Bu Blogda Ara

Cumartesi, Mart 19, 2011

ŞENER-ŞIK SKANDALINDA İKTİDARIN YERİ



KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:


ŞENER-ŞIK SKANDALINDA İKTİDARIN YERİ





BirGün gazetesi, 20 Mart 2011, Dalalet 64/172



Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com



Nedim Şener-Ahmet Şık skandalı Türkiye'de ilk önce iktidarın niteliğini belirsizleştirdi. Şener ile ve Şık ile dayanışma amacıyla kaleme alınan, olayın takipçisi olmaya özen gösteren metinlere baktığımızda Türkiye'de muhalif olmanın eskiden olduğu gibi gene acımasız, kuralsız, kendi baskılama mantığı dışında hukuk mantığı tanımayan bir yapıda işlediğinden sıklıkla yakınıldığını görüyorsunuz. Ama bir belirsizlik, bir karışıklık da var. İktidar el değiştiriyor, mağdur olan zalim oluyor, ama kimi zalimler her iktidar döneminde zulümden pay alabiliyorlar, en tutarlı zalimler bunlar, kimileri daha tutarsız, bir kazanıyorlar bir kaybediyorlar, iyinin ve kötünün yeri sürekli değişiyor, söz almak güç, her şey sözünüzü ele geçirebilir durumda. Lukaşenko rejiminin kurbanları olsak kötünün niteliği de kimliği de yeri de belli olacak. Bizdeyse, kötü, sürekli kimlik değiştiriyor, yer değiştiriyor, iyinin kötü ile ilişkisi karanlık. Sisteme direnen kültürlerde sisteme direnişiyle ikonlaşmış figürler olur, bunların bir kısmı ağır bedeller öder, bir kısmı belki o kadar acı çekmez ama her zaman kontrol altında yaşar. Ve onlar birer referans noktası oluştururlar. Sistemin niyeti bellidir, onların da niyeti bellidir. Bu niyetler savaşmaktadır. Kişiler de bu savaşa bakar ve kendi konumlarını alırlar. Halbuki bizim içine çekildiğimiz güvensizlik ikliminde bu tip referans noktaları kalmadı. Herkes sürekli güvendiği dalların eline gelmesinden şikayetçi. Bir ara bu güvendiği dalların eline gelmesi durumu sadece birilerinin ulusalcılaşması şeklinde yaşanıyordu, şimdi daha çeşitli yaşanıyor. Önemli figürler bir bakıyorsunuz akıl almaz pozisyonlar almış. Normalde Ahmet Şık tutuklandığında memlekette sol namına kim var kim yok aynı yerde durması gerekirdi. Ortanın solu ve sol liberal dahil. Çok karmaşık bir mesele değil çünkü bu, bir ülkede özgürlüklerin baskılanması kriterleriyle baktığınızda. Fundamental bir kriz. Ama öyle olmuyor. Birileri sürekli uzaklaşıyor. Wakefield Poole'un Boys In The Sand (1971) filmindeki gibi, denizden çıkagelen kahramanlar kumsalda kalırken kumsaldaki kahramanlar denize doğru yürüyerek gidip gözden yitiyorlar... Ve kumsalda kalan kahraman denizde yitenin pantolonunu gömleğini sahilden toplayıp giyiyor ve aramıza karışıyor...


İşte bu durumda iktidarın yeri tartışmasının tam zamanı diyebilir miyiz?

Sözgelimi Ahmet Şık'ın kariyerine baktığımızda egemenlerin adaletsizliklerinin ve kirli işlerinin takipçisi bir gazetecilik tecrübesi görüyoruz. Ancak tek bir ideolojiyle veya tek bir iktidar tipiyle, tek bir belirli egemenlik kulübüyle mücadele ettiğini söyleyemiyoruz. Mücadele ettiği, deşifre ettiği makamlar sürekli değişiyor. Hatta kendi çalışma koşullarını da yalıtmadığından çalıştığı gazeteler de mesela özgürlük mücadelesinde karşısına çıkmış kurumlar arasında olabilmiş. Şimdi bu toplama baktığınızda şunu görüyorsunuz: 'iktidarın yeri' sabit, Ahmet Şık'ın o 'yer'e karşı pozisyonu da sabit; ancak 'iktidarın içerimleri' sürekli değişmiş, değişmekte.


