Bu Blogda Ara

Pazar, Kasım 21, 2010

ANTİ-KOLONYALİZM VE MİLENYUM ABSURDİZMİ

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ANTİ-KOLONYALİZM VE MİLENYUM ABSURDİZMİ

BirGün gazetesi, 21 Kasım 2010, Dalalet 47/155

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Edebiyat dergimiz Sıcak Nal’da takip ettiğimiz, çevirilerle, söyleşilerle okurlara yaklaştırdığımız isimler arasında ZZZ Kuşağı diye bilinen yeni yazarlar kuşağı da bir süredir yer buluyor. En öne çıkan isim Tao Lin elbette, ama gene aynı hat üzerinden Elen Kennedy ve Noah Cicero gibi yazarları da okurun karşısına Türkiyeli genç ve başka bir öykünün peşindeki yazarlarla birlikte çıkartıyoruz. Dikkat çeken genç yazarlarımızdan Ilgın Yıldız, Sıcak Nal için Tao Lin ile söyleşmişti mesela, ki bu tür karşılaşma sahnelerinin ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum.

Bugün ancak üzerinde durmak istediğim nokta bu yazarlarda görülen belirli bir absürdizm uygulamasının (‘milenyum absürdizmi’ diye adlandırabileceğimizi sanıyorum) savaş karşıtı bir edebiyata dönüştüğünde nasıl bir hal aldığı. Anti-kolonyalizm ve edebiyat ilişkileri üzerinden baktığımızda nerede durduğu. Bunun için de Noah Cicero’nun The Human War adlı kitabına bakmak yerinde olur (Snowbooks, London 2007).

The Human War, Irak’ın işgalinin başladığı gün derin Amerikan taşrasında yaşayan bir genci ve arkadaşlarını anlatıyor. Apaçık savaş karşıtı bir eser. Televizyondan haberleri seyrederken saatler sonra savaş başlayacağını öğrenen ve bu bilgiyle başetmenin yolunu bulamayan kahramanımızın etrafında dönüyor hikaye. Önce savaşa dair yorumlarından hoşlanmadığı ailesinden uzaklaşıyor, televizyondaki haberleri merak ediyor olsa da. Sonra uzatmalı sevgilisini ziyaret edip onunla bu konuyu tartışıyor ve sevişiyor. Sonra en yakın arkadaşıyla buluşuyor, sürekli savaşa ne kadar az kaldığından, birazdan insanların ölmeye başlayacağından konuşuyorlar ve kendilerinin çaresiz olduğundan. Meşhur deyişteki gibi, ‘zamanın akışını yumuşatmak için’ bir striptiz kulübüne gitmeye karar veriyorlar. İki kafadar striptiz kulübünde içiyor ve kucak dansı alıyorlar. Bu arada saatler ilerliyor ve savaş başlamak üzere ve insanlar ölmek üzere. Sürekli akıllarında bu var bir yandan. Striptiz kulübünden çıkıp bir partiye gidiyorlar. Orada zorlarcasına içmeye devam ediyorlar. Kahramanımız aşırı sarhoş oluyor, partideki Bush yanlılarını kavgaya davet ediyor, kimse onunla kavga etmiyor derken kahramanımız kendinden geçiyor, fenalaşıyor bir ara. Sakinleştirmeye çalışıyorlar. Sürekli seks düşünülüyor ve seks konuşuluyor bir yandan. Kahramanımız açık havada alkolün etkisini biraz normalleştirip kendine gelmeye çalışırken süper seksi kızlardan biri yanına yaklaşıp onunla ilgileniyor. Bu final sahnesi kritik. Kız kahramanımıza “neyin var ağlayacak gibisin” diye sorunca, kahramanımız “bu savaş beni paramparça etti” diye cevaplıyor. “Beni de,” diyor kız. “Bir an evvel Saddam’ı ele geçirmemiz ve Iraklılara özgürlük götürmemiz lazım!” Kahramanımız bir şey diyemiyor. Kız gidiyor. Ve yıldızların altında kendi kendine ve büyük harflerle şöyle söyleyerek kapatıyor romanı: “FUCK THIS WAR, FUCK BUSH, FUCK GOD, AND FUCK AMERICA”

Bir süre önce Bülent Usta’nın Türkçe savaş karşıtı edebiyatın kısırlığından, yetersizliğinden, hatta çöllüğünden yakındığını hatırlıyorum. Türkiye’de buna benzer çıkışlarla ne kadar karşılaştık, nasıl bir seyir izlediler gerçekten ayrı konu. Şimdilik ona girmeyeceğim burada.

