Bu Blogda Ara

Pazartesi, Şubat 20, 2006

KARİKATÜRLER VE MANDERLAY - Birgün yazı 49 / 20 Şubat 2006

Birgün yazı 49 -- 20 Şubat 2006

KARİKATÜRLER VE MANDERLAY

Süreyyya Evren

Danimarka karikatürlerinin ırkçı tonuyla beraber yansıttığı ifade özgürlüğü retoriği Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in idealizm karşısındaki ağır saldırılarını akla getiriyor.

Trier’in ilk filmlerinden Epidemic’de (Salgın) kırsal alandaki tedavisi bulunamamış bir salgın hastalığa kendini adamaya karar veren idealist bir doktor buluruz. Ancak gerçekte kırsal alanda salgın hastalık falan yoktur, hastalık doktorun çantasındadır sadece ve doktorun gittiği yerlere bu çantadan yayılmaktadır.

Trier son filmi Manderlay’de idealizmi iyice cepheden hırpalamıştı. Daha Epidemic’te Kafka’nın Amerika’ya gitmeden Amerika romanı yazması gibi Amerika’ya gitmeden Amerika filmi çekmek arzusunu araya sıkıştıran Trier, Dogville ile başladığı Amerika üçlemesinin ikincisi olan Manderlay’de Dogville’de bizi tanıştırdığı minimal üslubunu sürdürüyordu. Her ikisi de ahlak üzerine birer makale çizgisindeydi. Manderlay gerçi biraz didaktikti, kafamıza vuruyordu. 1930’larda Amerika’da köleliğin hâlâ sürdüğü bir kasabaya rastlayıp gangsterleriyle beraber orayı ‘ele geçiren’, köleliği kaldıran ve yeni bir düzen kurmaya yönelen Grace karakterini odaklayan bir idealizm eleştirisiydi bu.

Ancak filmin en zayıf yanlarından biri filmin sonunda birbiri ardına geçmeye başlayan ABD’den ırkçılık sahneleri imajlarının -David Bowie’nin Young Americans (Genç Amerikalılar) şarkısı eşliğinde- sıralanışıydı. Zayıftı ve zayıflatıcıydı çünkü birden kurtarıcıların idealizminin eleştirisi, temsiliyet eleştirisi, modern özgürleştirme öznelerinin Türkiye’den de seküler örnekleriyle tanıyabildiğimiz figürlerin ahlaksız ahlaklarının ve tüm dini kurtarıcılıkların/misyonerliklerin, uygarlık-ilkellik aparatlarının eleştirisi yerini ABD’nin siyahlara karşı tarihsel politikasının eleştirisine ve –Irak savaşı’ndaki siyah askerlerin görüntüleriyle birlikte- azıcık da genişletirsek dünyaya demokrasi getirme retoriğinin eleştirisine bıraktı. Ve bu indirgeme, kendi üzerine kapanan bir idealizm eleştirisi oldu çıktı, Trier’in kapalı ABD toplumuna uzaktan müdahale etme misyonunu üstlenmesiyle, Graceleşmesiyle, köleleri hem kölelikten hem de kölelikkarşıtlarından kurtarmaya soyunmasıyla sonuçlandı. Halbuki o doğrudan ABD referanslarını çekersek, filmin eleştirel gücü Danimarka’ya da çevrilebilir, Fransa’ya da, Türkiye’ye de.

Trier’in kendi hayatında idealizmin oynadığı rol de dramatik. Annesi ve babası Yugoslavya hayranı komünist bir çift olan Trier çocukluğunun annesinin mükemmel ülke Yugoslavya ile ilgili anlatılarıyla geçtiğini, büyüdüğündeyse karşısında Bosna katliamlarını ve diğerlerini bulduğunu söylüyordu, idealizme karşı düşüncelerinin kişisel gelişimiyle bağlantılarından bahsederken. Tabii muhtemelen daha çarpıcı olan, yıllarca babasının Yahudi olduğunu sandıktan sonra ölüm döşeğindeki annesinden babasının ‘gerçek babası’ olmadığını, Lars’ın bir sanatçı genine sahip olması için annesinin özel olarak üç kuşaktır sanatçılar yetiştiren bir aileden bir erkekle birlite olarak Lars’a hamile kaldığını oğluna açıklamasıdır herhalde. Bir proje-çocuk olarak, ideal sanatçı kişi olsun diye planlanmış ve plan, başarıya ulaştıktan sonra açıklanmış.

Tabii bu yaşamöyküsel detaylar takip edilecek izler sunabilse de bunları hayli kenarda bırakarak devam eden bir haklılık inadı ve kararlı bir temsiliyetçilik ve idealizm karşıtlığı dünyası vardır Trier’de.

Manderlay didaktikti evet ama bu çok didaktiğim diye bağıran bir didaktikliktir. Didaktik değilmiş gibi gözükerek ders vermelere karşı bir tiksintiyi de barındırır. Ve yordamı ve amacı aşırı açık edilmiş bir didaktiklik asla tam anlamıyla didaktik olamaz. Sanıyorum Manderlay’i bugün tekrar seyretsek, ABD referansını bozup dağıtarak, ve idelistlerden de kurtarma noktasına yükselmiş idealizmden sıyrılarak, Danimarka’dan buraya, yeniden okuyacak çok şey çıkacaktır.