Bu Blogda Ara

Pazartesi, Şubat 01, 2010

ÇALIŞMAZDIK ASLA

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

ÇALIŞMAZDIK ASLA

BirGün gazetesi, 31 Ocak 2010, Dalalet 5/113

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Türkiye’de tıkanıklıklarla başetmekte zorlanan siyasi dilimizin önemli bir eksikliği de anarşizmin tarihsel ve güncel birikiminden faydalanmayı reddederek yola devam etmeye çabalaması. Halbuki anarşizm, en temel kimi açmazlara el verebilecek konumda. Sözgelimi devletçilikten kaçınca liberalizmin kucağına düşmek gerekmiyor; devleti tam karşısına almış anarşist doktrin var! Militarizmi karşıya alınca İslamist-globalist oyuncağa dönüşmek gerekmiyor; anti-militarizm ve anarşizmin militarizm karşıtı pozisyonu var. Hiyerarşiye, sınıf indirgemeciliğine, otoriterliğe, merkeziyetçiliğe, temsiliyetçiliğe, makro siyasete karşı durunca radikal sol ekseni yitirmek gerekmiyor çünkü hiyerarşi karşıtlığını, ezilen özneyi sınıftan geniş kavramayı, anti-otoriterliği, merkezsizliği, temsiliyet karşıtlığını, mikro siyasetleri yüzyıldan fazladır politize eden tarihsel anarşizm ve günün koşullarında, Seattle’dan itibaren küresel bazda radikalizmi ileriye taşıyan güncel anarşizm var. Üstelik de anarşizm etiketlere çok itibar etmediği için elimizde anarşist etiketini illa ki kullanmadan ama anarşizmin çerçevesini esastan takip edeerek anarşizmin katkılarından faydalanmanın bir şemsiye kavramı var: anarşizanlık... Bunu, anarşizmin katkılarını anarşizmin adını anmadan mülk edinmeye çalışan lafta özgürlükçü sol konumlanışlar için söylemiyorum. En son bu tuhaflığın örneklerini Yunanistan’daki anarşist Aralık (2008) İsyanı’ndan sonra görmüştük. Tüm dünyanın anarşist ana eksenini tartışmaya bile gerek görmeyip ona göre yaklaşımını belirlediği bir isyanı durup dururken yok ‘gençlik isyanı’ yok ‘arada anarşistlerin de görüldüğü sol yelpaze birliği’ gibisinden uydurma kalıplarla mülk edinmeye çalışanlar olmuştu. Bunlar tabii eskiden özgürlükçü sol cephede gibi gözüken, dünyanın ve özellikle Türkiye’nin içinden geçtiği son süreçte koşarak ortodokslaşan, benim ilk vakumlamada merkeze kaptırdığımız dediğim öznelerdi. Sonradan ortodokslaştıkları için her iki apoleti de taşımak, hem kibar hem yırtıcı olmak istiyorlar. Bu karından konuşanlardan farklı olarak, en eski ortodokslar hiç böylesi numaralara tenezül etmeyip Aralık İsyanı’nı tam da anarşist olduğu için eleştiriyorlardı ki ortodoks pozisyonun doğrusu da budur ve de aslında anarşizmin ve genel olarak hatta solun geleceği açısından da ‘gibi-yapmalar’ı bırakarak herkesin sahici bir yerden konuşması çok daha yaşamsaldır.

Dolayısıyla anarşizan derken kastettiğimiz anarşizmin adını anmadan kazanımlarını mülk edinmeye çalışan sinsilikler değil de farklılıkların birlikte siyasileşmesine değer veren ve günün koşullarında solu en özgürlükçü şekilde güçlendirmeye, geliştirmeye odaklanmış yaklaşımlardır. Farklılıkların birlikte siyasileşmesi bazen yanlış anlaşılıyor; mesele sürekli üzerlerinden geçerek farklılıkları kalınlaştırmak değil. Sürekli birlikteliklerin üzerinden geçerek kalınlaştırırken, farklılıkları düşman görmeye kendini kaptırmamak mesele. Anarşizm ile marksizmin geçmişteki çatışmaları ölümsüzleştirmeye kendilerini vermeleri veya birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışmaları idealimiz olmadığı gibi, aradaki farklılıkları yok etmeye çalışarak birleşmek de yanıltıcı bir hedef olurdu. Klasiklere saygının andımız tadında bir koşul olarak kapılarda durmasına da son vermek gerekiyor: anarşistler için kritik adım Marx okumak değil “marksistleri okumak”, marksistlerle konuşmak bugün. Aynısı marksistler için de geçerli, ilk kritik adım Kropotkin’i veya genel olarak klasik anarşizmi okumak değil güncel anarşizmle konuşmak, çalışmak, günün anarşizminin ne dediğine kulak vermek. Tabii tekrar tekrar altını çizmem bağışlanacak olursa, beni ilgilendiren her iki gövdenin de heterodoksları, özgürlükçüleri. Yoksa vatan-millet-anti-emperyalizm marksistleri ile kimlik-geyik-anti-entelektüalizm anarşistleri arasında kurulabilecek durmaksızın kendi kendini onaylama ve azizleştirme içeren bir alışverişle ilgilenmeyi, dünyayı değiştirmekten çok kendisine dair algıyı değiştirmeye adanmışları veya solu genel olarak dondurup sonra da bu buzun tek temsilcisi benim bayrağını sallama planını zafer adlı bir kutuda saklayanları, izninizle bir kenara bırakalım diyorum. Şuna bakalım: dünyanın ve özellikle ülkenin içine düştüğü sıkışmalardan çıkarken fraksiyon sınırlarını esneterek söylenenleri ve yapılanları hakkaniyetle değerlendirip karı birlikte kürelemek isteyenler ne diyor? Başka neler söylenebilir, başka neler yapılabilir?

