Bu Blogda Ara

Pazar, Nisan 11, 2010

ENDÜSTRİYEL KÜLTÜRE KARŞI II

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ENDÜSTRİYEL KÜLTÜRE KARŞI II

BirGün gazetesi, 11 Nisan 2010, Dalalet 15/123

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Endüstriyel kültürün kültür alanında zihniyetleri nasıl ele geçirdiğine dair öyle çok örnek var ki. Mesela ikide bir karşımıza çıkan ödül enflasyonu eleştirisi. Bir bakıyorsunuz kaykılarak ‘edebiyat ödüllerinde kirlenme’yi eleştirmişler. Kirlilik ile kastettikleri de çokluk; tozu dumana katan ödül bolluğu. Halbuki seçkin, az sayıda, karşılığı esaslı büyük edebiyat ödülleri olsa herşey tertemiz, pırıl pırıl olacakmış. Yeni bir mızıldanma gibi sundukları bu cennet tasviri aslında piyasanın ihtiyaç duyduğu ödül sisteminin ta kendisi. Çünkü az sayıda seçkin ödüllerle piyasa için kullanışlı bir dominasyon düzeneği kurulabilecekken, içinde bulunduğumuz ödül kalabalığında piyasanın hiçbir işine doğru dürüst yaramayan bir cüruf rolü oynuyor ödüller. “Ah nerede vah nerede o seçkin ödüller” serzenişleriyle basit düşünmeyi bir alışkanlık haline getirmeye çalışıyorlar. Çokluktan müşteki olmak otomatikman nitelik cephesine atmıyor kişiyi. Hesapta niceliğin niteliği öldürmesine karşı imiş gibi gösterilen bir eleştiri gerçekte ödüllerin değerini piyasa lehine arttırma arzusunun dillenişi olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek şudur: artık edebiyatçının aklına daha nitelikli deyince daha ‘piyasa işi ürün’ ve daha ‘piyasayla uyumlu sistem’ geliyor.

Romancılar eleştiri istiyor mu?

Bir on yıl öncesine kadar, ya da kabaca doksanlarda diyelim, Türkiye’de romancılar eleştirinin yokluğundan yakınırlardı. Romancılar eleştirilmek isterdi. Üstelik romancı sayısı çok daha azdı (unutmayalım tüm cumhuriyet tarihi boyunca yayınlanmış roman kadar roman yayınlandı 2000lerde). Üstüne üstlük eleştirmen sayısı da daha fazlaydı. Daha fazla eleştirmen ve daha az romancı vardı ama romancılar sürekli eleştirinin eksikliğini hissederlerdi. Şimdi ise durum tersi: tonla romancı var, eleştirmenler tümden geri planda (kimi kronikçiler bile eleştirmen diye anılıyor A2 takımından çağrılır gibi kadroya), ancak romancıların hiç eleştirilmemek gibi bir şikayeti yok artık. Böyle bir sızlanma duymuyoruz. Neden?

Cevap açık: çünkü bugün romancı eleştiri talep etmiyor! Böyle bir ihtiyacı yok... Tanıtıma ve başarıya ihtiyacı var. Tanıtım ve başarı varken eleştiriyi gözü aramıyor. Eleştiri derinlemesine tartışma çabası demek. Tümden karşılıksız bir çek bu da günümüzde. Kim ne yapsın bunu...

Kültür dergilerinin sistem tarafından nasıl horgörüldüğüne bakın... Kültür dergileri temelde yeni alışverişler yapmaya itmezler okuru. Hatta size sürekli daha önce okuduğunuz kitapları başka bir gözle yeniden okumanızı, yeniden düşünmenizi söylerler. Yeni kitapları da bünyeye almanın kanallarını açmışlardır elbette, ama bu bir şelaleden düşme havasında gerçekleşmez. Yeniden okumaların düğümlerle birbirine bağlandığı gövdenin genişlemesiyle gerçekleşir. Ve tabii kültür dergilerini okura ulaştırmak güçtür, güç olacaktır. Kolaylaşmasını beklemek safdillik....

