Bu Blogda Ara

Pazar, Temmuz 17, 2011

ONÜÇ MÜ UĞURSUZ YİRMİ Mİ?

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


ONÜÇ MÜ UĞURSUZ YİRMİ Mİ?


BirGün gazetesi, 17 Temmuz 2011, Dalalet 81/189




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Rakamların siyaseti aldı yürüdü. 13 şehit mi var 20 şehit mi var, 13 şehit artı 7 ölü mü var sadece ve sadece 13 ölü mü var? Hangi rakam gerçekte daha uğursuz?


Bazıları kendi söyledikleri sadece 13 şehit, sadece 13 ölü, sadece ve sadece 13 (yazıyla onüç) kayıp var diline o denli ikna olmuş ki illerindeki ilçelerindeki Kürtlerin sevinçten halay çektiklerini varsayabilmişler! Ve de hücuma geçmişler.


Bence rakam siyasetinin kendisi vicdansız. İnsan acısı para sayar gibi sayılmaz. Kimsenin birden az veya birden çok, birden başka canı yok. Ve bu 'bir' can, rakamla 1 de değildir, biricikteki birdir...


KÜRT OTONOM BÖLGESİ


CHP'nin yemin krizinde gerçekte olduğundan daha radikal bir yerden söz alma denemesi içeriden ve dışarıdan yoğun itiraz ve baskılarla, 'baba senin yerin orası değil biz merkez partisiyiz' hatırlatmalarıyla son buldu. Kılıçdaroğlu'nun Türkiye solunun radikal unsurlarını BDP'ye kaptırmak yerine kendisine çekmek gibi ağır çeken bir hayali olduğunu söylemiştik. Ağır hayal fazla taşınmaz. Ayrıca Türkiye solunun radikal unsurları CHP'nin merkezi hırslarında fark yaratacak bir lokma sunmaktan da uzaklar nicedir. Gene de aslında Türkiye'de nesnel karşılığı ve gerçekte bekleyeni veya özleyeni olmayan sosyal demokrasi kartıyla yeni-CHP'yi çatan Kılıçdaroğlu için simgesel bir önemi var radikal sol duyarlılığın. Ecevit kasketi zannedildiği gibi 1970'lerin CHP'sine gönderme yapmıyor; hayır daha geniş bir gönderme o, 1970'lerin radikal soluna gönderme yapıyor. İşçinin, köylünün, öğrencinin, ezilenlerin örgütlü olduğu, hak siyasetinin bir anlam taşıdığı Türkiye'ye gönderme yapıyor. Fakat tabii dışarda öyle bir Türkiye yok. Dışarda sadece kimlik siyaseti işliyor. Buna karşın Kılıçdaroğlu varlık sebebini, en kritik farkını bu karşılaştırmaya dayadığından hak siyasetinin bir karşılığı varmış gibi yapmayı bırakmıyor. En azından bir süre daha deneyeceği kesin. Hem sürekli ileri hamlelerle kendi dengesini bozmak da istemediğinden biraz ileri biraz geri oynamanın kurallarını da öğrenmeye çalışıyor. Yemin krizinde çok başarılıydı mesela. Önce ben de sosyal demokratım, ben de solcuyum, ben de radikalim, ben de koltuk sevdalılarının arasında ülküsel politika yapabilecek durumdayım mesajı vermek üzere BDP ile birlikte rest çekti (gerçekte ne parti ne de seçmenleri bu radikallikte olmasa da); sonrasındaysa tam BDP ile hükümetin çatışması kızışmaya doğru giderken, Demokratik Özerk Kürdistan ilanı yaklaşırken yemin çizgisine dönerek 'yok biz temelde merkez partisiyiz elbette, radikal solu sadece içermek istiyoruz, yoksa temsil ettiğimiz yer merkezdir' mesajı verdi. Bu sayede Silvan ölümlerinin ardından diğer merkez partilerle birlikte devlet adına ortak bildiri imzalayan geniş anlamıyla iktidar kümesinin içinde yeralabildi. Yemin krizini biraz daha uzatmış olsaydı şimdi iki arada bir derede kalacaktı. Demokratik Özerk Kürdistan ilanı geliyorum diyordu, görüşmelerin çatışmaya dönme ihtimali de. Bir büyük sürpriz oldu demeyecektir herhalde kimse. Kılıçdaroğlu hiç demeyecektir. Şu anda ucu ucuna yaptıkları direksiyon kırmanın rehaveti ile terlerini siliyorlardır muhtemelen. Fakat daha ne kadar 1970'lerde yaşayabilirler bilmiyorum. Stockholm sendromunu Türkiye seçmenine biri yakıştıracaksa esas 1982 anayasa oylaması sırasında yakıştırmalıydı. Acaba Kılıçdaroğlu'nda 12 Eylül'ün gerçekten yaşandığını inkar 'sendromu' mu var? Böyle bir hayal dünyasında yaşadığını iddia etmek daha beter bir hayalcilik olacaktır, belli ki 1970'ler efektinin 1970'lerde olmasak bile bugünün tümden farklı siyasi ikliminde bir dolaşım değeri olduğuna inanıyor. Öyle ya da böyle, yeni CHP'nin macerası bir yana, bu manevranın ardından radikallik koltuğunda doğallıkla tek başına kalan BDP beklenen Kürt otonomisini ilan etti.


