Bu Blogda Ara

Pazartesi, Haziran 12, 2006

SANATÇI KİTAPLARI –KİTAP VE SANAT / Birgün yazı 65 - 12 Haziran 2006

Birgün yazı 65 - 12 Haziran 2006

SANATÇI KİTAPLARI –KİTAP VE SANAT

Süreyyya Evren

Yazarlar kitabı öyle herkesle paylaşmayı sevmez aslında. Kitap yazarların uzun dilindedir, dillerini içeri çektiler mi yutuverirler. Ama kitap yazarın tek başına tükürdüğü bir şey de değildir. Elbet pek çok emekçisi, sanatkârı vardır, olagelmiştir. Günümüzde ise çekişme en çok grafikerlerle yaşanır. Grafiker bazen sözlerle bul karayı al parayı oynar, yazar da bu işe bozulur, muhafakârlaşır, yakalayıp ele geçirdiği sözcükleri yere mıhlamak ister.

Kitabın neliği, imkânları ve halleri üzerine düşünmek için yeni bir vesilemiz var bugünlerde. Aynı zamanda farklı disiplinlerin kitap eksenli çalışmalarının da bir kesişim sahası. “Sanatçı Kitapları”na yoğunlaşan “Bas” adlı mekân Galata’da aktif bir süredir.

“Bas”, sanatçı kitabını kitabın sanatçı tarafından iş olarak üretildiği alan olarak tanımlıyor. Sanatçı kitapları böylece kendilerini sanatçı kitabı olarak tanımlayan tüm kitaplardır diyebiliriz. Sanat işi olarak kitaplar, özel hazırlanmış kitaplar, biricik tek nüsha kitaplar, kitap-nesneler ve nesne-kitaplar, sınırlı baskılar, enteresan girişimler, kitap mecrasında üretilmiş sanat işleri, vs. vs. Farklı boyutlar, ciltler, basım teknikleri ve farklı içerikler. Kimilerine kitap mı yoksa heykel mi dedirten kitaplar. Doğrusu ben bu terim için sınırlara, çit çekmeye, kategorileri netleştirmeye pek meraklı değilim.

Mallarme, “herşey, tüm dünya, bir kitaba varmak içindir” demişti.

Mevcut sanat işlerinin katalogları olarak kitaplardan değil de kendi başlarına sanat işi olan kitaplardan sözettiğimiz zaman bu illa ki görsel sanatların kitaba doğru bir genişlemesi değildir --daha çok bir karışma, bir karşılaşma da olabilir.

“Bas” işte bu kesişmelere ayrılmış özel bir mekân. Kitabın kendisi üzerine çoklu bir düşünmeye vesile olur ve bu iş sanat aleminin kitaba da baktığı sınırlı bir operasyon olarak kalmaz diye umuyorum.

“Bas” (www.b-a-s.info, Meşrutiyet Caddesi No:166 Beyoğlu, 0212 2459024) sadece sanatçı kitaplarının teşhir edildiği bir yer değil, aynı zamanda eşlik eden bir de Bent adlı yayın projesi var. “Bent, Türkiye’den Sanatçı Kitapları Dizisi” ilk yayınını yaptı ve şu anda da bu yayına paralel sergi devam ediyor.

Sergi ve yayın Yeşilçam’ın unutulmaz (ama unutulmuş) figüranlarından Masist Gül’ün özgün çalışmalarına hasredilmiş.

300’ü aşkın filmde rol almış Masist Gül’ün (1947-2003) ölümünden sonra trajik biçimde eşyalarının, defterlerinin, plaklarının dağıldığı heba olduğu söyleniyor. Gül adını ilk kez duyabildiğimiz ama yüzünü tanıdığımız oyunculardan. Gül’ün sinema dışında da yaratıcı işler ortaya koyduğu ölümünden sonra ancak görünürleşiyor. Saçılan nesnelerinin arasında yaratıcı eserleri, şiirleri, resimleri de olduğu anlaşılıyor. “Bas” bu hengamede birşeyler yakalamış ve yakalamakla kalmayıp yeniden ele almış, hayata da karıştırmış durumda.

