Bu Blogda Ara

Pazartesi, Mart 29, 2010

EŞCİNSELLERİ DE TRENE BİNDİRİN

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

EŞCİNSELLERİ DE TRENE BİNDİRİN

BirGün gazetesi, 28 Mart 2010, Dalalet 13/121

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Son yaşadığımız Kavaf krizine kolaycılığa kaçmadan bakmak zorundayız. Kavaf şudur budur dedik ve konu kapandı, herkes mutlu, denebilir mi? Doğrusu, eşcinsellik hastalıktır diyen politikacı değil, bunun söylenebilir olduğu ortamdır suçlu olan. Dünyanın her yerinde muhafazakar partilerin üyeleri üç aşağı beş yukarı böyle düşünüyor olabilirler. Ama pek çok yerde kolay kolay ağızlarını açamazlar. Mesele budur. Burada skandal olan bir bakanın bunu düşünmesi değil. Bir bakanın bunu telaffuz edebilmesi, sonra istifa etmek zorunda kalmaması, liderlerin her oylamada Ermeni soykırımı meselesini meclislerden ve hayattan çıkartın, tarihçilere, arşivcilere bırakın der gibi eşcinsellerin toplumda kültürel (yer yer de fiili) soykırımlara uğratılması konusunu da doktorlara bırakalım demesi, diyebilmesi, ve bir şey olmaması... Bir politikacı bunu söyler, henüz skandal gerçekleşmemiştir; ama bunu söylemesine rağmen birşey olmazsa, başına birşey gelmezse, işte skandal o an yaşanmıştır. Skandal bunlardır. Üstelik bu siyasi meseleleri uzmanlara bırakalım diyerek siyasi pozisyonunu oldu bittiye getirme arayışı ne kadar da yanıltıcı; gerçekte bugün ne tavır alınacağını en son soracağımız kişi kronikçiler. Bu konudaki karar bugünü ve geleceği etkileyecek siyasi bir karardır, hükümetlerin, yazarların, vatandaşın, kendi yaşamlarını etkileyecek, nasıl bir yaşam, nasıl bir Türkiye, nasıl bir dünya istediklerine dair soruları aralayacak bir meseleyi bir arşiv belgesinin okunaklılığı meselesi olarak kodlamak ne demektir? Daha önce de andığımız şirket-devletin siyasi her konudan kaçma arzusu mu? Konunun aslında siyasi olduğunu gizleme arayışı mı? Ermeni soykırımı yasa tasarısı oylamalarına eşlik eden tartışmaları izlediyseniz yorumların yarısının para hesapları olduğunu fark etmişsinizdir; şirketlerini reddederiz, bizim şirketlere ne olur, tazminat öder miyiz vs vs. Bunlardaki ahlaki pozisyon yoksunluğu deşifre edilmeli: mesela edebiyatçılar arasında, başlangıç olarak, “madem hesap vakti geldi, tazminat ödeyelim, toprak verelim, karşılığında biraz ahlak alalım!” imza kampanyası başlatılabilir... İlk dizesi ve son dizesi yukarıdaki cümle olan bir toplu şiir yazılabilir...

Ermeni soykırımı yasa tasarıları sırasında alınan tavırlarla ‘eşcinsel hasta’ krizinde alınan tavırlar birbiriyle içiçe. Kişisel olan politiktir denir ama bu kadar görünür olmuyor her zaman. Hatırlarsanız Başbakan’ı karikatürde kedi şeklinde gösterdi diye karikatüriste ceza verildi. O zaman neden bu konuyu zoologlara bırakıyoruz denmedi! Eşcinselliğin hastalık olup olmadığının tartışılması tamamen siyasi bir meseledir, asla tıbbi bir mesele değildir. Bugün ve gelecekte nasıl bir toplumda yaşamak istiyorsanız bu konuda ona göre pozisyon alırsınız. Eşcinsellerin gizlendiği, ötekileştirildiği, yaratık muamelesi gördüğü, dışlandığı ve en fazla onlara yüce gönüllülükle hayatta kalma hakkının verildiği bir ülkede yaşamak istiyorsanız “acaba eşcinsellik bir hastalık mıdır, bir soyup inceleyin” dersiniz. Cinsel tercihlerin sorgusuzca yaşandığı, cinsel kimliklerin herhangi bir dışlamayla sonuçlanmadığı, eşitlikçi, özgür, heterojen bir toplumda yaşamak istiyorsanız da bu tür sözleri duyar duymaz tüyleriniz diken diken olur ve isyan edersiniz. Hükümet adına bu konuda yapılan artçı açıklamalardaki şu “eşcinsellere ben şahsen hasta demem, doktorlar bilir, biz müsamaha ile bağrımıza basıyoruz” tonuna dikkat çekmek istiyorum bir de. Yukarıda en fazla yücegönüllülükle hayatta kalma hakkının bahşedilmesinden bahsettim ama gerçekte bu dahi esirgenmekte: sürekli ve neredeyse sistemli bir şiddet, birbiri ardına eşcinsel ölümleri getirirken, diyelim tinerci cinayetlerinden irkildiği kadar irkilmiyor sistem, bir önlem almak zorundaymış gibi hissetmiyor kendini. Yani bu hayatta kalma hakkı dahi son derece şüpheli durumda. İkincisi de “biz yaşamanıza müsaade ediyoruz daha ne istiyorsunuz, kızdırmayın göndeririz Ermenistan’a” tarzı duygusal rehin alma tutumlarının korkunçluğu var. Gerçekten de, bir büyük –ve herhalde şu yolda parçalanacak hızlı trenlerinden birini bu işe ayırmayı tercih ederler– trene kağıtsız Ermeniler, kamptaki Kürt çocukları, eşcinsel hastalar ve hepsini diline dolayan solcular bindirilip Ermenistan’a gönderilse ülke ne kadar rahat edecek! Belki bu maddeyi de protokole eklerler...