Nedim Şener'in dışarı çıkması tehlikeli iken hakkında çalışma yaptığı hayali ihracat fenomeninin serbest kalması gibi sahneler skandalı daha da büyütüyor. Aynı dönemde Üzmez de çıktı, Hizbullah tahliyeleri de oldu. Öte yandan KCK davalarına karşı takınılan tutum da akılda. Bütün bunlar iki şey söylüyor: birincisi bugünkü iktidarın içerimlerini gösteriyor bize, nasıl bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İkincisi 'iktidarın yeri'nin Türkiye'de hiç değişmediğini, içerim kadar bu yere ve işleyişine de bakmak gerektiğini öğreniyoruz. İktidar Türkiye'de, her zaman olduğu gibi, kendi içerimlerini bu yolla dillendiriyor. Bütün bu tutuklamalar ve salıvermeler Türkiye iktidarının dilidir, tipik konuşma biçimidir. Böyle sesleniyor halka (ve muhalefete) Türkiye'de iktidar. Siyaset kültürümüz bu.


Tam da bu yüzden Ahmet Şık'ın tutuluşu yüzümüze çarpan büyük bir olay: belirli bir içerimin siyasetini yapmış biri olmadığı için, onun yerine araştırmacı gazetecilik kategorisinin gereğini tam yerine getirerek, 'iktidarın yeri'ni ısrarla sorgulamış biri olduğu için Şık'ın susturulması bize katıksız bir 'iktidar tarafından susturulma tadı' veriyor. Soner Yalçın veya diğerlerinin yaşadıkları süreçlerdeki benzer problemlerin aynı derecede şok edici olmamış olması normal, bunu kişisel almamalılar. 28 Şubat gecesi odaları değiştirilenler bir intikam oyunu içerisinde bir yere oturtulabiliyorlardı ve iki içerim birbiriyle çatışıyor görüntüsü doğabiliyordu. Şener-Şık skandalında ise verilen mesaj başka: tam da dokunan yanar mesajı, ama neye dokunan yanar, iktidar sobasına! Bugün F olur yarın Q olur, ama memleketteki sistem sabit mesajı verdi bize. Bir tür ümitsizlik duygusu vermesinin sebebi de bu. Ancak aynı noktadan tersine de katlanabilir: Şık'ın yaptığının çok doğru bir iş olduğunu da gösteriyor bize. İktidarın yeri ile dolaysızca uğraşmanın son derece etkili bir yol olduğunu, araştırmacı (aslında sorgulayıcı) gazetecilik disiplininin nasıl önemli bir disiplin olabildiğini, nasıl teşhir edebildiğini gösteriyor.


Günün politik meselesi bize seslenen iktidara cevaben ne denileceğidir elbette. Ama daha uzun vadeli bir mesele de sobasız bir eve ne zaman geçebileceğimiz meselesi...



MECLİSTE EŞCİNSEL KOTASI


Seçimden önce madem kotalar gündeme geliyor eşcinsel (veya LGBTT) milletvekili kotası için de bastırmak anlamlı olabilir mi acaba? Ayrıca olabilecek en evlilik yanlısı hükümet değil mi bu, eşcinsel evliliklerini ve diğer sosyal hakları düzenleyecek bir adım için harekete geçmenin tam zamanı belki de...


İyi de eşcinselik hastalıktır vs diyen homofobik bakışlarla bu iş nasıl olacak derseniz aktivistlerin hesabı genişlettiklerini hatırlatırım. En son Sandra Jeppesen'in işaret ettiği gibi, 'homofobi' ifadesi aktivistler arasında büyük ölçüde terkedilmiş durumda; homoseksüellikten korkmanın veya homoseksüelliğe karşı fobi geliştirmenin meşru psikolojik sebepleri olabileceği iması dolayısıyla 'homofobi' ifadesi başvurulmaz olurken 'heteroseksizm'in altı çiziliyor. Heteroseksizm için de heteronormativite ideolojisinden kaynaklanan baskının formu deniyor.


Giderek artan kadın cinayetlerinin ve tecavüzlerin ortasında, kadın haklarının iyice daraldığı bu momentte heteroseksizmin rolünü de teşhir etmek ve olası zorlamalar için denemelerde bulunmak mantıklı olabilir. Tabii eşcinsel evliliklerini, sisteme dahil olmalarını, işe girebilmelerini, çocuk sahibi olabilmelerini vs savunmanın sonunda askere gidebilmelerini savunmaya kadar giden bir 'homonormativite' oluşturduğu eleştirisini de anlıyorum. Ancak Türkiye'de sıkıntımız bu değil sanki şimdi...








Pazar, Mart 13, 2011

DEMOKRASİNİN ACENTASI KEPENKLERİ İNDİRDİ

KÖŞE İSMİ: DALALET



BU YAZININ BAŞLIĞI:



DEMOKRASİNİN ACENTASI KEPENKLERİ İNDİRDİ




BirGün gazetesi, 13 Mart 2011, Dalalet 63/171



Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com


Problemin kaynağına dönelim diyorum. Yani siyasette temsiliyet ve aracı aktörler meselesine.


Türkiye'de demokrasinin acentası olarak, yani aracı aktörü olarak AKP'yi gören bir bakış son on yıla damgasını vurdu. Temelde liberallerin denetiminde görünse de sol-liberallerin ve önemli sosyalistlerin de içinde yer aldığı bir perspektif idi bu. Gerçi sol-liberal sözünü kullanmayı pek sevmiyorum artık çünkü bu perspektifin içinde yer almış sol yaklaşımları liberalizme itmek ve solu tek başına kaplama iddiasını öne sürebilmek için kimilerince kullanıldığını görüyorum. Tarih tabii kanmıyor böyle durumlarda, ne kimse AKP'ci oldu diye solculuktan düştü ne de kimse AKP-karşıtı oldu diye sol köprüsünün öbür tarafından yuvarlandı. Bunları geçelim.


Bugünkü sıkışmışlığın arkasındaki meseleyi zaten ben bir tür “yanlış acenta seçtiler” meselesi olarak koymuyorum. Mesele, herhangi bir acenta seçilmesiydi.


