrağı kalkana tüm gücünle vurursun ki rakibin attan düşsün! (Az kalsın kendimi kaptırıp mızrağı rakibinin göğsüne saplamaya dayanır yazıyordum!) Gazozuna değil de şampanyasına yapılan her Fenerbahçe - Galatasaray maçından sonra her iki takımın da bazen 5-10 hafta toparlanamamalarını da çok sempatik buluyorum. Yarısı sakat, yarısı kırmızı kart cezalısı, diğerleri de konsantrasyonunu yitirmiş iki takım kalıyor geriye ya bazen; çok canayakın değil mi? Bir tek maça ancak bu kadar anlam yüklenebilir. Dokunmayın çocuklara onlar maçlarını oynadılar diyesim geliyor. 90 dakikaya anlam yüklenmesinin de herhalde futboldan anlam boşaltılmasından iyi olduğu aşikar.

Fenerbahçe - Galatasaray derbisine bir dünya derbisi diyorlar. Kimileri de bu ifadeyi duyunca ifrit oluyor. Efendim neresi dünya derbisiymiş, kaç ülkede yayınlanmış bir kere, hem maçta sahaya martı girdi ve çimlerin boyu çok kısaydı falan diyorlar. Haklı olabilirler, gerçekten bilemiyorum. Benim bildiğim bir İstanbul derbisidir. Dünya derbi mirasına dahil olup olmadığına dünya karar versin.

Futbol entelijansiyasının fanatiklikten azade bir locadan olayları yorumlaması gerektiği görüşüne de, hayli belli olduğu gibi, hiç katılmıyorum. Bu kadar rasyonel bir tavır futbol sevgisini açıklamıyor. Eğer irrasyonel bir tutku yoksa işin içinde, doğrusu genel olarak futbolla ilgilenmenin rasyonalize edilebileceğini, güzel nedir denince entelektüel bir yerden bakıp da Alex’in attığı bir pas ve Baros’un attığı bir gol diye cevap verilebileceğini hiç sanmıyorum. Benim için Alex’in hakem atışı sırasında topu seçmesi Gauguin’in Manao Tupapao’su kadar güzeldir, çünkü olaya sağlıklı bir okuryazar gözüyle değil tutkuyla takımına bağlanmış biri gözüyle bakıyorum! Ekrandaki yeşil zemine hipnotize olmuş gibi bakakalmak için de başka bir haklı gerekçe göremiyorum açıkçası.

Velhasıl, ‘centilmence’ söyleyecek olursam, bu akşam iyi olan kazansın!!!

Pazar, Ekim 17, 2010

AYÇEKİRDEKLERİNİN ÜÇ GÜNDE YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ


KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

AYÇEKİRDEKLERİNİN ÜÇ GÜNDE YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ

BirGün gazetesi, 17 Ekim 2010, Dalalet 42/150

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Şans eseri, Ai Weiwei’nin “Sunflower Seeds” (‘Ayçiçekleri’ diye değil de Günebakan Çekirdekleri diye çevirmenin daha yakışık alacağı da söylenebilir) sergisinin açıldığı gün Tate Modern’deydim. Serginin içerimleri ve deneyimlenişleri üzerine konuşmadan önce basitçe neden oluştuğunu söyleyelim: tam yüz milyon (rakamla 100.000.000) porselen ayçekirdeğinden oluşuyor. Weiwei, ayçekirdeği şeklinde döktürdüğü yüz milyon porseleni meşhur Çin vazolarını ve Çin’in simgesi porselenleri boyamasıyla ünlü bir kasabada tek tek el emeğiyle 1600 kadına ayçiçeği görüntüsü vermek üzere yaptırıp boyatmış. Sonra bu yüz milyon çekirdeği alıp sanat galerisine taşımış ve yerlere dökmüş. Tam 1000 metrekareye yaymış. Üzerinde dolaşan insanlarda plaj hissi uyandırıyor. Zemin tamamen bunlarla kaplı. Çekirdeğe gerçekten benziyorlar. Hani dolgun tipte olanlara. Plaj hissi veriyorlar çünkü batıp çıkıyorsunuz yürürken. İşin üzerinden geçenler geçip gitmek istemiyor. Çoğu izleyici yerlere oturuyorlar, hatta yatıyorlar. Avuçlayıp havaya atanlar, içine elini kolunu daldıranlar oluyor. Çok sayıda çocuk, hatta bebek var. Bebek dahil hepsi bir oyun parkına gelmiş gibi davranıyor, oyun parkı hissi ediniyorlar. Porselen sert bir madde olmasına karşın ortaya çıkan doku hamurumsu, yumuşak bir his de veriyor. Dalgalanıyor insan yürürken. Sırtüstü yatıp bütün vücudunu uzun uzun bu işe bırakan izleyiciler çok. Bir kenarda oturup galerinin genel yorgunluğunu atanlar da. Sonuçta Tate Modern’deki tek sergi salonu bu değil ve kimileri buraya çıkarken uğruyor da olabilir. Genel olarak dinlenmeye çağırıyor insanları, gerek plaja benzemesiyle, gerek yumuşaklık sunmasıyla.