YA DA HEPSİ 68’SİZLİĞİN SUÇU

O zaman şunu da sormamız gerekir: neden ‘hasta eşcinsel’ gibi sözler edilebiliyor ve birşey olmuyor? Neden bizim kültürel ortamımız böyle? Buna ‘biz zaten adam olmayız’ tarzı bir duygusal cevap kanalı var biliyorum, ama daha realist bir kanalı zorlayalım bugün. Esas sebep şu: Türkiye hala 68’ini arıyor! 68’in dünya soluna ve giderek toplumlarına yaptığı etkiyi Türkiye solu 68’de pek göremedi, 80’lerin ikinci yarısında ve 90’larda biraz görür gibi oldu, ama gördüklerine bir türlü tam inanamadı. Tanıl Bora’nın “geleneksel sol negatif okuma” dediği okuma “68 hareketinin anti-otoriterliğini, yerleşik bütün kurumlara karşı körüklediği şüpheyi, kendiliğindenliğe açtığı sahayı, doğrudan eylemciliği” vdlerini görür, ama bunların iyi olduğuna inanmaz, hala da inanmamayı sürdüren bir yelpazeyle ayaktadır ve son süreçteki geri çekilmenin ortodoksiye açtığı alanla inançsızlık daha da artmaktadır. Türkiye’de devlet eliyle kontrol altında tutulmuş sol 60larda tam ortaya çıkma fırsatı bulduğunda geldi dünyaya 68; ve Türkiye’de sadece sosyalist ilerlemenin ivmelenmesi, sıçraması olarak etki yapabildi. Neyi özgürlükçüleştirecekti ki diye sorulabilir gerçekten –özgürlükçüleştirilmesi beklenen geleneğin kurulması işi vardı daha. Başka mecralarda sürdürülmesi uygun kaçacak detaylı tartışmalar gerektiren bir konu –ama kesinlikle arşivcilere ait bir konu değil bu! Bugünümüzü etkiliyor, geleceğimizi etkiliyor. Türkiye solu –ve giderek Türkiye toplumu– 68’in özgürlükçü sol atağıyla dönüştürülmediği için pek çok refleks 68 öncesinde kalmış durumda. Türkiye’de 68’liler var ama 68 yok, dolayısıyla zamansız bir 68’e hep ihtiyacımız oldu, şimdi daha çok var. Eşcinselleri aslında hasta olmadıklarını anlatmak durumunda bırakan bir ülke bu demektir. Buna karşı terso hamleler yapılmalı aslında: siyasetin queerleştirilmesi gerek...

AŞK DÜELLOSU REZİLLİĞİ

14 Şubat’taki İstanbul Feminist Kolektifi’nin eyleminden sonra yazdığım 21 Şubat tarihli yazıda erkek cinayetlerinin ‘aşk cinayeti’ diye haber yapılması saçmalığına artık bir son verilmesi çağrısında bulunmuştum. O yazıdan sonraki süreçte çok erkek cinayeti gördük, takip edebildiğim basında kullanılan dile dikkat eden haberler biraz olsun konuya hassasiyet geliştirmeye başladığımızı düşündürüyordu ki bu kez de karşımıza şu aşk düellosu rezilliği çıktı. Özellikle Taraf gazetesindeki Adem Göçeri/Tuğba Ülger imzalı “Aşıkların Kanlı Düellosu” haberi (20 Mart 2010) kanımı dondurdu. Ece Ayhan eskiden söyleşilerinde sıklıkla tekrarlardı, Türklerde düello yoktur anca pusu bilirler, pusu atarlar derdi, memleketimizdeki anlayışı bir metaforla anlatmak üzere. Ama herhalde Türkiye’de zamanla pusuya düello denmeye başlanacağını o da öngörememiştir! Aşkıların düellosu haberi (Taraf’taki güzelleme seviyesine çıkılamadıysa da, başka gazetelerde de bu ifade kullanıldı) İzmir’de 79 doğumlu bir adamın 91 doğumlu bir genç kızın kendisinden ayrılmak istemesini kabullenemeyerek onu tehdit etmesi, taşınmaya mecbur etmesi, taşındığı yerde de takip etmesi, yaşadığı yerde pusu kurarak üstüne atlayıp öldürmesi ama bu sırada kendisinin de ölmesini anlatıyor. Türkiye’de düello kültürü yoksa da en azından biliyoruz ki düello önceden kararlaştırılır, silahlar ve yer seçilir, ve de tanıklar eşliğinde yapılır. Pusuya yatanın kendisi de çatışmada ölünce buna düello denmez! Hep benzer bir siyaset: Ermeniler de bizi vurmuştu, bir düello gerçekleşmişti anlayışına nasıl da benziyor değil mi? Yok efendim eskiden aşıkmışlar, başka bir İzmirli olan şairimiz ayrılık hakkında zaten neler neler demiş, ahmış vahmış. Estetiği burada bulabiliyoruz Türkiye’de, ayrılığa tahammülsüz bir erkeğin pusuya yatıp eski sevgilisini öldürürken kendisinin de ölmesinde, empati kurabildiğimiz dram bu: pusu atanın dramı! Yakında “1915 Kardeşçe Yaşama Düellosu” falan diye de bir başlık bekliyorum kendilerinden... Eskiden kardeşçe yaşamış halkların düellosuna dair güzellemeler ve öldürücü darbelerin sayılarının verildiği ve tasvir edildiği bir yazıda elbet... Tabii Teşkilatı Mahsusa görevlilerinin ‘dramları’yla kurulacak empatilere maksimum özen gösterilerek...