Bu Blogda Ara

Pazar, Ocak 24, 2010

AKILDA KALMIYOR HRANT DİNK DAVASI UZUN

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

AKILDA KALMIYOR HRANT DİNK DAVASI UZUN

BirGün gazetesi, 24 Ocak 2010, Dalalet 4/112

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Hrant Dink pek çok şey idi, ölümünün ardından daha da çok şey oldu, ölümünün üçüncü yılında daha da çok. Ve çoğalıyor, daha da çoğalacak gibi duruyor; peki bu direngen akışkanlığını neye borçlu? Hrant Dink bir insanın önemini de gösteriyordu. Fikirler çok, pozisyonlar çeşitli, her yerde kulaklar her yerde muharebeler var. Herkes kendi adına insanı temsil ediyor, kimse kendini insani olanın karşısında tarif etmiyor. Ama ne kakafoniler ne de tertipler tek bir insanın üretebileceği sahici eleştirinin farklılığını görünmezleştirebiliyor veya tek bir insanın sözün yanı sıra yaşamla ve ölümle eleştiri getirmesinin biricik gücü karşısında durabiliyor. Karşısında duramamaları yıkılmaları anlamında değildir; kalkanlar ve çitler yüksek, ve daimi tahkimat hüküm sürüyor Türkiye’de, ama çatlaklar insanla açılıyor ve çatlaklardan insanlar sızıyor, çatlakları yarıklara dönüştürüyorlar ve o yarıklara yerleşebiliyorlar. Peki bu üç yıl içinde gerçekten açılan yarığa yerleşilebildi mi?

Hrant Dink’in ardından Türkiye solu ayaklandığında mevcut algı iklimimizde bir yarılmaya yol açmıştı. Hepimiz Ermeniyiz’e karşı o günlerde gösterilen şaşkın muhafazakarlıklar ‘bu bizim burda nasıl olabiliyor’ refleksine endeksliydi. Hem ezen hem de ezerken şefkat görmediği için mağduriyet yaşayan olarak kalmak isteyen egemen çoğunluğumuz buna karşı kabukluydu. Kabuğu çatlatıldı. Egemende kabuk çoktur doğru ama yarığa giren su da yürür. Hrant Dink’in, bir parrhesiastes, bir hakikat anlatıcısı, bir risk alan, doğruyu söyleyen, hakikat bildiğiyle kendisi arasındaki ilişkiyi buna göre kuran yaşamsallık olarak hakikat düzleyiciler ve düzenleyiciler tarafından öldürülmesinin ardından sarsılan insanlar sarsmaya da geldiklerinde kendilerini kalkanın içinden geçmiş veya kalkanın tam içinde buldularsa bundandı.

Hepimiz Ermeniyiz yarığından konuşmak ve yarığı büyütmek yarığın esnek özneleşmesi ile mümkün. Yarıkta vakumlara el kol kaptırmamak zorundayız. Üç yılın ardından öncelikli soru dolayısıyla buydu: yarıkta son durum ne? Hepimiz Hrant Dink olalım sözü nerelerden yankılandı? Yarıkta vakumlar dolaşıyor. Hortumlar gelip bir hamlede adam topluyor. Geçen üç yılın sıkıntılı bilançosu yarıktan önemli bir grubu merkeze kaptırmamız oldu. Bunu da vakumlara karşı alerjik bir tepki diye okuyabiliriz. Yani, esas “hükümran liberal” olarak kendini gösteren, ama bize yaklaştıkça sol-liberal şeklini alan vakum, ‘Hepimiz Ermeniyiz yarığı’nda, özgürlükçü solun derleyicileştiği bu momentte öyle bir güvensizlik esintisi yarattı ki hatırı sayılır ölçüde özgürlükçü sol konumlanışı merkeze kaptırdık. ‘Hükümran liberal vakum’ ırkçılık karşıtlığımızı bile kendi ‘elit ırkçılık karşıtlığıyla’ içine çekip macunlaştırarak geri tükürmeye meylettiğinde buna ne tepki vereceğini bilemeyen ama dönüştürücü solda kalmayı herşeyden çok önemseyen Sol en kestirme yol bildiğim yoldur anlayışına saptı. Üç yıl önce ortodoks Türk solunun millicileşmesi sendromu vardı yarmaya çalıştığımız, üç yıl içinde özgürlükçü Türkiye solunun millici görünmeden ortodokslaşmanın çarelerini arama uğraşına evrildi karşımızdaki duvar. Sokaktaki ırkçılık daha da büyüdü, Kürt tanınması birlikte yaşamanın imkansızlığının propagandasına iliştirildi, Kürt-Türk blok halinde ötekileştirmelerle kavranan bir gündelik hayat kavrayışına ulaştı (dört bir yanda değil her iki tarafta diyebileceğimiz kadar bugün), ortodoks solumuz sağdan ödünç aldığı anti-emperyalizmine nasyonalizmi oya oya işlemede çok ilerledi ve dokuya iyice sindi nasyonalizm, ‘elit ırkçılık karşıtlığı’nın yukardan bakan küstah ve inandırıcılıktan yoksun saflık iddiası, ‘haklarımız solu’nun her tür ekonomik-siyasal eşitsizliği ve sömürüyü tali göstermeye kadar uzanan yapay kavramlarla tahakküm odaklı ‘demokratik’ yaklaşımı ve sonuçta solu tarih sahnesinde özne kılmış her tür değerin elinden alınmasını en sol duruş olarak tanımlama pervasızlığı geri teperek bu kez de ben sadece klasikleri okurum öper başıma koyarım defansına dönüştü. Artık sınıf indirgemeciliği eleştirisini kimse dillendirmez, kimse ortodoks solun kötülüklerini okumak istemez, çünkü kriz var ve ortodoksi ehveni şer gözüküyor ‘dönüştürücü sol’da kalmak isteyenlere, balçıklı da olsa bizim emektar patikamız daha doğru bir yol, kırık dökük de olsa emektar kulübemiz daha doğru bir ev anlayışı, böyle böyle üç yıl önce açılan yarığı öbür yakadan vakumluyor. Yeni bir teoriye en çok ihtiyaç duyduğumuz bu kış, hafif hafif bir teori düşmanlığı da filizlenmekte. “Teori bizi bozuyor, liberallerin kucağına düşürüp enterne ediyor, halbuki benim parkam teorimdir,” reaksiyonu yakışıklı bulunur oluyor.