Bu girişi aslında özgürlükçü solun Tekel işçileri direnişine anarşizan bir katkıyı çoğaltmasının yollarına dair tartışmalarımızı önünüze açmaya niyetlenirken yapmak durumunda kaldım. Mevcut durumda Türkiye siyaset arenasını çalkalandıran üç büyük eksen göze çarpıyor: (milliyetçilikler, azınlıklar, ulus-devlet, ırkçılık, sosyal bölünme vd temaları içeren) Türk-Kürt ekseni, (ordu, radikal islam, ılımlı islam, mahalle baskısı, sivil vesayet, darbecilik vd temaları içeren) globalist-islamist/nasyonalist-laik eksen ve de (en arkaya atılmaya çalışılan) ezen-ezilen, patron-emekçi, kapitalizm-komünizm, sömürü-direniş ekseni. İlk iki eksene yapılabilecek anarşizan beslemeleri tartışmayı sonraya bırakarak daha yakınımızdaki ezen-ezilen eksenine bakalım bu yazıda.

Servet düşmanlığının tam zamanı!

Tekel işçileri ve diğer emek hareketlerinin bugünkü spesifik önemine dikkat etmemiz gerek. İstisnai bir konjonktür var karşımızda. AKP’ye karşı hakça bir muhalefet zemini olduğuna kanaat getirdiklerinden Kemalistlerden ve sol nasyonalistlerden normalden fazla destek görüyor emekçiler. Hükümetin kucağına düşme, liberalleşme gibi semptomlara yakalanma kaygısına kapılmış özgürlükçü sol duruşlar için de bir süredir emek hareketlerinin önemi arttı. Dediğim gibi, kimsenin sınıf indirgemeciliği eleştirisi dinlemeye tahammül edebileceği bir dönemde değiliz, herkes kaybolup giden sınıf sorununu belleğe geri çağırmanın teorisini istiyor teori denince. Bunlar arka arkaya dizilince ne görüyoruz: Stalinistlerden benim gibi postyapısalcı anarşistlere, Kemalistlerden sosyalistlere en geniş anlamıyla Sol, yaşanan bu Tekel direnişini kendisinin öncelikli problemi olarak görüyor ve göz ucuyla değil de damardan desteklemenin yollarını arıyor. Ayrıca kültürcü tartışmalara fazla bel bağlayan yukarıda andığım Türk-Kürt veya İslamcı-laik eksenlerine göre çok daha dünyayı değiştirme ve ezilenleri kurtarma tonu taşıyor Tekel’in işaret ettiği ezen-ezilen ekseni. Zorbanın çok daha kolay tespit edilebildiği bir eksen olması da biraradalığı kolaylaştırıyor. Türk-Kürt veya İslamcı-laik eksenlerinde zorba biraz sabunlu, yer değiştiren, ansızın bir yere yapışıp ansızın sökülen bir kavram. Burada, Tekel direnişinde ise, durum öyle değil.

Direnişin uzamış olması, şehrin içinde, kapitalin akışını kesen alternatif bir floraya evrilmesi, ailelerin de katılımıyla gündelik hayatın eylem formuyla birleşmesi, Hayata Dönüş operasyonuyla ve genel olarak solun da bence günümüze uzanan kötü sonuçlar doğuracak şekilde mesafeli durmasıyla siyaset dilimizden çıkan Açlık Grevleri ve Ölüm Oruçlarını hatırlatmalarıyla, hükümetin ‘ben merhametli Osmanlı’yım avucunu aç ve bekle’ böbürlenmelerine salt yaşamla karşı koymalarıyla bambaşka bir alan açtılar zihinlerde. Sol, emek ekseninin ufukta yitmesini engellemeyi deniyor ama bu alanın kapatılıp yerine diğer kültürcü eksenlere dair tartışmaların geçmesini tercih eden ağır medya silahlarına sahip bir liberal baskı ve muhafazakar baskı da mevcut.

İşte bu noktada anarşizan etki, direnişin ittire ittire meydana taşıdığı Genel Grev kavramına neler katabilir diye düşünmek gerek. Genel grev anarşizmin ve anarko-sendikalizmin en sevdiği çiçek olagelmiştir. Anarşist devrimin İspanyası’nda genel grev 4 saatte bir aç karnına alınıyordu. Genel grev dilekçeciliğin tartışmasız yırtılmasıdır çünkü. Sen çorbamı ısıt ben dalağımı tekrar vereyim anlaşmasının rafa kaldırılmasıdır. Anarşizan etki genel grev ihtimaline katkısını arttırırsa bu eksen sınıf eşitsizliklerini belleğe geri çağırıp politikleştirme uyanışının sınıf indirgemeciliğine sıkışmasını engelleyip farklılıkları birlikte siyasileştiren ve radikalleştiren bir anlayışa daha fazla yaklaşmaz mı? Ekolojiden feminizme bütün mikro siyasetlerin bugün kendisini bu genel grev içinde (ve içiçeliğinde) gördüğünü hayal edelim...

Yerimiz doldu. Şu kadarını söyleyerek ara verelim: Herkesin 15 dakikalığına ünlü olduğu bir dünya değil 15 dakikada bir genel grevin yapıldığı bir dünya istemiyor muyduk biz zaten?