Şahsen benim için ayrıca etkileyiciydi çünkü en unutamadığım çocukluk anılarım arasında İpsala’da bir ayçiçek yağı fabrikasının deposundaki ayçekirdeği yığınlarının en tepesine çıkıp aşağı yuvarlanmak, o ayçiçek yığınında uzun saatler geçirmek vardır. Çorabının içine kadar her yerin ayçiçeğine batmış olarak çıkarsın dışarı. Tozu da az değildir. Müthiş eğlenceli bir yer, istisnai bir oyun parkıydı benim için. Şimdi birden Ai Weiwei’nin ayçekirdeklerinin arasına kendimi atınca, doğrusu plaj benzetmesi yapanlara, etrafımdan “aynen plaj gibi di mi” diyerek geçenlere katılamadım. Benim için bu porselen ayçekirdekleri ayçekirdeği gibiydiler tam da. Zayıf belleğimi böylesi deneyimler bazen uyandırabiliyor, ve küçük sürprizler yapabiliyor. Ayrıca küçük çocuklar ve bebekler, aynen benim gibi, hiç plaj duygusu edinmeden, ayçekirdeklerini yaşadılar gibi geliyor bana. Üstelik porselen ayçekirdekleri de, neden olduğunu tam anlamadıysam da, toz çıkartıyordu.

İşte tam da bu toz yüzünden, açıldıktan birkaç gün sonra, ayçekirdekleri seyirci ziyaretine kapatıldı! Sağlığa zararlı olduğuna karar verildi. Bu açıklama gerçeği mi yansıtıyordu yoksa işin arkasında başka bir iş mi vardır doğrusu bilemiyorum. Weiwei Çin hükümetiyle başı dertte sanatçılardan biri, kafasına yediği darbeler yüzünden daha yeni beyin kanaması geçirmiş. Dolayısıyla Çin hükümetinin baskısı dedikoduları dolaşıyor. Bu nokta aslında biraz karmaşık.

Ai Weiwei tam bir Çin metaforu gibi. Çin hükümetiyle sansür sorunları yaşaması, Çin’in bir yanını temsil ediyor. Sürekli devasalığı, kalabalıkla kovalaması Çin kalabalığına dair dünyanın geri kalanındaki imgeyle örtüşüyor. Çin’deki emek gücünü, zanaatkarlığı aynı zamanda yoksulluğu göze sokması ucuz Çin emeğine ve aynı zamanda Çinli ustalara dair imgelerimizi karşılıyor. Babası Kültür Devrimi kurbanı bir ressam. New York’ta 10 yıldan fazla yaşamış. Vazolar, porselenler, Çinli işçiler ve hacim derken elimizde patlamak üzere bir temsil için seçilmiş bir figür kalıyor.

2007 yılındaki Documenta’da yer alan işi doğrusu beni rahatsız etmişti. Documenta Dünya Bağımsız Kültür Dergileri projesi dolayısıyla Kassel’deki sergiye katılan dergilerden biriydi Siyahi. Ve orada birden Weiwei’nin işiyle karşılaşmıştım: Weiwei’nin uçaklara doldurup Çin’den Kassel’a getirdiği, sergi süresince Kassel’da kalıp köylerine geri dönecek 1001 Çinli. Weiwei bu Çinlileri seçerken hayatı boyunca hiç yurtdışına çıkmamış, ve yurtdışına çıkmayı çok büyük bir olay gibi gören Çinlileri seçmeye çalıştığını söylüyordu. Piyango isabet etmezse çıkma şansı da pek olmayanlar bir bakıma. Volkswagen tesislerine kurulmuş dev ve kışlamsı mekanlarda kalıp, dev mutfaklarda pişen yemekleri birlikte yiyip, şehirde dolaşıyorlardı, Weiwei’nin “Peri Masalı” adlı işi olarak. Zaten küratörlerinin hayli kolonyalist bir dünya sanatı algısına sahip olduklarını düşündüğüm 12. Documenta’daki bu işin de Çinlileri aşağıladığı hissine kapılmadan edememiştim.

Sonra Weiwei’nin başını derde sokan projesine gelmiş sıra. 2008 Siçuan depreminde ölen bütün çocukların tek tek isimlerini toplayıp yayınlama projesi. Bu proje yüzünden hükümetle arası bozulmuş ve iç kanama yüzünden ameliyata kadar giden süreç yaşanmış.

Weiwei’yi nereye koymak gerektiğini bilmiyorum. Hani “benim tadım değil” diyesi geliyor insanın normalde. Ama itiraf etmek gerekirse, ayçekirdeklerinin üzerinde, içinde mutluydum. Etraftaki bebelere bakarak çocukluğuma dönüyordum. Porselen çekirdekleri elime alıp incelerken iyice içlerine gömülmek keyifliydi. Şimdiyse sadece karşıya geçip bakmaya izin veriyorlarmış. Tate Modern 2 milyon ziyaretçi bekliyor diyorlardı. Bakalım karşısına geçip bakmak için de bu kadar insan gelecek mi...