Bu Blogda Ara

Pazar, Aralık 12, 2010

ORANTISIZ LİBERALLİK VE BİR BEBEĞİN BAŞLATILMAYAN HAYATI

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ORANTISIZ LİBERALLİK VE BİR BEBEĞİN BAŞLATILMAYAN HAYATI

BirGün gazetesi, 12 Aralık 2010, Dalalet 50/158

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

6 Aralık 2008, Alexandros ‘Alexis’ Grigoropoulos’un Atina’da polis kuvvetlerince öldürüldüğü gündü. Bu saldırıya yoldaşlarının cevabı doğrudan oldu. Cinayetin hemen ardından tüm ülkeyi, tüm Yunanistan’ı kasıp kavuran, kavurup kasan isyan başladı. Tarihe ‘2008 Yunan Ayaklanması’, ‘Yunan Anarşist İsyanı’ veya ‘Yunan Aralık’ı’ diye geçen isyan günlerinin ardından yaşananlar medyaya daha az yansıdı. Yunanistan’da kurulan halk meclislerinden, yeni yatay oluşumlardan, türlü tabandan girişimlerin ve doğrudan demokrasi arayışlarının toplumda bulduğu yeni karşılıktan pek bahsedilmedi. Olayın üzerinden iki yıl geçti. 6 Aralık 2010’da Yunanistan’da hem Alexis anıldı hem de isyanın ruhu diri tutuldu. Büyük gösteriler vardı. Polisle çatışmalar yaşandı. Dileyen eylemlere dair video ve fotoğrafları internetten kolayca bulabilir. Polisin bir kaç gün öncesinden ev baskınlarıyla estirdiği teröre dair metinler de kısmen Türkçe’ye çevrildi ve gene internetten A-infos Türkiye arşivlerinden ulaşılabilir durumda.

Tam bu sıralarda İstanbul’da da bir eylem vardı. Görece çok daha mütevazı bir eylem. Başbakan’ın rektörlerle toplantısını protesto etmek isteyen öğrenciler. Bizzat Başbakan’ın çemberine yaklaşıldığında ekstra sertlik uygulanabildiğini biliyorduk. Gene aynı manzarayla karşılaştık. Olay, polisin orantısız güç kullanımı diye literatüre geçen tartışmanın yeniden gündeme gelmesiyle sonuçlanacak gibiydi. Ama mesele, bir çatışma, gözaltına alınanlar ve yaralılarla bitmedi. Büyük bir trajedi yaşandı. Öğrencilerden biri hamileydi. İşler hiç çirkinleşmeseydi, o güzel bebek, daha anne karnındayken ilk eylemlerine katıldığını anlatacaktı arkadaşlarına 20 yıl sonra. Ama çirkinleşti. Polisler genç anne adayının üzerine gittiler. Uyardı. “Hamileyim, vurmayın” dedi. “Hamileyim, vurmayın” diyen bir genç kız öyle büyük bir tehdit oluşturuyordu ki özellikle ona saldırmaları gerekti... Ve karnına karnına vurdular. Ve bebeği öldürdüler... İç savaşlarda görürüz bu tür vahşetleri, etnik kıyımlarda. Soyu kurusun mantığıyla hareket eden bir gözü dönmüşlüktür. Sırplar Bosnalılara karşı, Hutular Tutsilere karşı. Türkiye’de de toprağın belleği hatırlıyor benzerlerini. Kimi taş duvarların belleği de.