Cicero’ya bakıyorum temelde. Tamamen absürd bir dil hakim kitaba. Deneysel diyebilir çoğu. Absürd diyaloglar serisi ve absürd monologlar serisi olarak ilerliyor. Çok yaratıcı, çok güçlü değil, ama bir tat bırakıyor. Yabancılaşma, yönsüzlük, siyasi bilinçten uzak olma ve buna karşın siyasi bir huzursuzluğun pençesinde kıvranma temel motifler. Irak ile, öteki ile ilişki de absürd bir temelde. Bir anti-kolonyalizm var, var ama nereden gelip nereye gittiği belli değil.

Yüzyıl başında, Picasso’ların, Alfred Jarry’lerin geliştirdiği anti-kolonyalist absürd ile karşılaştırmadan edemiyorum. Dönemin anarşist hareketiyle son derece sıkı ilişki içindeki bu sanatçılar (ki Jarry ‘anarşist sanatçı par excellence’ diye anılır), Quillard gibi anarşistlerin antikolonyalist çıkışlarını, anarşist müdahale ve saptırma geleneğini (daha sonra, elden ele, Dada üzerinden Situasyonistlere geçecek ve detournement olarak farklı bir mecrada işlenmeye başlayacak geleneği) sanata ve edebiyata bozguncu bir primitivizm, bozguncu bir Afrikanizm olarak taşımışlardı. Jarry’nin absürdünde, o yıllardaki hakim söylemin ‘asil vahşi’ (iyi ve aslında tarihte kalmış Afrikalı) ile ‘dejenere vahşi’ (kötü ve elde bulunan Afrikalı) arasında yaptığı ayrımın içinde muhalefeti sürdürüp ‘asil’ değerleri övmek yerine tam da dejenereye atfedilen değerleri sahiplenip tüm algıyı ters yüz etme tutumu belirgindir. ‘Ubu absürdü’ çok güçlü ve yaratıcı bir absürd olmanın yanı sıra politik olarak da süzgeçten geçmiş, günün radikal anarşist çevreleriyle irtibat halinde bir düşünüşün sonucuydu. Bu yaklaşımı sadece bir eleştiri olarak değil, bir saldırı olarak da düşünüyordu bu sanatçılar. Avrupa kolonyalizmiyle birlikte kurumlaşmış Avrupa kültür sanatına da birer saldırı olarak tasarlanıyordu eserler. En bozguncu örneklerden biri olan Avignon’lu Kızlar’ı, Braque’ın “anarşistin bombası”na benzetmesi boşuna değildi. Yıkım amacı yeniden yaratmayla iç içe ve belirgindi.

Yüzyıl dönümündeki anarşizm ile iç içe geçmiş sanat radikalizminin absürdüyle 21. Yüzyılın milenyum absürdizmi hayli farklılar kuşkusuz. Savaşa çok da iyi bir sebebi olmadan karşı olan gençler konuşuyor, ve giderek hiçbir şey için çok da iyi bir sebepleri kalmıyor, veya zaten hiç olmadığını farkediyorlar. Milenyum absürdü mesela bir “Arabizm” doğurmuş değil. Gene yüzyıl başı absürdü üzerinde etkili olan Nietzschean bir değerlerin yeniden değerlendirilmesi de yok. Yıkım için kendilerinden başka yıkabilecekleri bir şey de pek göremiyorlar. (Ve bu da aslında az buz bir hedef olmadığını ispatlıyor.) Kavramsal bagaj hafif, ideolojik çanta boş; elimizde daha çok bir yenilmişliğin direnişi var. Kazanmak ufkunda yok ama absürdü hakim kılarak dayatılan anlama teslim olmamayı deneyebiliyorsun.

Cicero’larla belki tam birlikte anmak doğru değil ama gene Sıcak Nal’da takip ettiğimiz (ayrıca Türkçe’de de üç kitabı --Rastlantısal, çev. Dost Körpe, Everest 2007; Kız Erkekle Buluşur, çev. Dilek Şendil, Turkuvaz 2010 ve Bütün Hikaye ve Diğerleri, çev. Dost Körpe, Everest 2010-- bulunan) Ali Smith’de de görülen benzer bir detayı örnek verebilirim. Smith, Cicero gibi tüm kitaba yayılmış bir absürd ile çalışmıyor. Dili kavrayan bir lirzm ile çalışıyor daha çok. Gene de bir bakıyorsunuz, mesela The Accidental romanında, politikayı hiç aklından geçirmeyen bir liseli genç, sınıfın güzel kızının savaş-karşıtı pozisyon alması ölçüsünde savaş karşıtlığıyla ilgileniyor. Kızın güzelliği, savaş-karşıtlığının da prestijini arttırıyor. Ve sonra o konu öylece geçip gidiyor zihninden.

Kolonyalizmin kendisinin de absürd bir dil kullandığı bir çağda yaşadığımızdan belki, anti-kolonyalizm absürdün içinde ilerlerken dahi yabancı hissediyor kendini. Bir yabansılık içinde. Jarry, ‘Ubu Evreni’nde evindedir. Noah Cicero, ‘The Human War Evreni’nde yabancı.