Demokrasiyi getirmek konusunda bizim kendimizin fail olamayacağımıza kanaat getirdik (en azından bir kısmımız). Sol gerçekten de çok güçsüz ve dağınık ve tabansız ve toplumsal meşruiyetten yoksun bir portre çiziyordu. Ancak solun temel bazı talepleri o kadar da demode değildi. İşte mesela sivil toplum-demokrasi eksenindeki sol talepler dünyada ve Türkiye'de aslında bir karşılık bulabilecek gibiydi, ki kendi başlarına Türkiye'deki kotu yükseltmeye, bir sonraki seviyeye geçmeye yetecek, daha sonrası için ortamı köhnemiş tozlarımızdan temizlemeyi sağlayacak gibiydi bunlar. Bu taleplerin failleri, toplumsal aktörleri, solun kendisi olabilecek durumda değildi ancak. Öyle ki çabalamaya bile değmeyecek bir sahne sunuyordu burası. Bu durumda aracı aktörler rolüne talip birileri keşfedilince hemen duygusal, politik ve kültürel ciddi yatırım yapıldı bu beliren güce. Böylece AKP demokrasinin acentası ilan edildi. Onların kendi ajandaları var sizin acentalığınızı o çerçevede, işlerine geldiği kadar yürütüyorlar babında dillendirilen sol eleştiriye de kulaklar tıkandı -çünkü o sol eleştiri bizi tekrar fiilin gerçekleşemeyeceği noktaya çekecekti. Evet umutsuzluk öyle bir noktadaydı ki aracı bir aktör bulunamazsa, bir acentanın failliğinden yararlanılamazsa özlenen fiiller de gerçekleştirilemez gibi görünüyordu. Ayrıca “bu AKP sizi de yer memleketi de yer” eleştirisinin sözcüleri de o kadar masum değildiler, aralarındaki güçlü ortodoks damar basbayağı sol altından sopa gösteriyordu ve demokratik fiile apaçık veya örtük bir biçimde karşıydı. (Ne kokusu sinmiş bir milliyetçiliğin bu dönemde geriletildiğini hatırlayın.) Demek ki tek yol vardı, acentanın en hızlı şekilde çalışabilmesi için bütün entelektüel kaynakları seferber etmek (çünkü elimizde başka bir kaynak, mesela toplumsal bir kaynak yoktu). Bu da yapıldı. Burada belirli bir iyimserlikten beslenilmiş gibi duruyor, ve sanırım daha AKP öncesinde Ecevitlerin zamanında başlayan AB adımlarının, idamın kalkmasının vs getirdiği hava ışığında, dışarıdan bir güç (mesela AB) dahi aracı aktör olarak bizi istenen seviyeye getirebiliyorsa (kendi amaçları ne olursa olsun) içeriden alternatif bir güç de aynı işlevi görebilir sonucuna varıldı. Doğrusu ben o zaman da idamı biz kaldırmadığımız için idamın aslında kalkmadığını, her an geri gelebileceğini söylemeye çalışmıştım. Bu ifade abartılı olabilir ama şu değil: siyasi temsil zihniyetinin bu derece egemenliğinde bir toplumun politik kültürü zaten seviye atlayamaz.


Temsil ile kastettiğim de şu: siyasette birilerinin bir diğerlerini kurtarması fikrinden beslenen, öz-erklenmeyi, herkesin kendi kendini temsil edebilmesi fikrini arka plana iten bakış, daha büyük planda olaylara baktığında da, öznenin kim olduğunun farketmediği kurtuluş teorilerine bel bağlayabiliyor. Tuhaf olan, yıllarca tepeden inmeciliğin aleyhinde konuştuktan sonra böylesi bir noktaya gelinmesi. Ancak onun da sebebi var: tepeden inmecilik eleştirilirken tepeden inmecilik bir semptom gibi eleştirildi, kökeninde yatan temsiliyet fikri toptan reddedilmedi. Doğru kurtuluş fikrine sahip olan (ve kendisini ve diğer güçleri buna ikna edebilen) öznellik diğer durumdan habersiz olanları da, tüm bilinçsizleri de temsil ederek, onlara rağmen onları da kurtarabilire böylece bir kez daha geldik. AKP hareketinin tepeden inmeciliği göze batmadı veya battığı yerlerde örtbas edildi -tam da diğerlerinin Kemalist tepedeninmeciliği örtbas ettikleri gibi. Kimin özgürlük getirdiği ne farkeder düşüncesine karşı çıkan özgürlük karşıtı, devrim karşıtı sayıldı -aynı, daha önce hem burda hem de benzeri otoriter kültürlerde defalarca yaşandığı gibi.


Halbuki özgürlükte en temel mesele şudur: özgürlüğü kimin getirdiği! Demokrasi adımları atılırken kimin özne olduğuna dair kaygıları bir kapris gibi yansıttıklarını da gördük. O telif hakkı problemlerinde olur halbuki: sözgelimi Alper Görmüş “siyaset özgürlük mücadele falan önemli değil benim telif hakkım bana” diyor ya, onun gibi. İş özgürleşmeye geldiğindeyse öznellikler özgürleşmenin niteliğini belirler. Türkiye'de kadına seçme ve seçilme hakkını kadınlar mücadeleleriyle kazanmış olsalardı yüz yıl sonra hala “lütfen bize biraz kota” demek durumunda kalırlar mıydı?


Şimdi yaşadığımız esas kriz patlamış durumda: son yılların favori demokrasi acentası kepenkleri kapadı... Bu acentaya öyle güvenilmişti ki o nasılsa sözleşmeleri halledecek diye AB acentasına da fazla yatırım yapılmamıştı bu arada. Ayrıca acentamızın önünü açabilmek, en hızlı şekilde iş görebilmesini garanti altına alabilmek amacıyla memleket içindeki diğer güçlerin olası acentalıklar üstlenebilmeleri ihtimalleri de kabul edilebilir dışına itilmişti. Şimdi kaldık mı acentasız, çırılçıplak! Bu noktada en nafile tutumlardan biri de acentayı kendi içinde fraksiyonlara -büyük ölçüde hayalde- bölüp o fraksiyonların bir kısmının acentalık görevine hala sadık olduğunu düşünmeye çalışmak (mesela Köşk ile Çar arasındaki hayali bölünmelerden umulanlar gibi).


Pek denenmeyen diğer yol ise şu: bizim acentaya ihtiyacımız ya yoksa diye sormak. Bakınız Mısır'da bu soruyu sordular. Ya yoksa? Entelektüel yol çalışmalarıyla önü açılmış iktidar aygıtların yukarıdan aşağıya seri hamlelerle bütün sistemi değiştirip özgürleştirmesi hayalinin terkedilmesi lazım elbet öncelikle. Ve en önemlisi de olmuyor diye değil çirkin diye terkedilmeli, böyle hayal olmaz diye, bu hayal toz pembe değil toz toprak diye terkedilmesi lazım. Bu hayalden özgürlük çıktığı dünyada görülmemiş diye...


Özgürlükçü hayal öznelerin aşağıdan bir şeyleri değiştirmesidir. Ki kendi içinde de birşeyleri değiştirebilsinler, ki bu ülkenin siyaset kültüründe de birşeyler değişebilsin...


ÇAR BİLSEYDİ YAPTIRTMAZDI SENDROMU


NTV'de eleştirel bir program. Ahmet Şık'ların toplanması konuşuluyor. Önemli bir gazeteci diyor ki bu tutuklamalardan iktidarın, hükümetin, Parti'nin haberdar olduğunu sanmıyorum. Onların haberi olmadan birileri yapmıştır bunu. Bana devrim öncesi Rusya'sının “Çar Bilseydi Yaptırtmazdı” sendromunu hatırlattı. Hani halk bütün kötülüklerin Çar'ın bilgisi dışında yapıldığına, Çar'ın olumsuzluklardan bihaber olduğuna inandırılırmış ya. En isyan anındayken bile Çar'ın itibarını korumak üzere. İktidarın tutuklamalara arka çıkan açıklamaları ne olacak desek onlara da görünüşü kurtarmayı hedefledi mi denecektir acaba. Çar'ın hiç mi suçu yok fıkrasına dönmeyelim de...


KİTAP OKUNMUYOR EY CEM ERCİYES!


Savcı Zekeriya Öz'ün Ahmet Şık ile Ertuğrul Mavioğlu'nun kitaplarını okumadığı, hatta duymadığı artık kesinleşti, farklı kaynaklar bunu onayladılar. Kendisi de bunda bir problem görmüyor olmalı ki açık açık söylüyor. Halbuki geçtiğimiz hafta Radikal'de Cem Erciyes Türkiye'de yılda basılan kitap çeşidi ve sayısına dair rakamlar vererek sanılan aksine Türkiye'de kitap okunduğunu iddia etmişti. Ancak çok geçmeden ortaya çıktı ki Türkiye'nin Ergenekon ana savcısı kendisini en fazla ilgilendiren konudaki bir numaralı yayını okumakla tümden ilgisiz. E bu nasıl kitap okunan ülke? Erciyes'ten ivedilikle özeleştiri bekliyoruz...