Bent’in ilk kitabı Masist Gül’ün bir çizgi roman albümünün tıpkı basımı. Hikayesi ilginç. Gül 80’li yılların başında “Kaldırım Destanı – Kaldırımlar Kurdunun Hayatı” adını verdiği ‘aylık mecmua’ biçiminde 6 kitaplık bir dizi tasarlamış. Bugüne kadar basılmamış olan bu el yapımı kitaplarda Gül, 1905 ile 1978 yılları arasında yaşayan Kaldırım Fahri adlı bir kabadayının şiddetli, acı ve sert yaşam hikayesini çizgi roman tarzında resmetmiş. Sergide orijinal el yapımı kopyaları inceleme fırsatı da buluyorsunuz. “Bas” Kaldırım Destanı’nın bütün ciltlerini yeniden basacağını ilan etmiş. Sergiyle birlikte yayınlanan ilk cilt, çarpıcı şiddet ve büyü fantezileri, acıların çocuğu klişesinin uçlara taşınması,ahlak ve sosyallik gözlemleriyle intikam sahneleri içeriyor. Tam bir değerlendirme için bütün kitapların yayınlanmasını beklemek gerek.

Ama Masist Gül atağı aslında Bas ve Bent ile ne yapılmak istendiğine dair bir ipucunu da bu başlangıçla veriyor. Ben şöyle anlıyorum: mevcut sanatçıların sanatçı kitapları (sanat olarak kitapları) gibi kalıplardan taşabilen bir akış yakalanmak isteniyor. Bu arzuya bir davet gözüyle de bakabiliriz...


Pazar, Haziran 11, 2006

İKİNCİ YENİ VE DÜNYA KUPASI / Birgün yazı 64 - 5 Haziran 2006

Birgün yazı 64 - 5 Haziran 2006

İKİNCİ YENİ VE DÜNYA KUPASI

Süreyyya Evren

Önce Yasakmeyve dergisi başladı kötülükle gidip gelmeye. Kullandıkları “yasakmeyve şiir değilse nedir ki?” sloganı biraz da bir taahhüt gibi algılanmış olabilir –“biz kötülüğe temas edeceğiz, elimizi çekmeyeceğiz,” sözü vermişler gibidir. Hoş, ben nicedir bu slogana da içerliyorum, şiirin bir bütün olarak bir niteliği olabilir mi diye hem sorasım geliyor hem de şiirin içindeki alan-açıcıların hakkı şiir-ağalarına ve gönüllü tebaalarına da yazılıyormuş hissine kapılıyorum. Yani diyeceğim bence şiir yasakmeyve değildir, ne şiirler var yasağını bırakın herhangi bir meyve görse hemen “kurallara göre mi üretildi, acaba yemem caiz midir,” diye telaşlanmaya başlar. Ama bakın şu versiyonu aklımı çelerdi: “yasakmeyve şiirde değilse nerededir ki?”