Davutoğlu bakalım Libya'daki isyancıları tanıdığı gibi Demokratik Özerkliği de tanıyacak mı?

Arap Baharı'nı yorumlarken kendi ülkelerindeki isyancıları görmezden geldikleri hep söyleniyordu iktidarın. Şimdi hareket her geçen gün kendi görünürlüğünü kendi arttırıyor. Ve de her türlü yoruma açık belirsiz salt şiddet rakamlarıyla değil kurumsal çıkışlarla bunu yaptığında yorumu da kendisi paketle beraber sunmuş oluyor. Demokratik Özerklik ilan edildiğinde bunun lamı cimi yok, o anlama mı geliyor bu anlama mı geliyor yok, arkasında komplo mu var gizli güçler mi var kan gözyaşı mı var yok, bombayı kim attı ormanı kim yaktı yok, her şey gün gibi ortada: bir ülkede bir azınlık halk kendi etnik değerlerinin tanındığı otonom bir yapı talep ediyor. 20 kişinin yaşamını yitirdiği bir olayın ardından Kürt sorununun tüm dinamiklerini anlatmak için bir yabancıya Türkiye ile ve Türkiye tarihi ile ilgili bir araba anlatı vermek zorunda kalabilirsiniz; ancak otonom bölge ilan eden bir azınlığın etnik haklarını talebi konusunun tercüme gerektiren bir yanı yok.


Sonra da diyorlar ki “Öcalan 'durun ben protokol imzalıyorum' demişti neden durmadılar?”. Anlamadıkları nokta Öcalan'ın hareketi değil onları durdurmak için orada metaforik liderlik ettiği. Öcalan'ı boşuna orada yüceltmiyorlar; iktidar Öcalan'la oyalanırken, yorumcular Öcalan'ın demeçlerinde yüzerken, sahilde Kürt öznelliği kendi kulübesini inşa ediyor. Bu anlamda Öcalan ilk kez bir nefere dönüştü.


Kürtler sürekli yeni kavramlar, yeni taktiklerle geliyor. Türkiye iktidarı ise kadim tasfiye ülküsünü hep aynı kavramlarla yönetmekteydi; ta ki açılıma kadar. 'Kürt Açılımı' Türkiye iktidarının uzun zaman sonra ilk kez taze bir silahla sahneye çıkışıydı. Açılımı bunca hararetle övenler de zaten buradan bir özgürlük, bir eşitlik çıkacağı için açılımı övmediler, mental olarak Türkiye'den kopan Kürt öznelliğinin otonomiye giden yolunu kesecek taze bir iktidar kavramı nihayet üretildi diye övdüler. Ancak Kürtler blöfü görünce fos diye sönen açılım fikrinin o kadar da parlak olmadığı tez zamanda anlaşıldı. Bunun üzerine katı iktidar zihni yeniden en eski kavramlarına döndü. Ve karşısında kolları artmış ve modifiye olmuş, tanımadığı silahlar geliştirmiş, bağışıklık sistemi çok daha kalın, yeni çağa ayak uydurmuş çok daha android bir düşman buldu. Açılım taktiğinden öncesine göre daha da canavar bir canavar. Şimdi bu gerçeği de halktan saklamak üzere 1990'lardaki durumun geri döndüğü gibisinden inandırıcılıktan fena halde yoksun uydurmasyonlara sapıyorlar.


1990'lardaki durumun geri döndüğü falan yok: 2010'lardaki durum başladı.