'BİLEREK ÇİRKİN' KADIN MİLİTAN


Solcu veya feminist kadınlara çirkin vs deme atakları yapıldığında meselenin 70'ler Türkiye solundan veya 80 sonrası kimi kültürel gelişmelerden kaynaklandığını zannedenler oluyor. Bacı muhabbetinin, Hızlı Gazeteci'nin bir ürünü sanabiliyorlar. Gerçekte bu yaklaşımın 100 küsur yıllık tarihi var ve egemen sınıfların, egemen perspektiflerin sol ile birlikte gelen 'yeni kadın'dan duydukları kadim korkunun tekrar edip duran dilidir bu. Ve de rastgele bir seksizm veya solcu düşmanlığından ibaret de değildir. En çok da Çernişevski'nin unutulmaz Ne Yapmalı?'sinda görünürleşen 'yeni kadın' hakkında konuşurken, 1880 yılında Edward Levy, nihilist kadın militanların çirkin kadınlar olduğunu söyler. Ve bunu fizyonomik bir çirkinlikle sınırlamaz -hatta fizyonomi ötesinde arar. Militan kadın, Levy'ye göre “bilerek çirkin”dir (positively ugly). Güzelliğin, tazeliğin, zerafetin, hatta saadetin karşısındadır. Gene 1880'de John Baker Hopkins “radikal kadının çirkinliğini” sosyalist bir düğünü hicvettiği Nihilism adlı romanında, özellikle bir yandan sigara içerken bir yandan da domuz gibi yiyen Bayan Zegelbauer tiplemesinde anlatıyordu. Buradaki beden faşizmi, daha sonra Emma Goldman'a ve diğerlerine yönelen 'cadılaştırma' kampanyalarında 'bilerek çirkin militan kadın' ile 'fizyonomik olarak çirkin kadın' fikirlerinin birleştirilmesi ile geliştirildi. Goldman'ın kafatasını Lombrosiovari incelemelere tabi tutanlar dahi olmuştu. Genel olarak 'solcuyu ötekileştirmenin' de bir yolu olduğu ölçüde kadın-erkek tanımadıkları doğru, ama Lombrosioculuk kadına yöneldiğinde çok hayati bir korkuyu dillendiriyor; toplumun, hayatın, çocukların, dünyadaki bütün güzelliklerin sonunu getirmek isteyen öğe olarak solculaşan (kasten çirkinleşen ve zaten çirkin) kadını mimliyordu. 1996 1 Mayısı'nda Kadıköy'de laleleri tekmeleyen genç militan kıza duyulan hınçta da bu yok muydu -'doğal güzelliği' bozan 'ideolojik çirkinliğe' yönelen nefret! Yeni kadından duyulan korku muhafazakarlığın temellerindendir bugün. Ancak günümüz Türkiyesi'nde sol bu denli sahne dışıyken ve 'yeni kadın' dört koldan sıkıştırılmış, geriletilmiş, baskı altına alınmışken bu adamlar neden böyle yazılar yazıyorlar diye sorulabilir. Doğrusu, sorulmayadabilir... Her ne tuhaf sebeple yazıyorlarsa, sonuçta bunları yazabilir oldukları sürece meşruiyet çizgisinin hayli aşağıdaki yerini garantiye alıyorlar. Müdahale edilmesi gereken bu. Etyen Mahçupyan'ın meşum 'Nişanyan dışkı skandalı'nda dışkı dökenden yana tavır almasından sonra araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık'a karşı da komploları desteklemesi içindeki tutarlılık bunun bir başka resmidir. Bütün bu süreklilikler sosyal ve siyasal çıtaları birbirine bağlayarak aşağı çektikleri için özellikle kötücüller.