Evet, önce Yasakmeyve dergisinde iki sayı (Sayı:18-19, Ocak-Nisan 2006) yayınlanan “Kötülük Problemi Karşısında Şiir” dosyasıyla karşılaştık. Yücel Kayıran’ın dosya editörlüğü yaptığı çalışma etik olanı çekip tekrar önlere koymak üzere hazırlanmış. Bu dosyadan sonra da Sınırda dergisinde İlyaz Bingül’ün “Şeytani Yaratıcılık” adlı yazısını gördük. (sayı 5, Nisan-Haziran 2006). Türkiye edebiyatında “daemon/şeytani yaratıcılık” gibi randıman alınamaz gibi görünen ama yine de arzu uyandıran bir konuya el atmış Bingül. Hem yasakmeyve dosyasının hem de Bingül’ün yorumunun ayrıca üzerinde kötülük ekseninde durmak gerekir elbet, borç defterine yazın. Ben şimdilik şuna takıldım sadece: Bingül yazıda birkaç yerde Elias’ın sözettiği ‘uygarlık süreci’nden nasibini alamamış bir ülke olmamıza meseleyi bağlıyor. Şimdi Elias’ın ilerlemeci mantığı da nereden çıktı diye insan şaşırıyor. Gene mi ‘onlar gider aya biz yaya’ çözümlemesiyle karşı karşıyayız. Tabii Bingül’ün yaklaşımı burada takıldığımız kadar basit değil, ama işte hele ‘uygarlık süreci’nin cenderesinden geçmediğimizden yakındığı bölümde ‘cendere’ ifadesini kullanması dikkatimi çekiyor. Elias’a ne de yakışan ama Türkiye’de ne de çok günahı olan bir toplum mühendisliği terbiyesidir bu. Neyse, dergi okurken insan biraz hareketlidir, kitaptan farklıdır biliyorsunuz. Ben hele böyle aklımı kurcalayan bir şeyler okudum mu durur başa dönerim, derginin içindekilerine, yazının komşu yazılarına, varsa editöryal metnine, derginin kapağına bakarım. İşte böyle Bingül’ün yazısını okurken de ritüelime başladım ve Sınırda dergisinin kapağına bakıyordum ki dikkatsizlikten daha önce farketmediğim birşey gözüme çarptı: kapakta bir SSCB bayrağı vardı, altında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yazan, yanında da bir Avrupa Birliği bayrağı, onun altında da Avrupa Kapitalist Cumhuriyetler Birliği yazıyor...

Bu bayrağı görünce yaklaşan Dünya Kupası’nı düşünmeden edemedim. Ya bir gün AB gerçekten SSCB gibi tek devlet olur da tek milli takımla turnuvalara katılırsa. Tam bir rezalet! Bir süre önce her ‘kârhanede romantizm’ peşindeki sol futbol takipçisinin zaman zaman yapabileceği gibi futbolda milli maçların kaldırılmasını mı savunsak acaba diye sorguluyordum. Ulus-devletlerden az çekmedik. Şu temsili millet kurmacalarının tekrar tekrar altını çizen bir yanı var ‘milli takım’ların sonuçta. Ama tabii insan hemen işkilleniyor: iyi de kulüp takımları çok daha fazla zenginliğin-otoritenin elinde ve çok daha merkezi. Herşey ve tüm yetenekler ve bilgiler ve gösteri belirli bir merkezde toplanıyor, Şampiyonlar Ligi denilen bir televizyon programında da nirvanaya ulaşıyor. Halbuki milli takımlar bir yanıyla hâlâ hayatın farklı yönlerini, yerlerini, hallerini biraraya getirebilmeyi vaat ediyor. (Elbette, ‘bir yanıyla’, parantez açmışken canımız St.Pauli’nin Alternatif Dünya Kupası’nı da kutlayalım.) Ben milli maçların en çok yukarı mahalle ile aşağı mahallenin maç almasına benzer yanını seviyorum, yani bayraklı ‘uluslarası’ hallerini değilde de hayattan gelen ‘yerlerarası’ hallerini. Mesela, sıcak mahallenin çocuklarıyla soğuk mahallenin çocuklarının maç alması gibi, veya Paris çocuklarıyla Buenos Aires çocuklarının maçı gibi...

Peki son soru, İkinci yeniciler bu kupada hangi takımları tutarlardı/tutsalar gerektir? İlk tahminler benden: Turgut Uyar (Polonya), Ece Ayhan (Arjantin), Edip Cansever (Ukrayna), Cemal Süreya (Brezilya), Sezai Karakoç (Tunus), Oktay Rifat (İngiltere), İlhan Berk (Trinidad ve Tobago) ve ikinci yenici olmasalar da sonraki kuşaktan İsmet Özel tabii ki Sırbistan & Karadağ, Ataol Behramoğlu da Angola (hele ki Portekiz maçında).