Geçen hafta Meyda Yeğenoğlu’nun yazısındaki Türk Açılımı başlıklı tersine çevirmeye yaptığımız göndermeyi kaldığımız yerden sürdürelim ve de yarıktaki son durum nedir sorusuna cevabı da burada aramanın ipuçlarını bırakmaya çalışalım. Yeni solun yeni evsahibinin sözedegeldiğimiz yarık olması ideal bir başlangıç hamlesi sayılabilir. Özneliği tüm fokurdayan haliyle yarığa bırakalım. Sabitlemeyelim ve vakumların sabitlemelerine de direnelim. Orada ne temsiliyet ne de özselcilik barınabilir. Taraflardan hangisini seçiyorsun sorusu altında bunalmayı bırakıp çifte ihanet teorisine dikkat etmenin zamanı çoktan geldi; Türkiye solu ikili oynayan ajan olabildiği ölçüde vakumlara elini kolunu kaptırmaktan kurtulabilecek gibi görünüyor.

Kardeşime Dokunma Baba!

Yarık içindeki bir eğilim de kardeşime dokunma teması çevresinde birbirini sahiplenmeye dayanıyor. Bu yumak güçlendirme ve direnişe çevirme hamlesi yüzdeyüz desteklenesi ve katılınılası kuşkusuz, öte yandan, geçen hafta ‘kardeş halklar’ metaforu gibi domestik metaforlarla çocuk halklar imgesine sığınmalara getirdiğimiz eleştiriyi burada da devreye sokabiliriz. Kardeşime dokunma diyen ses içinde üstü kapatılmış ama aslında orada durup duran bir başka sözcük daha barındırıyor: Baba! Aslında şöyle demiş oluyoruz: “Kardeşime dokunma baba!” Biz kardeşler birbirimize düşürülemeyiz, birbirimize sahip çıkıyoruz, ve senden gelecek darbelere karşı yumaklaştık. Örtük bir sakınca da şu: O değerli çünkü benim kardeşim, ona dokunulmaması gerek çünkü biz kardeşiz, elalemin çocuğu değil o. Halbuki bütün Sınırlara Hayır (No Border) hareketi, bütün uluslararası zenofobi karşıtı hareket “elalemin çocuğuna dokunma” hareketi değil midir? Ayrıca illa domestik imgeleme başvurulacaksa neden biraz daha cüretli olmayalım: mesela halkı ebeveyn kodlayıp sisteme terbiye vermek de bir seçenek olurdu. Sözgelimi şu slogan kullanılabilirdi: “Halkına (annene) el kaldırma!”... Ya da sonuna baba eklenemeyecek bir dil adına ve siyaseten doğruculuğu da elden bırakmayan bir hiyerarşi karşıtı duyarlılıkla dillenelim deniliyorsa “İnsana dokunma!”