Kültür dergileri içinde en büyük yoğunluğu da şiir dergileri oluşturur. Şu noktada kuşkuya yer yok ki piyasa halka şair veya şiir satmakla ilgilenmiyor romancı veya roman ve markalar satmakla ilgilendiği gibi. Romanın yüksek tutulması gereken bir marka değeri var, romancıların yüksek tutulması gereken marka değerleri var; şairlerin yok. Şiir dergilerinde eleştiri bolluğu yaşanıyor, niteliği düşük olan da var yüksek olan da. Sonuç olarak çok ayaklı bir tartışma ortamından bahsedebiliyoruz. Bununla birlikte (veya artık anlamalıyız ki tam da bu yüzden) eleştirinin eksikliğinden hala bahsedilen alan şiir!

Şairler eleştirilmek istiyor. Üstelik, romancılara göre çok daha fazla ‘okumadan geçiriliyor’ ve eleştiriliyor olmalarına rağmen. Şiirin bu makus talihini yenip endüstriyel kültürün bir parçası olmak isteyen şairler yok mudur –dolu! Yukarıda andığımız “ah daha seçkin ödüller olsa”cılar da şair.

HERKES İÇİN SPOR?!

İş spora gelince herkesin spor yapmasını teşvik etmek meşru. Hepimiz eminiz ki en sağlıklısı bu. Her birey spor yapmalı. Yapabilmeli. Peki neden aynı doğallıkla her birey yazabilmeli denmiyor? Herkes Maradona/Joyce olmak zorunda değil. Ama herkesin yazabiliyor olması da neden sağlıklı bir toplumun işareti olarak herkes için spor düsturu gibi pompalanmıyor? Yazı gene salt üstatların işi olarak mı kalmalı?

Endüstriyel futbol eleştirisiyle endüstriyel kültür eleştirisinin zayıflığını karşılaştırırken tabii şunu unutmamak gerekiyor: Futbol entelijansiyası profesyonel futbolculardan oluşmuyor... Okur/seyirci kökenlilerden oluşuyor. Tribünden geliyor futbol entelijansiyasi. Yani yayınevlerinde değil kütüphanelerde yetişmiş insanlar, bir analojiyle söylersek. Halbuki kültür entelijansiyasında ağırlık profesyonel yazarlarda. Futbolun Metin Kurt’ları nasıl hazmedemediğini daha yeni Vecdi Çıracıoğlu “Gladyatör” başlığıyla kitaplaştırdı. Futbolda Metin Kurt’lar tribünden örgütlenebiliyorlar. Gel gör ki kültür sanat alanında da Metin Kurt’luklara sistemin tahammülü yok, dahası bu açığı kapatacak tribün inisiyatifleri de yok. Ne gariptir; okur, futbol seyircisinden daha pasif! Durumun yazarlar tarafının bize garip gelmesinin bir sebebi de şu: düne kadar yazarlardan futbol entelijansiyasının da yaptığını yapmalarını bekliyorduk. Star sistemi odaklı hareket etmemelerini, eleştirelliği korumalarını, alternatif bir entelektüel zemin açarak büyük harfle Kültür sistemine kapılıp gitmemelerini, kısacası endüstriyel kültüre karşı ‘onurlu bir duruş sergilemelerini’...

Bunları yazarlardan bekliyorduk çünkü solun en güçlü olduğu dönemlerde Türkiye yazarları böyle bir performans sergilemişlerdi. ‘Parrhesia’ tartışmasına dönersek, yazarlar siyasi iktidarın karşısına bir hakikat anlatıcısı olarak çıkmaya soyunuyor, çıkabiliyorlardı. Bundan kaynaklanan yaşamsal riskler –cezaevi, ölüm, yargılanma, dolaşımın kısıtlanması, işsizlik vs.– alınabiliyordu. Ama sanatsal iktidarlara karşı gelme riskinin her dönemde daha az alındığını ve şimdi çok daha az alındığını bilmek gerek. Sanatsal iktidara hakikati söylediğinde yaşamsal risk almıyorsun ama kariyer riski alıyorsun. Bu da herkesin amatör olduğu, bütün liglerin amatör olduğu bir Türkiye kültür ikliminde bile ender görülüyordu. Bir de üstüne profesyonel kültür ligi kurulunca iyice ender görülür oldu. Dış piyasalara da açılındı...

Endüstriyel kültür eleştirisinin yokluğu meselesine dair analizlere, okur inisiyatifi gibi bir kavramlaştırmanın neden absürt tınladığına, alternatif kültür kanallarına gidebilecek yolların nasıl tıkandığına bakarak devam edeceğiz...