Çirkinleşme, sokakta kalmadı. Gazeteciler sokağa diyenler, çirkinlik bayrağını sokaktan devraldılar. Böyle bir vahşetin ertesinde, haberlerin ana odağının bu cinayet olması gerekiyordu. Evet, diğer konular da konuşulacaktı elbette. Ama önce bu işin sorumlularını en hızlı şekilde bulunması kaygısının, bırakınız solu falan, merkezi medyanın da kaygısı olması beklenirdi. Standard bir liberal perspektiften, öne çıkarılacak gazete vurgusunun, polis şeflerini suçluyu hızla tespit edip soruşturmayı başlatmaya zorlamak olması beklenirdi. Ancak böyle olmadı. Türk otoriter liberalizmi aldı başını gidiyor, çok uç işlere imza atılıyor. Devletin özel bir propaganda departmanı kurmaya da ihtiyacı yok şu anda. İktidar denize bakınca deniz şarkıları söyleniyor anında. Evet, bu cinayet haberi, (merkezi basın dilerse “iddia ediliyor” diye, kuşkuyla yaklaşabilirdi, ama damardan yaklaşmak zorundaydı, damardan bir olaydır çünkü bir bebeğin kasten öldürülmesi) ana meselemiz olmadı. Bakışını böyle bir zulmü gerçekleştirebilen kuvvetlere yöneltmek yerine, otoriter liberaller büyük bir panikle, bakışın yönünü eylemcilere çevirmeye çalıştılar (çeşitli devlet adamlarının demeçlerinde hemen çizilen doğrultu çerçevesinde tabii). Çalıştılar demek de doğru değil. Söz gücü onlarda. Çevirdiler. Orantısız eylem diye kavramlar ortaya atabildiler. Burada sarsıcı biçimde vicdan standartlarının çok düştüğünü gördük. Bakınız, eylemlerde cam çerçeve indirilmesine karşı olmak yeni bir şey değil, hatta sağcılara veya liberallere özgü de değil. Sosyalist bir perspektiften de (eylemlerin kontrollü ve planlı olması fikrinden hareketle) anarşist bir perspektiften de (eylemleri medya manipülasyonuna açık hale getirip etkisizleştirdikleri için) cam çerçeve indirenlerin eleştirildiğini duydum bugüne kadar. Sendikalarca eleştirildiklerini de gördüm. Partilerce de. Mesele “gençler yürüsünler ama cama çerçeveye dokunmasınlar” demekte değil. Hele liberal bir gazeteci, diyelim çok sayıda tabelanın söküldüğü bir günün ardından, “arkadaşlar bu eylemler böyle kıra döke olmasın ama, herkes adabıyla demokratik hakları çerçevesinde yürüsün bizce” diye bir yazı yazabilir. Hakkıdır. Normal olurdu. Vay vicdansız da demezdik. Şimdi diyoruz. Neden? Çünkü bir bebeğin öldürülmesini örtbas etmek için hemen kendini öne atan liberal gazeteci tiplemesiyle karşılaşıyoruz da ondan! Aba altından işkenceyle korkutmaya çalışan resmi gazeteci tiplemesiyle karşılaşıyoruz da ondan! Bakışımızı bebeği öldürene çevirmeyelim de, bebeğin annesinin ne yaramaz, ne ele avuca sığmaz, ne öfkeli arkadaşları varmış öyle, ne ayıp şey, onlara çevirelim, öyle mi!? Hayır, bakışımızı önce bebeği öldürene, sonra da onu korumak için bir işaretle liberalliğin gemilerini de yakan, gazeteciliğin itibarını da sallayan, vicdanın sularını da terkedenlere çeviriyoruz. Size bakıyoruz.

BirGün gazetesi, gazetecilerdeki bu eğilime yerinde bir reaksiyon gösterirken “Sivil Polisler İş Başında!” başlığını attı birkaç gün önce. Kendi gazetelerinden de tepki gösterenler oldu. Sivil polis sözü sol jargonda “daha ne diyeyim ben adama” anlamında kullanılıyor ama sözkonusu olayda bu haklı reaksiyonu ezbere bir terminolojiye kurban gitme tehlikesine de atmış. Sivil polis temelde ne yapacak, bizden bilgi toplayacak, gerektiğinde de bize müdahale edenlere katılacak öyle değil mi? Burada bizden bilgi toplayan biri yok. Tam tersine. Bize bilgi şırıngalayan birileri var. Sokakta ne olup bittiğini rapor etmek değil dertleri. Sokakta ne düşünüleceğini belirlemek daha çok. Ve bunu yapıyorlar da. Kesinlikle başarısız değil. İşte Wikileaks olayı ve Türkiye’deki geçiştirilişi. Dünyada bunların yalan dolan, şaibeli, İsrail oyunu vs. olduğunu iddia eden Ahmedinecad’la Erdoğan’dan başka kim var? Amerika’da resmi görevlilerin belgelere Wikileaks üzerinden veya gazeteler üzerinden erişmeleri bile yasakken üstelik (çünkü halen gizli belge statüsünde sayılıyorlar). Ve İran kamuoyu Türkiye kadar oyuna geldi mi ondan da şüpheliyim.

Dolayısıyla sözkonusu isimler ve organlar sivil polis rolünde değiller. Çünkü senden biriymiş gibi davranmıyorlar. Köşedeki simitçi gibi davranmıyorlar. Tersine, seni ‘onlardan biri olduğuna’ ikna etmeye çalışıyorlar.

Genelde bunu sorunsuzca başardıkları için güç gözlerini döndürmüş durumda, etnik temizlik tarzı fiilleri bile bu şekilde hasıraltı edip; düşmana, ‘yani henüz onlardan biri olduğuna ikna olmamışlara’ gözdağı verebileceklerini düşünüyorlar.

Bebeğin ismine karar verilmiş miydi, bir ismi olabilmiş miydi, bilmiyorum. O ismi yaşatalım isterdim...

Hiç yorum yok: