Bu Blogda Ara

Pazartesi, Aralık 25, 2006

NEDEN KURAM DEĞİL DE TEORİ DEMELİ / Birgün yazı 91 - 25 Aralık 2006

NEDEN KURAM DEĞİL DE TEORİ DEMELİ

Birgün yazı 91

25 Aralık 2006

Süreyyya Evren

Bir süredir Siyahî dergisinde yazarlarımızla kuram-teori tartışmaları yaşıyabiliyoruz zaman zaman. Hiyerarşi ve tahakküm karşıtı metinlerde ‘kuram’ sözcüğünden bucak bucak kaçılması gerektiğini düşünüyorum nicedir. Savaş Kılıç ayrıntılı bir inceleme de yayınladı bu karşılaştırmalar üzerine (Teorik Bir Kazı Denemesi: Teori, Nazariye, Kuram”, Siyahî sayı 5, Eylül-Ekim 2005).

Ben burada daha az ‘teorik’, biraz daha hafif bir değini yapmak niyetindeyim.

Teori sözcüğünün tarihi ile ilgili söylenebilecek çok şey var, ama bakmak kökeninden geliyor olması asla ihmal edilemez. Seyredilen manzara anlamından düşünce çerçevesine, açıklayıcı çerçeveye uzanan bir anlamlar akışı var. Nazariye, nazariyyat karşılıkları bu anlamda isabetli görülüyor. Kurmaktan gelen ‘kuram’ ise çok bariz bir biçimde yeni cumhuriyet elitlerinin spekülatif toplum vizyonlarını ve toplum mühendisliklerini yansıtıyor. Kuram ile praksis imkansızdır, çünkü kuram açıkça salt akıl yürütmeye, spekülasyona, kişinin veya kişilerin kendi kendilerine, hiçbir pratiğe bakmadan, görmeden ve hiçbir pratikten beslenmeden, yalıtılmış ortamlarda ve zihinlerde kuramlar icat etmelerine atıfta bulunuyor. Teori ve nazariye sözcükleri hep ‘bakmak’ kökünden gelirken ve olup bitene bakarak düşünmeyi geliştirirken tek merkezden yeni ülkenin labarotuvar dilini kuranlar, herşeyi kontrol etmek, oyunu bu şekilde kurmak isteyenler, kuram sözcüğünü bir güzel kurup dayatmışlar.

Kuram, Kemalist öztürkçeciliğin öncülük ettiği tüm tepeden inmeciliklerin metaforu gibi. Aslında, kuram’ı teori karşılığı olarak değil, belirli bir tür teori karşılığı olarak, devletçi teori, merkezcil teori, piramidal teori, tepeden inmeci teori, toplum mühendisi teori, spekülatif teori, kurmaca teori, vs olarak kullanmak gerek belki de. Pratiğe zorunlu bir gönderimi olmayan düşünce.

Kuram, kurum, kuruluş, kurmaca, kurultay, kural, kurmay, kurgu –cumhuriyetin sevgili kurları...

Bilebildiğimiz kadarıyla TDK’nın kuram önerisi 1942 tarihli. Gerçekte, kuram karşılığına mahkum olmak zorunda değildik. Çok daha yerinde başka bir karşılık önerilmişti: “görüm”... Ama işte kurumsal olan, merkezi olan, iktidar olan kalıyor, diğerleri de susturulmuşların tarihi oluyor. Namık Çankı’nın 1958 tarihli Büyük Felsefe Lugatı’nda Çankı çok dikkatli bir biçimde “görüm” karşılığını öneriyor. Kuram kelimesinin manalarından hiçbirisinin teori kelimesini karşılamaya uygun olmadığını, maksadın ifadesine uymadığını da çok yerinde olarak söylüyor.

Kuram yerine teori (ve belki mümkünse ‘görüm’) kullanmanın bize daha çok yakışacağını düşünmemin sebebi bu. Hiyerarşi karşıtlığından, tahakküm karşıtlığından bahseden bir yazıda kuram sözcüğü tırmalıyor metni...

Pazar, Aralık 17, 2006

“19 ARALIK” ADLI ROMAN - Birgün yazı 90 / 18 Aralık 2006

“19 ARALIK” ADLI ROMAN

Birgün yazı 90

18 Aralık 2006

Süreyyya Evren

Yarın 19 Aralık. 19 Aralık 2000’in üzerinden altı yıl geçmiş olacak.

19 Aralık 2000’de düzenlenen operasyonların Hayata Dönüş operasyonları olarak adlandırılması ‘hayat’ın üzerinde ağır bir yük. Siyasi tartışmalar hiçbir zaman ak ve karaya sıkışmaz, her zaman ara bölgeler, git geller, alternatifler, yeni fikirler ve yeni çatışmalar, yeni birliktelikler vardır. Bu çeşitliliğin ve muhalefetlerin 19 Aralık gibi konularda net bir tutumla birleşmesi gerekir. Bu tür momentlerin geçici gereği olarak bakabilirsiniz. Tabii hiçbir zaman eleştirel düşünme sindirilmeden...

Edebiyata bakınca garip bir tercihler serisi var solda (milliyetçi solu zaten saymıyorum): Orhan Pamuk faşistlerin saldırısına uğruyor, öyleyse ne kadar sorunlu olursa olsun yüzde yüz desteklenmesi ve tüm güçle olumlu gündem kılınması gereklidir diyen sol strateji önerisi bu denli kolay kabul görebiliyorsa, mesela Nuri Akalın’ın 19 Aralık gibi bir romanının (Sel, 2005) desteklenmesi konusunda neden bu kadar tereddüt var? 19 Aralık taraf tutmanın daha belirsiz olduğu, saldırganların daha soyut veya daha az keskin belirdiği bir moment midir?

Gündem fazlası tüm kültür piyasasını da sarıyor. Çoğu kez bir gürültü seçiliyor ancak. Gürültüden nelerin ayrıştırılacağı üzerinde rol oynama tercihi yapılacağı zaman birden yukarıda andığım çekinceler siyasetinin konjonktürel ayarı devreye giriyor. Nuri Akalın’ın “19 Aralık” adlı romanı bir edebiyat harikası olabilir mi acaba diye yazılmamış. Siyasi olanla insani olan, gündelik olanla makro olan, yazınsal olanla sözel olan siyasi bir bellek lehine kaynaştırılabilinir mi diye yazılmış. Bu belli oluyor. Kendi durduğumuz yazınsal yerden ve/veya siyasi yerden okumasını çıkartıp konuşmak gerek kitabı. 301 mahkemeleri önünde anti-kariyerini büyüten bir gruba karşı safları sıklaştırmanın koşulsuz gerektiği savlanırken iş 19 Aralık’a gelince birden koşulların ağırlaşmasında, soru işaretlerinin büyütülmesinde bir dengesizlik var. “19 Aralık” adlı roman edebiyat dergilerinde, gazetelerde, gazetelerin Pazar eklerinde tekrar tekrar gündeme getirilmeli, tartışılmalı, sevenler kadar sevmeyenler de söz almalı, kıyasıya eleştirilmeli, yazarına cevap hakkı tanınmalı ve böylece ‘beyaz gürültü’ye karşı akış alanlarının güçlendirilmesinde bu tür terso gündem imkânları es geçilmemelidir diye düşünüyorum.

“19 Aralık” romanı gibi hamleler olup bitenin bilgisinin merkezden resmi bir ağızla yapılmasına karşı yazınsal direnişler olarak tasarlandıklarını hemen dile getiren eserlerdir. Önerdikleri alternatif bilginin hap gibi yutulmasını kimse savunmuyor. Fakat burada merkezi kültür gündeminin dışında kalan ve anaakım büyük harfle yazılan boğucu Kültür dünyasının ‘sahalarında görmek istemediği’ tartışmaları sahalarına taşıyacak potansiyeller bulunuyor.

19 Aralık adlı romanın (ve benzerlerinin) kültürel diyaloğun dışında bırakılmış bir marjinal dava kitabı olarak kategorize edilmesine izin vermemek, bu yönde bir mücadele içinde olmak, yazınsal tartışmaları bu kitapların içine buralardaki siyaseti de yazınsal tartışmaların içine salmak, neden liberallerin millicilere karşı topyekun savunulmasından daha az acil, daha arka planda bir kaygı olsun ki?

Salı, Aralık 12, 2006

SEVDİĞİM YAZARLARIN YENİ KİTAPLARINI NEDEN MERAKLA BEKLEMİYORUM? - Birgün yazı 89 / 11 Aralık 2006

SEVDİĞİM YAZARLARIN YENİ KİTAPLARINI NEDEN MERAKLA BEKLEMİYORUM?

Birgün yazı 89

11 Aralık 2006

Süreyyya Evren

Sevim Burak’tan konuşuyorduk. Bir arkadaşla. Benim gibi o da Sevim Burak denince akan suların durmasında bir beis görmeyenlerden. Biraz, nasıl derler, fikir jimnastiği yapıyorduk. Acaba diyorduk, Sevim Burak yaşasaydı ve bugünkü piyasa koşullarında kendini bulsaydı, yayınevlerinin baskısıyla, dayanamaz, ben de varım der, ve fazla bekletmeden kalın bir roman yazar mıydı? Şöyle tanıtım harcamalarına değecek, çok satar olabilecek birşey? Acaba birkaç yıl kitap yayınlamasa ‘merakla beklenen son kitabı çıktı’ diye kampanya yaptıklarında ne düşünürdü, vs. vs.

Gerçekten de şu ‘merakla beklenen son kitabı çıktı’ dilinde hayli problemli öğeler sırıtıyor. Fene halde tüketim endeksli bir pasifleştirici sanki. Hayal etmemiz istenen sahne şu: bir yanda okurlar var, bunların sevdikleri yazarlar var, bu sevdikleri yazarların daha önce yayınlanmış kitaplarını okumuşlar, ve şimdi de merakla çıkacak son kitabını bekliyorlar. Böyle bir beklenti hali içindeler, bekleme pozisyonundalar. Yazar da beklentileri karşılamakla yükümlü kişi. Hatta aşmakla! Ve böylece yeni beklentiler yaratmakla.

Şunu söyleyebilirim. Ben sevdiğim yazarların yeni kitaplarını merakla beklemem hiç. En sevdiğim, en hayranlıkla okuduğum şair/yazar için bile “yeni bir kitabı çıksa da okusak” demedim. Aksine, gerekli değilse yazmamasını tercih ederim. Benim beklentim aslında okumanın doğası gereği, okuyana yöneliktir, yani bir okur olarak kendime, o yüzden ben her zaman kendimden ‘yeni bir okuma’ beklerim. İşte o yüzden sevdiğim yazarların yeni kitaplarını merakla beklemem, çünkü kendimden yeni bir okumayı merakla bekliyorumdur. Ama tabii bu kulağa ‘satışı tetikleyecek’ bir beklenti gibi gelmiyor. Kendimden yeni bir okuma beklemek ne demek, hiçbir şey satın almadan daha önce satın aldığım kitapları tekrar okuyacağım demek. Ne berbat! Halbuki sürekli en yeni kitapları merakla bekleyen okur, arkasına dönüp bakmıyor, hep en yeni kitapları satın alıyor ve en yenileri merakla okuyor. Bu arada da yazarlar, söyleyecek yeni birşeyleri olsun olmasın, merakları karşılayacak yeni bir kitap yazmak durumunda hissediyorlar kendilerini. Mümkünse kalın, veya kalınca. Yazar pozisyonundaki hep yeni birşey yazmak zorunda okur pozisyonundaki de hep yeni birşey okumak. Şimdiden başım döndü....

Pazartesi, Aralık 04, 2006

KÜRTÇE KENDİ YOLUNA - Birgün yazı 88 / 4 Aralık 2006

KÜRTÇE KENDİ YOLUNA

Birgün yazı 88

4 Aralık 2006

Süreyyya Evren

4. Diyarbakır Edebiyat günleri de yapıldı. 16 -19 Kasım 2006. 2003’te başlamıştı bu etkinlik, ilk iki yıl basından takip etmiş, 2005 yılında ben de katılmıştım. Bu sene yine basından takip ettim! Ünlem işareti koyuyorum çünkü muhtemelen “nasıl yani” diyeceksiniz...

Bu dört yıl üzerinde düşünelim. İlginç şeyler söylüyor bize. Hem kendi dinamikleri, etkinliğin kendi gelişimi, hem de merkezin etkinliği okuma biçimi, kodlama biçimi dikkat çekiyor...

Kabaca, diyebiliriz ki, etkinlik Diyarbakır’a merkezden ‘kültür’ü taşıdığı ölçüde merkez için değerli bir etkinlik oldu. Aynı şekilde Diyarbakır da takdire şayan, sempatik, gelişme gösteren, değerli bir yer oldu. İstanbul’dan büyük yazarlar, ‘büyük usta’lar, oraya gittikçe, bu, orasının da burada değerli olanı tanıyabildiğini, demek ki, edebiyattan anladığını, anlar hale geçmekte olduğunu gösterdi. Edebiyat aleminin onayladığı merkezi yazarlardan veya medyasının onayladığı star yazarlardan biri çağrıldığında ‘orada birşey oluyor’ denirken Türk edebiyatının bilmediği bir Kürt yazar çağrıldığında ‘gene birşey olmuyor’ denerek bakışlar çevriliyor.

Bu sene iyice ayyuka çıktı bu tutum. Necmiye Alpay’ın istisnai yazısı (Radikal Kitap, 1 Aralık 2006) dışında tam bir yüz çevirme var. Edebiyat alemimiz ise ilgilenecek birşey hemen hiç göremiyor. Bu tavırda şu da var, İstanbul çekilirse sıradan taşra edebiyat şenliklerine dönersiniz, meyve festivallerinden biri olur, deniyor. Biraz şantajvari...

Diyarbakır Edebiyat Günleri’nde Kürtçe öne çıkıyor. Giderek daha fazla. Buna karşı cepheden milliyetçi edebiyat insanlarının itirazlarını geçelim (elbette var böyleleri), daha çok, bahsettiğiniz zaman, son Irak savaşı sürecinde Kürtler-ABD ilişkilerinden dem vuranlar var (bir kez daha, nasıl yani, di mi, Edebiyat Günleri ve Kürtçe’nin hamleleri ile ne bağlantısı var bunun), ulusal kültür atağı yaptıklarını ve bunun maalesef anakronik bir Kemalizm çeşitlemesi olduğunu söyleyenler var (tamam, kabul, bu daha sofistike görünüyor, ama, yani) ve tabii bir de hiçbir şey söylemeyen ve sorarsanız çok önemli diyen ama gerçekte net bir sessizlikte bırakma politikasını yerinde görenler var.

Ama toplamdaki tablo sarih. Yedi pare top atılsa ‘Kürtçe atıldı, sayılmaz’ denecek. Türkiye edebiyatı diye birşeyden bahsediliyorsa, ya da Türk edebiyatı sözü üzerinde fazla düşünülmeden aynı anlamda kullanılıyorsa, Diyarbakır’da dört yıldır sürdürülen bu etkinliğin çok daha fazla ses getirmesi, çok daha fazla ele alınması gerekir. Dahil olmuyorsa dışarda bırakırım taktikleri değil, eleştiri varsa onu da masaya getirip, çatır çatır tartışılacak şeyler bunlar. Ne oluyor, ne bitiyor, nasıl oluyor, deneyimler, önceki ve yeni, teoriler neler söylüyor. Türkçe ile Kürtçe bu uğrakta nasıl konuşuyor? Hiç mi konuşamıyorlar? Konuşamıyorlarsa neden konuşamıyorlar?

Evet, bu soru mühim: konuşamıyorlarsa neden konuşamıyorlar?

Pazar, Kasım 26, 2006

ŞİİRİN TAM ZAMANI, DİYESİM - Birgün yazı 87 / 27 Kasım 2006

ŞİİRİN TAM ZAMANI, DİYESİM

Birgün yazı 87

27 Kasım 2006

Süreyyya Evren

Şiirin, şiire yüz dönmenin, şiire doğrunun tam zamanı, diyesim var bir süredir. Ucundan kıyısından dile getirmeye de çalışıyorum bunu. Öncelikle, piyasanın kültür ve dolayısıyla edebiyat sahasını önemli ölçüde dizginlediği bir dönemde şiir finansal bir heyecan uyandırmadığı için. Şiirin en büyük şansı satmaması oldu. Satmadığı ve satmayacağı düşünüldüğü için piyasa şiire yatırım yapmıyor, yakasını bırakıyor ve şiir kendi başına kendi bildiği yoldan giderken dilediği gibi sadece kendi karabasanlarını görebiliyor. Sadece bu da değil, bağlantılı ama başka bir kutlu olay daha açtı şiirin önünü: şiirlordlarının çoğu onlardan daha kötü niyetli piyasa tarafından felç edilip vitrine kondular. Acımasızca. Artık herşeyin anlamı değişti, yedi ödülün yedi kılıçlı jürisi olmanın bir etkisi kalmadı. Kimini prenslikten şutladılar ve yerlerine yeni prens atadılar aldırışsızca, prensler birden kendilerini derviş gibi hissetti, iğreti dervişler oldular. Kimi şiirlordları büyük medyada büyük lakırdıların dalgalarında boğuldu; kimi herşeyi farketti, üzerine gitmek istedi, ama soyulup çırılçıplak edilip ‘işte bir hırs küpü’ diye yan sokağa bırakıldı ve küskün bir öfkeyle, yan sokağa yerleşti. Eküriler-klanlar, aracılar, eski sistemin yılmaz bekçileri, ‘biz daha genç sayılırız, acep bu hortum bizi yükseltir mi’ diye heyecanlandılar ve gerçekten yükseltti de hortum onları, eskiden klanlıklarını birlikte konuşturanların her birini yukarılara fırlattı, farklı ağaç dallarına astı, zararsızca konuşuyorlar, ‘hortumda sağ kaldık’ diye sevinmeyi heceliyorlar. Gençler birden farkettiler ki ağababalarından daha büyük canavarlar geleli beri şiir konumları eski hiyerarşilerden kopmuştur ve yeni paraağalarının da hesap defterlerinde yer almayacak kadar minör bir ekonomide seyretmektedir. İşte bir canlanma, yeniden başlama fırsatı, dendi. Öyle ya da böyle bir tür avangard itki, radikalizm, deneyselcilik; birden konuştuklarımız bunlar oldu. Garip, hayli garip ama anlamlı bir şekilde, doğu bloğundan yeni çıkan ülkelerin 90’larda sanatta gösterebildikleri 20 yy. avangard geleneklerini kısa bir sürede ve yeniden yaparak, yaşayarak öğrenme ve kendine katıp ortamı/düşünüşü yenileme, kayıp bağlantıları taze düğümlerle birleştirme ve sanatın önünü açma tutumunu, tarihten hızlı gitmek denilen bu hamleyi başka bir versiyonuyla burada yaşadık, yaşıyoruz. Somut şiire, sesli-somut şiire, işitsel şiire, görsel şiire, deneysel şiire, artık nasıl adlandırılsa, isterseniz önerildiği gibi bilinç-biçimli şiir diyelim, işte ‘bu’ şiire yönelik ilgi tümüyle bağımsız inisiyatiflerle arttırıldı. Şiirin 20. yy’da gittiği, adım attığı en uçlar nerelerdi, biz oraları mesken tutacağız, şiir nerede şiir olmaktan çıkabildi, biz oradan şiire döneceğiz, dendi, deniyor. Şiirimizin parti elitlerinden geriye kalanlar bu gelişmelere set çekmek istiyorlar doğal olarak, eski babadan kalma dışlama yöntemleriyle, ‘maalesef’ pseudo-iktidarlarla söz geçiremiyorlar. Ve yeni süperkültür mafyasının da umrunda değil şiirde ne olup bittiği, biliyoruz. Bu durumda tek bir şey oluyor: araştırma, arama, bağışık yapma, deneme, ayrı kanallardan gitme, gidebilme sürüyor. Merakla takip edilecek bir durum. Nereye gidecek? Bu yazıda ‘bu’ şiir canlanmasının yerli örneklerine değil de sözkonusu hamleyi 20. yy’ın başka yerlerdeki hamlelerine bağlayan önemli bir çeviri çalışmasına dikkatleri çekmek için başlamıştım. Yer kalmadı, kısaca değineyim şimdilik: Yasakmeyve şiir dergisinin 22. sayısının (Eylül-Ekim 2006) bir kitapçıkla beraber dağıtıldığını göreceksiniz: Erhan Altan’ın hazırladığı bu kitapçığın adı “Avusturya II. Dünya Savaşı Sonrası Deneysel Şiiri Seçkisi”. Viyana Grubu’ndan günümüze Avusturya’da sürdürülenleri örneklerle ve yan bilgilerle Türkçe okura sunan bu kitapçığa dikkat! Biraz erken çıkmış çok önemli bir başka çalışmayı hatırlattı bana: Bülent Kandiller ile Yurdakul Kavas’ın hazırladıkları Somut Şiir (Uçurum Yayıncılık, Ankara 1986). Türkiye’ye de gelen Gerhard Rühm, Ernst Jandl, Heinz Gappmayr her iki eserin ortak şairleri arasında...

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Kara Bayrağın Türkiye’de Yirmi Yılı / Birgün yazı 86 - 20 Kasım 2006

Kara Bayrağın Türkiye’de Yirmi Yılı

Birgün yazı 86

20 Kasım 2006

Süreyyya Evren

Bugün Türkiye olan topraklardaki ilk anarşistler muhtemelen Ermeni anarşistleriydi. Büyük Osmanlı imparatorluğunun dağılma zamanlarıydı ve Ermeniler önde gelen figürü Alexander Atabekyan olan bir anarşist hareket ile katkıda bulundular. Atabekyan o dönemde kitapçıklar yayınladı ve muhtemelen Istanbul ve İzmir’de Ermeni cemaatleri içinde anarşizm propagandası yaptı.

Kimi benzerliklere karşın, erken devrimci Türk idealistleri ve milliyetçi hareketleri (‘Genç Türkler’) anarşist bir etki altında gibi gözükmediler. Az sayıda istisnadan biri Fransız anarşisti Jean Grave’den etkilenen İttihat Terakki içindeki küçük bir gruptu. (Bknz. The Young Turks in Opposition, M. Şükrü Hanioğlu, Oxford University Press, 1995, s.171.) Tabii merkez komitenin her zaman açıkça anarşizmi eleştirdiğini, ve aynı komitenin 1915’teki rolünü unutmadan.

Bununla beraber, öyle görünüyor ki Atabekyan’ın da içinde aktif olduğu devrimci Ermeni hareketleri anarşizm ile milliyetçiliği bir şekilde biraraya getirmişlerdi. Osmanlılarda milliyetçi ve modernist hareketlerin ilişkileri çerçevesinde anarşizmin sahneye dahil olması ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

Bilebildiğimiz kadarıyla, Türkçe’de yayınlanan ilk anarşist kitap Peter Kropotkin’in Etika’sının Ahmet Ağaoğlu çevirisiyle 1935’de gerçekleştirilen edisyonuydu. Maalesef bu kitap 1960’lara kadar yalnız kaldı. 60’lar ve hatta 70’ler, tüm dünyada siyasi olarak aktif ve heyecan verici bir dönemdi ve Türkiye de bir istisna oluşturmadı. Tek tük de olsa anarşist klasiklerin o dönemde Türkçe’ye çevrildiğini gördük. Bu kitapların varlığı, sol yükselişinin coşkulu atmosferinde, Türkiyeli devrimcilerin anarşist stratejileri ve taktikleri incelediklerini (ve muhtemelen kısmen kullandıklarını) gösteriyor. Ama kendini anarşist olarak tarif edenlere, onca Marksist-Leninist-Maocu grup arasında bir anarşist grup kuranlara rastlanmamıştı.

Anarşistlerin Türkiye’nin siyasi ve kültürel sahnesinde yerlerini almaları için 1980’leri beklememiz gerekti. 1970’lerle karşılaştırınca sıkıcı ve apolitik bir ortamda doğmuştu modern Türkiye anarşizmi. Ama ülke hâlâ siyasi ortama müdahale üzerine kafa yopran komünist entelektüellerle doluydu ve yeni siyasi alternatifleri tartışmaya yer vardı. 1986’da, Türkiye açıkça anarşist bir dergi olan Kara’yı karşıladı. Eski-marksistlerin ağırlığını oluşturduğu bir kadro Türkiye anarşizminin de başlangıç noktasını oluşturdu. Bu ilk anarşizm dalgasında yayınlanan ilk anarşist kitap da Ida Mett’in Kronstadt 1921’i olmuştu. O günkü konjonktürde anti-bolşevik argümanların anarşizmin kendisinin tanıtımından daha bile önemli olabildiğini düşündüren bir seçim. Kara’dan bugüne yirmi yıl içinde sayısız anarşist dergi, kitap, fanzin ve broşür yayınlandı, pek çok grup, farklı jenerasyonlar, farklı anlayışlar ortaya çıktı. Bu kısa yazıda yirmi yıldan bir iki küçük not düşelim.

*1990’larda anarşist yayıncılıkta patlama oldu. Klasik gelenekten (Proudhon, Bakunin, Nechaev, Kropotkin, Goldman, de Cleyre, Tolstoy, Malatesta ve Rocker vd.), hareketin tarihine (Avrich, Marshall, Woodcock, George Crowder ve Paul Thomas, ayrıca İspanya Devrimi üzerine kitaplar), ve günümüz anarşist teorisine (Perlman, Bey, Zerzan, Bookchin, Ward, Rolf Cantzen, Hans-Jürgen Degen, Purkis ve Bowen, ve postanarşistler May ile Newman’a) uzanıldı.

*Günümüz Türkiye’sinde anarşizmin salt kaosla ilişkili bir sözcük olarak anlaşılamayacağı ama bir siyaset felsefesine ve devrimci bir geçmişe ve hatta bugüne denk geldiği artık biliniyor. 1990’da, siyasi bir hareket olarak anarşizmi tanımayan bir siyasi eylemciye rastlamak gayet mümkündü. Halbuki bugün, hiç duymadım diyen birine rastlarsanız ya güvenilmezliğine hükmedersiniz ya da aslında siyasetle ilgilenmediğine.

*Kara bayrağın Türkiye’deki bu yirmi yıllık serüveninde GL/queer hareketleri ve anti-militarist hareketler üzerindeki anarşizm etkisi ve anarşist eylem kültürünün etkisi açıkça görüldü.

*Üniversitelerin hâlâ anarşizme kapalı olabildiğini görüyoruz, bugüne dek yapılmış anarşizm konulu tez sayısı üçü geçmiyor. Ama bu durumun değişme sinyalleri verdiği de açık. Her geçen gün anarşizmle ilgilenen daha fazla öğrenci, hoca, araştırmacı ortaya çıkıyor. Ayrıca anarşist olmasa da anarşist literatürden ve siyasetten haberdar entelektüellerin, yazarların, teorisyenlerin sayısı da artmakta.

*Anarşist kolektifler ve gruplar bu yirmi yıl boyunca büyük şehirlere sıkışmadılar, İstanbul-Ankara-İzmir dışında da görüldüler ve irili ufaklı şehirlerden defalarca anarşizm haberleri geldi. Kimi küçük yerlerde süreklilikler kazanıldı.

*Anarşist ikonografi hiç fena gitmedi. Türkiye’de insanlar kara bayrakla, anarşist A işaretiyle ve diğer anarşist graffitilerle karşılaşmaya alıştılar.

*İlginç bir gelişme de bugün artık Türkiye’de eskiden anarşist olan insanlarla tanışabilmemiz! Tamamen yeni bir fenomen. Önceden hep eskiden marksist olup bugün şu ya da bu ya da anarşist olan insanlarla karşılaşabilirken artık eskiden anarşist olup bugün şu ya da bu ya da marksist olan insanlarla karşılaşabiliyoruz!

*Garip bir şekilde, Türkiyeli anarşistler, tüm dünyada anarşizan örügtlenme ilkeleriyle ve anarşistlerin fiili ağırlığıyla nitelenen küreselleşme karşıtı hareketle kaynaşmadılar, taban hareketleri fikriyle de araları iyi olmadı. Seattle 1999 sürecine farklı tepkiler verildi, kimileri Kara Blok’la birkaç eylemden haz aldı ama sonra Batı radikalizmi içindeki gizli ırkçılıklardan yakındı ve ortadoğu anarşizminden yana olarak bu hareketlere cephe aldı, kimi de doğrudan Zapatistaları miltarizmle suçlarken Unabomber’ı sevdi. 1990’lardan sonra büyüyen Türkiye anarşizminin mevcut marksist siyaset kültüründen farklı bir siyaset kültürü yaratmakta başarısız olmasının bu soğuklukla bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün. İstisnalar oldu ve olacak, ama anarşistler genelde ya fazla altkültüre oynadılar ya da fazla ortodoks çıkışlar yaptılar. Ne zaman daha siyasi olmak isteseler farklı, anarşizan bir siyaset kültürü yaratmak yerine en yakın çıkış gördükleri marksist kavrayışları ve eski ‘know-how’ı uyarladılar.

Bugünlerde ‘uygarlıklar çatışması’ fantezileri gitgide daha fazla değere biniyor, Doğu ile Batı arasında seçim yapma tutumu yaygınlaşıyor. Anarşizm bugün Türkiye’de canlı bir hareket olsa da ulusal düzlemde ‘mutlaka dikkate alınması gereken’ bir aktör sayılmaz. Fakat bunda Türkiye’de her türlü solun gerileme döneminde olmasının da büyük payı var elbette. Bir tür milliciliğe bulaşmayan hiçbir sol tandansın altın günleri değil. Ve Batı-karşıtı bir çok anarşist olsa da henüz aramızdan bir milliyetçi-anarşist hareket çıkarmamış olmanın gururunu yaşıyoruz! Eh, bütün günahları biz işleyemezdik, değil mi?

Salı, Kasım 14, 2006

KARA BAYRAK VE VENDETTA - Birgün sayı 85 / 13 Kasım 2006

KARA BAYRAK VE VENDETTA

Birgün sayı 85

13 Kasım 2006

Süreyyya Evren

Ben de tam ‘Fifth Estate’ dergisi için “Türkiye’de Kara Bayrağın Yirmi Yılı” başlıklı kısa bir yazı yazıyordum, Kara dergisinin ilk sayısının yayınlandığı 1986’dan bugüne Türkiye’de anarşizmin serüvenine kısaca değinen bir deneme. İşte o yazının önümde durduğu günlerde Peter Handke’nin Karanlık Bir Gecede (Can, 1999, çev. İlknur Özdemir) adlı romanını okuyordum ki anarşizm olmasa da ‘anarşist’ peşimden geldi! Uygunsuz bir dipnotla. Çevirmen koyduğu bir dipnotta (s. 63) ‘desperado’ sözcüğünü açıklamak için “anarşist, toplumdışı kişi” demesin mi! Şaka gibi ama gerçek!

Bir arkadaşım çeşitli aşırı sağcı yayın organlarında ve kitaplarda eskinin ‘anarşi ve terör’ söyleminin siyasi bir hareket olarak anarşizmle birlikte okunmasının günümüz Türkiye’sinde nasıl da sürdüğünü araştırıyordu bir süre önce. Gerçekten de bulguları, genelde takip etmediğimiz yayınları kapsadığından, bize hep yeni gelen şaşırtıcı bir sabitlenmeyi ortaya çıkarıyordu. Handke romanının çevirisinde bile bunun izleriyle karşılaşmak yadırgatıcıydı haliyle...

Öte yandan anarşizmin siyasi geçmişinden çok bu tür bir ‘anarşiztlik’ duygusunu referans alan kimi pop üretimler de aynı önyargıları pekiştiriyor. Mesela şu V for Vendetta (James McTeigue, 2005) filmiyle ülkemizde de ünlenen V karakteri ve onun meşhur V (Guy Fawkes) maskesi...

Özellikle hikayeyi kamusal hayatımıza da sokan film versiyonundaki Vendetta tiplemesi tam da çevirmenin toplumdışı anarşist tiplemesine uyuyor. Kropotkin’in, Colin Ward’un, İspanyol iç savaşının yüzbinlerce anarşist emekçisinin, köylüsünün ve diğerlerinin bıraktıklarını değil de anarşiyle ilgili Bay Perşembevari imgeyi, Conrad-imgesini, abartılı bir Souvarine-imgesini referans alan bir anarşist görürüz V’de. Kurucu yanı boğulan anarşizmden geriye fazla birşey kalmamıştır, biraz anarşist ikonografi sadece. Ve adından da anlaşılacağı gibi V için intikam motivasyonu esastır (‘Vendetta’ sözcüğü İngilizce’de “kan davası” anlamındadır.)

V for Vendetta’da iyiler, kötüler ve bilinçlenmemiş kitleler vardır. Bu uyutulmuş kitlelerin hiçbir şekilde erklenmeleri önemsenmez, onlar salt patlamalarla ve ajitatif korsan TV yayınlarıyla gaza getirilirler, herhangi bir aşağıdan örgütlenme sözkonusu bile değildir, zaten amaçlanmaz da. Kitleler V maskelerini bile kendileri yapmazlar, böyle bir katılımları dahi yoktur, maskeler postayla adreslerine gelir, seri üretim olarak. Yeraltında yaşayan, toplumdışı ‘devrimci’, olağanüstü güçlere ve iradeye sahiptir. Profesyonel devrimcidir ve kötü erkeklerin hain emellerinden kurtardığı baş kadını da kendisi bizzat döve döve eğitir! Sevgililerinden şiddet gören anarşist kadınların dayanışma grupları kurdukları bir ülkede ayrıca anlamlı! Kadın, erkeğin kendisi için biçtiği role ve hatta doğrudan kıyafete, girer. Elinden çektiği işkencelerin aslında eğitim ve kimliklendirme olduğunu bir güzel anlamış, siyasi gül bitmiştir...

Kurucu anarşizme, toplumun yatay anti-hiyerarşik örgütlenmesine, temsilin reddedilmesine, anarşizmle gelecek alternatifin hemen bugün örgütlenmeye başlamasına ve diğerlerine dair o koca külliyat ve sayısız pratikler bir ışık çalımıyla çoktan rafa kaldırılmıştır V tipi stereotiplerle. Yaşasın süperkahramanlar, süperdevrimciler, toplumdışı ilahlar!

AVRUPA ŞEHİRLERİNDE DÜŞMANLIK DOSTLUK - Birgün yazı 84 / 6 Kasım 2006

AVRUPA ŞEHİRLERİNDE DÜŞMANLIK DOSTLUK

Birgün yazı 84

6 Kasım 2006

Süreyyya Evren

Geçtiğimiz yıl bugünlerde İstanbul’da toplanan Avrupa kültür dergilerinin bu seneki mekânı Londra oldu. Avrupa Kültür Dergileri ağı Eurozine’in düzenlediği 19. Av­rupa Kültür Dergileri Buluşması, 27-30 Ekim tarihlerinde gerçekleşirken ana temasını “dostluk ve düşmanlık” olarak belirlemişti. Tam olarak söylersem “Dost ve Düşman – Paylaşılan Mekân, Bölünmüş Toplum” teması ‘toplumsal kabarmaların aynı zamanda hem sahnesi hem de katalizörü olarak şehir’ konusunu masaya yatırmayı hedefliyordu.

Eurozine elliden fazla kültür dergisini biraraya getiren bir ağ. Temel etkinlikleri www.eurozine.com adresinde herkese açık bir dergiler platformu kurmak. Üyesi olan dergilerin gündemlerini, tartışmalarını ve doğrudan metinlerini bu internet havuzunda toplayarak çapraz çevirilere, karşılıklı konu takiplerine, yatay diyaloglara vesile olmak ana amaç. Felsefesini kültürlerarası çeviri olarak ve kültürlerin birbirine çevirisi olarak tarif eden Eurozine bu sitede üye dergiler hakkında arşiv ve veri tutmanın yanı sıra sürekli son sayıları hakkında içerik bilgisi bulunduruyor ve daha da önemlisi, üye olsun olmasın herkesin yararlanabileceği çok sayıda güncel makaleyi burada yayınlıyor. Her sene üyelerden birinin evsahipliği yaptığı bu buluşmalar da hem formel kısımlarındaki konuşmalarla tartışmalarla bir irtibat sağlıyor hem de enformel kısımlarıyla temasları güçlendiriyor. Türkiye’nin Eurozine ile en eski bağlantısı 12 Ocak 2001’den beri ağa dahil olan Varlık. 9 Ocak 2004’te de Cogito onu izlemiş.

Londra’daki buluşmanın evsahibi ise 1972’den beri yayınlanan bir ifade özgürlüğü dergisiydi: Index On Cencorship. Tüm dünyadaki ifade özgürlüğü ihlallerinin takibine odaklanan dergi haliyle bugüne dek defalarca Türkiye’deki sorunlara da sayfalarında yer vermiş. Doğrusu, vermeye de devam ediyor.

“Dost ve Düşman –Paylaşılan Mekân, Bölünmüş Toplum” konusu etrafında kurulmuş konuşmalara gelince. İlk gün pratiklerin tartışılmasına ayrılmıştı ve Fransa’ki azınlıkların ayaklanmaları ve Londra metrosunda 7 Temmuz 2005’te patlayan bombaların etkide bulundukları şehirlerdeki karşılıkları üzerinde duruldu. Hayat tuhaf, Londra’ya gitmeden hemen önce hazırlamakta olduğumuz 8. sayımız için dergimiz Siyahi’ye Diyarbakır’dan gelen ve şehrin gündelik hayatından sahneleri hoş bir uslupla kateden bir yazıda “on dakikada bir binaların üzerinden geçen F 16’ların” balkonlarda oturmanın huzurunu nasıl kaçırdığından dem vuruluyordu. Londra’da ilk duyduğum konuşma ise 7 Temmuz bombalamalarından sonra şehrin nasıl bir korku kenti haline getirildiğini, birbirini izleyen polis sireni seslerinin yarattığı terör yüzünden Goldsmiths College’daki odasında çalışmakta zorlandığı anlatan bir profesörün konuşmasıydı. (Goldsmiths’te yaptıkları bir ses kaydını http://www.goldsmiths.ac.uk/csisp/sound/01%20The%20London%20Ear.mp3 adresinden dinleyebilirsiniz.) Britanya’da bugün kamusal alanlardaki güvenlik kameralarının sayısının 4 milyonu bulduğu, her 15 kişiye bir kamera düştüğü söylendi. Konuşmalarla ilgili daha detaylı bir resmi Varlık dergisindeki bir dosyayla yansıtmak üzerinde çalışılıyor. Ancak burada yine de şunu not edelim; ana teması esaslı bir belgeselin gösterimi ile dikkate sunulan Fransa’daki azınlıklar ve çatışmalar meselesi benzeri meselelerin şehirlerdeki halleri ve bu hallerin tartışılması olarak görünen bu toplantıda, küresel kültürel kutuplaşma sahneleri yaratılmasıyla doğan gündemin, nemli bir hava misali her yerdeki her etkinliğe, her konuşmaya çöken bir ağırlığı olduğunu, günümüzün çarpışmak gereken bir gerçeği olarak, bir kez daha su yüzüne çıkardı.

Pazar, Ekim 22, 2006

EVET, “AMA” - Birgün 23 Ekim 2006 / Birgün yazı 83

EVET, “AMA”

Birgün 23 Ekim 2006

Birgün yazı 83

Süreyyya Evren

En başından beri “düşmanım düşmanı dostumdur” siyasetine ısınamadım. Radikal gazetesinin kültür sanat sayfalarından Pamuk’un nobel aldığı gün telefonla görüş istediklerinde, kabaca, en başından beri Pamuk’un konumunda özgürlükçü bir misyon hayal etmektense Pamuk’u Pamuk’a rağmen savunmayı desteklediğimi ve liberal-millici çekişmesinin ötesine çıkacak bir siyaset bulmamız gerektiğini söylemiştim. Zannedersem Pamuk lehine totaliter bir korumacılığın milliyetçi hezeyana karşı takınılması gereken bir tavır olduğu kanısı Radikal’de hegemonik olduğundan yanıtım ufak çaplı bir sansüre kurban gitti ve ertesi gün yayınlanmadı. Büyük bir mesele değil elbet, hayat uzun, söz çok. Ancak birkaç angaje Kemalist dışında aklıbaşında herkesin Pamuk’un da olması gerektiğini söylediği gibi olayı sevinç ve kutlama coşkusunda karşılamasının siyasi bir tercihi de yansıttığı anıştırmasının geri tepmekte olduğunu görmek gerek. O yüzden “ama”ları büyütmenin, mevcut “ama”larla yetinmeyip yeni “ama”lar açmanın radikal bir demokrasi veya demokrasiyi radikalleştirme talebini koruyan herkes için hayati önemde olduğu bir başka dönemeçte olduğumuzu vurgulayacağım yalnızca.

Liberal bir ‘tartıştırmama kültürü’nün hegemonyasından sözedilebilecek bir dönemdeyiz. Türkiye’de solun hemen tüm tonlarının geri çekilme halinde olduğunu ifade etmekte bir beis yok. ‘90 sonrasını şöyle bir gözümüzün önüne getirip bugünlerle karşılaştırırsak, merkez soldan sosyalist partilere parlamenter soldaki gerilemenin silahlı mücadele yürüten örgütlerde, doğrudan eylemlerde, öğrenci hareketlerinde, sivil itaatsizlik eylemlerinde ve kitle hareketlerinde de açıkça görüldüğünü, ayrıca aydınların kamusal etkilerinin kültür sahası üzerindeki piyasa kontrolünün artmasıyla hayli renk değiştirdiğini gözlemleyebiliriz. Bugün bir yandan solcu denilince enikonu milliyetçi birinin anlaşıldığı, milliyetçilikleri kuşkuda olanların liberalliklerinin derecesini tartışmak gerektiğini ima eden bir dil var Türkiye’de. Öte yandan da toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümün bir yanlısından, bir aktöründen çok kültürel hoşgörünün bir savunucusu olarak solcu figüründe radikal bir mücadele alanı görmemizi isteyen bir zorlama var. Günümüzde toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümün bir taraftarı olup aynı zamanda da milliyetçi dalgalardan uzak biri nasıl siyaset yapabilir sorusunun cevabı muallakta. Bu belirsizlik alanının yaratttığı tedirginlik, keskinleşen milliyetçi cephe karşısındaki flu muhalefet, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ benzeri stratejilerle aşılabilir mi? Sanmıyorum.

Nitelik değil başarı önemli bugün; içeriğin en belirleyici olması gereken kültürel konularda dahi “haticeye değil neticeye bak” söylemi ile çit çekilebiliyor. Amerikan filmlerinde ‘loser’ (‘kaybeden’) sözünün bir hakaret olarak kullanıldığını ilk duyduğumda çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Bize böyle öğretilmemişti. Biz öldürülmüş, sürülmüş, sessizlik komplolarıyla kenara itilmiş, sömürülmüş, ezilmiş, susturulmuş, dağıtılmış, geriye adı bile bırakılmamış nicelerinin ürettikleri değerlere göre hizamızı bulmaya alışkındık. Şimdilerdeyse, ‘kazananlar ve kaybedenler olarak dünya’ tasavvuru yürürlükte. Bu da tam piyasa kültürü bana kalırsa. İçerik tartışması yok. Tanıtımlar, uzlaşmalar, kariyerler, başarılar, başarısızlıklar ve kişisel çekişmeler var. Hemen hiçbir şey gerçek bir sorgulamaya tabi tutulamıyor, görüşlerin ve argümanların birbirini bulduğu, yeni tarafların belirdiği ve bozulduğu, velhasıl bir içeriğin yürüyüp gittiği bir seyir izlemiyor. Bir eleştiri belirirse bu ya hınç ya haset işareti olmalıdır, çünkü farklı yaklaşımların dünyasında değiliz, paralel olmayan hatlara sahip bir alanda değiliz artık. Apolitik çölde tek bir başarı hedefi var ve o hat üzerinde ileride ya da geride olmak var. Kazanmak ya da kazanmamak var. Bu piyasa kültürü içinde tartışma yapmak için de sürekli bu zihniyetin kendisiyle boğuşmak gerekiyor.

‘Entelijansiya’, anti-emperyalizm maskesiyle millici-ırkçı, kültürcü temsiliyetlere saplanmamış ama öte yandan toplumsal, ekonomik, sınıfsal sorunların çözümünü arama zihniyetinden de kopmamış bir aktivizme, sol taleplerin ufkunu liberal demokrasi talepleriyle sınırlandırmaya çalışmayacak, 1915’i gündeme getirdiği zaman sözü çok geçmeden patronlara, sisteme, direnişlere vdlerine de getirmeye müsaade edecek bir muhalif dile ihtiyaç duyuyor..

Çarşamba, Ekim 18, 2006

ÖYKÜ İLE ROMAN BELALARI -2- Birgün 16 Ekim 2006

Birgün 16 Ekim 2006

Birgün yazı 82

ÖYKÜ İLE ROMAN BELALARI -2-

Eşik Cini dergisinin 5. sayısında (Eylül-Ekim 2006) yer alan öyküyle roman arasındaki sarkaç başlıklı soruşturmadan ve konuyla ilgili çevresindeki tartışmalardan hareketle geçen hafta bazı notlar düşmüştüm. Bir iki şey daha söyleyip sıçramak geçiyor içimden...

*Vecdi Çıracıoğlu soruşturmaya verdiği cevabın sonlarında birden dışarıya dönük bir çığlık atıyor: “Son olarak söylemek istediğim söz şudur ki istediği kadar hikaye romanı roman hikayeyi belirlesin: bir edebiyatçı olarak ben savaşı engelleyebilme yetisine sahip miyim? İşte gerçek hikaye, gerçek roman aslında burada başlıyor. İşte ben böylesi duygular içinde, böyle bir yazar olmak ve anılmak istiyorum.”

Gazeteci Turhan Tükel’in hazırladığı ender bulunur bir tartışma kitabını hatırlattı bu sözler bana. Kitabın adı kapakta “Beş Romancı Tartışıyor”, içerde ise “Beş Romancı Köy Romanı üzerine Tartışıyor”. Pazar Postası gazetesinde yayınlandıktan sonra kitaplaştırılmış bir söyleşi. Söyleşiyi yöneten gazeteci Turhan Tükel. Katılan romancılar da Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Mahmut Makal, Orhan Kemal ve Talip Apaydın. Kitap 1960’da Düşün Yayınevi tarafından yayınlanmış. Konuşmaların sonlarına doğru ekibe Necati Cumalı da katılıyor o da birşeyler söylüyor.

Bu kitapta bana özellikle çarpıcı gelen şu: yaptıkları iş hakkında samimiyetle konuşan bir oda dolusu yazarın bire bir tartışmalarını takip edebilmek. Bugünkü piyasa kültüründe bana imkansız geliyor. İnandırıcı bile olmaz. Bugün beş romancımız (Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker, Pınar Kür) “Beşpeşe” adıyla özel tasarım şık bir kitap yaptıklarında ancak bu inandırıcı oluyor. 2004’te çıkan ve Bülent Erkmen’in tasarladığı “Beşpeşe”de yazarlar birbirlerinin ardından, birinin bıraktığı yerden bir sonraki devam ederek bir roman yazıyorlar. Bülent Erkmen’in tasarladığı demek eksik bir ifade, zaten bütün “Beşpeşe” Bülent Erkmen’in projesi. Yani öncelikle bir tasarım projesi. Zaten herşeyin üzerinde bu kadar medya gözü varken ve her yazarın ayrı tanıtım programlarından, promosyon planlarından, imajlardan sözedilirken nasıl oturacaklar da hiçbir şeyi umursamadan romanı, halesini değil kendisini tartışacaklar...

“Beş Romancı Tartışıyor” kitabında ise bazen naiflik ölçüsünde bir doğrudanlık var. Kemal Tahir tartışmanın bir yerinde Talip Apaydın’ın Sarı Traktör adlı romanını ele alıyor, bir traktöre kavuşma tutkusuna sahip başkahramanın traktöre kavuşmasıyla romanın sona ermesini eleştiriyor ve roman esas orada başlar diyor. Kavuştuktan sonraki dramda başlayacak romanı aramayı öne çıkartıyor.

Yukarıdaki sözleriyle de gözüken şu, Vecdi için gerçek roman, gerçek hikaye, roman ve öykü üzerine sözleri bittikten sonra başlıyor. Roman ve hikaye, ancak roman ve hikaye üzerine konuşmalar bittikten sonra başlıyor. O başlangıçta sokakla, olaylarla, kargaşayla karşı karşıya geliyor ve en kötülerden bir kötü olarak da savaşla. Savaşı engellemek isteyen bir edebiyatçı olarak savaşı engelleme yetisine sahip olup olmadığını sorduğunda, kudretini burada, savaşta sınamak istediginde, andığı gerçek roman gerçek hikaye başlıyor. Döngü gibi. Ama güçlü ve dışa açık bir döngü. Kendi üzerine kapanmıyor.

*İbrahim Yıldırım’ın aynı sayıda yer alan öykü tartışmaları üzerinde duran denemesi de ilginç. Ben çoğu kez yazıları başlıklarına hiç bakmadan okumaya dalıyorum, bitirdikten sonra dönüp başlıklarına bakıyorum. Yıldırım’ın yazısının son cümlesini, “Öykü ‘öykü’den başka nedir?” cümlesini okuduktan sonra içimden cümleyi mırıldanarak “en kıvrak lafı en sona saklamış, yazı bittiği yerde başlamış,” diye düşündüm. Ama sonra başlığa bir baktım, yoo, sadece benimle ilgili birşeymiş, meğer yazar en kıvrak lafı en başta da söylemiş: yazının başlığı da “Öykü, “öykü”den başka nedir?” idi. Tavsiye ederim...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

ÖYKÜ İLE ROMAN BELALARI –I- / Birgün yazı 81 - 7 Ekim 2006 yazısı

Birgün yazı 81 - 7 Ekim 2006 yazısı

ÖYKÜ İLE ROMAN BELALARI –I-

Eşik Cini dergisinin 5. sayısında (Eylül-Ekim 2006) öyküyle roman arasındaki sarkaç başlıklı bir soruşturma yer alıyor. Hem öykü hem de roman kaleme almış yazarlarımızı bu iki tür hakkındaki kimi yorumlar üzerinden farklı formları ve süreçleri tartışmaya kışkırtmak amaçlanmış. Cevapları yayınlanan yazarlar şunlar: Ahmet Önel, Ayfer Tunç, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Gaye Boralıoğlu, Gönül Kıvılcım, Günhan Kuşkanat, Hasan Ali Toptaş, Müge İplikçi, Necati Tosuner, Nezihe Meriç, Onur Caymaz, Oya Baydar, Selim İleri, Sibel K. Türker, Süreyyya Evren, Vecdi Çıracıoğlu ve Yasemin Yazıcı. Bu tür durumlarda sık sık başıma geldiği gibi soruşturmaya cevap verirken lafı fazla uzatmamaya çalıştım ancak bazı meseleler de değinilmesi gerek halleriyle kalakaldılar. Burada konuya devam etmeyi düşündüm. Ama kendi sözlerimi çoğaltmadan önce komşularım ne telden çalmış bir bakayım, olumlu olumsuz notlarımı dökeyim dedim. Dolayısıyla diğer yazarların bu soruşturmaya verdikleri cevapların bir okumasını yansıtan ufak tefek notlar düşeceğim önce.

*Bir Editör Hastalığı: Bazı ‘rastlantılar’ dikkatimi çekiyor. Sözgelimi Ayfer Tunç cevaplarında tüketim nesnesi sayılamayacak has edebiyat örnekleri olarak dört kitap sıralıyor: Bachmann’ın Malina’sı, William Faulkner’in Abşalom! Abşalom!’u, Thomas Bernhard’ın Odun Kesmek’i ve Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği. Farkettiniz mi, hepsi, sorudaki tüketim mantığının izini sürersek, YKY markalı ürünler. Hadi bu dili bir kenara bırakalım, hepsinin şu an Türkçe’de Yapı Kredi Yayınları baskısı bulunuyor. Şimdi ben böyle bir yorumu Tunç’un YKY’de çalışmışlığıyla birleştirip okumadan yapamıyorum. Ne yapayım. Dahası tüm soruşturmada Tunç üç yazarın daha adını anıyor. Ferit Edgü, Tanpınar ve Vüs’at O. Bener! Neden ünlem işareti, çünkü yine aynı kapıya çıkıyoruz, toplu yapıtları YKY tarafından basılmış üç yazarla karşı karşıyayız çünkü. Neyi hatırladım bakın. Şair arkadaşım Bora Aras biriyle tanışır, hafiften sohbete koyulurlar, ortak bir ilgi alanı olarak kitapların varlığı keyifle keşfedilir keşfedilmez Bora ne tür kitaplar okuduğunu, neleri sevdiğini sorar yeni tanışına. Karşısındakinin cevabı ilginçtir: “ben Can yayınları kitapları okuyorum!” Tabii bu cevaptaki naiflik profesyonel bir angajmanın uzantılarını doğalmış gibi göstermekle aynı şey değil. Bence daha açık ve içkin konuşmalı, pratiğe referans vermekten kaçınmamalı böylesi durumlarda, kimbilir yeni bir yazarın klasik bir kitabı yayına hazırlama deneyiminde neler vardır duymaya değer.

*Gölge Hayat Olarak Yazmak: Erendiz Atasü’nün soruşturmaya cevabının da son bölümü aklıma takıldı. “Romanın asıl güçlüğü, yazarın üzerinde kurduğu ruhsal baskıdadır. Gerçek hayatınızın üstünde, onu ağırlığıyla ezen bir gölge hayat gibidir romanın yazılma süreci.” diyor. Gölge hayat olarak roman yazmanın romancının hayatında dolaşması çok hoş bir tema. Bu gölge yazarın kendisinin veya ‘gerçek hayatı’nın gölgesi değildir, yazarın daha önce sebep olduğu bir oluşun durdurulamayan gölgesidir. Bir bela yanı da taşır. Ağırlığıyla ezdiği gibi hafifliğiyle tedirgin de edebilir. Ona kördür, yazarı görmez, ama yazarın gözü hep o gölgeyi arar. Göremediği bir an olursa paniğe kapılacağını düşünerek dahi paniğe kapılabilir...

Öykü roman sarkacına devam edeceğiz...

Salı, Ekim 03, 2006

YENİ DELHİ –DÜNYA DERGİLERİNİN DİLİ / Birgün yazı 80 - 2 Ekim 2006

Birgün yazı 80 - 2 Ekim 2006 yazısı

YENİ DELHİ –DÜNYA DERGİLERİNİN DİLİ

Dünya kültüründeki akışlarla, yoğunlaşmalarla, farklı yerlerdeki düşünüşlerle ilişki kurmanın en iyi yollarından biri dergilerle ilişki kurmak olacaktır. Kitap yayıncılığına ve akademik yayın etkinliklerine bakmak da pek çok şey söyler elbet. Ama bunların dergiciliğe göre eksiklikleri bulunur, yanıltma payları yüksektir. Türkiye’de yayınlanan kitaplara, çok satanlara az satanlara, yapılan akademik yayınların niteliğine ve niceliğine bakarak Türkiye kültür iklimi hakkında bir fikir edinmek mümkündür ama önyargılar edinmenin veya kayıp bağlantılardan yorgun düşmenin önünü tümden kapamaz bunlar. Biri ancak Türkiye’deki dergilerin (ve dergi tadında gazete eklerinin) merkezisiyle periferisiyle hareketli manzarasını okuyabiliyorsa önyargılara karşı bağışıklık kazanır ve burada ne olup bittiğine, nelere nasıl reaksiyon gösterilip nelerin gündem edildiğine yönelik sürekli farkındalığı kendisine sağlayacak bir alet tutar elinde.

Dergiler bağımsız ve güçlü olmaya en yakın dinamiklerdir. Arzuları yaşatmaya, doğurmaya, çarpıştırmaya eğilimlidirler. Tabandan gelen pek çok aralığı sokağa salarlar. Aracıların, kültürel temsilcilerin süzgecinden geçmemiş kaynayan bilgi bulunabilir dergilerde. Türkiye için dediğim elbette başka yerlerde de geçerli; bir ülkedeki bütün dergileri önünüze koysalar o ülkedeki zihniyetlerin hali hakkında olabilecek en açık resmi elde edersiniz. Hem entelijensiya hem de entelijensiyanın radikalliğini yetersiz bulacak çevreler büyük ölçüde dergilerde konuşur, hatta oluşur.

Evet, dergilerin bir kısmı salt yansıtır. Merkezi denilen örneklerin bariz fiilidir bu. Kültürel ortamı aynen kağıda taşımak, ortamı tekrar ortama geri satmak, bu sırada olup biteni onaylamak ve bu onaylamadaki gayretkeşliği ve profesyonelliği dolayısıyla onore edilmek. Zaman içinde yansıtan merkezi dergi de bu çabası dolayısıyla onaylanacaktır ortam tarafından. Bu tür yansıtan dergilerin kültür dünyası için olmazsa olmaz bir yanı da vardır –hem bir hiza, bir çerçeve çıkar karşımıza, hem de refere edilen uyum kanallarını, kurgulanan normların dizilişlerini görürüz. Kim nerede nasıl duruyor? Bazen bu tür yansıtan kültür dergileri, özellikle yansıtan edebiyat dergileri, epey kapalı devre çalışır. Ülke içindeki bir azınlık cemaatinin cemaat içi haberler yayınına benzemeye başlar. Kim ölmüş, kim kalmış, yeni dükkan açan, taşınan, yeni bir mal getirmiş olan var mı, kim en son ne yapmış, cemaatimizi tehdit eden bir durum var mı vs. soruların temalaştırıldığını görürüz.

Ulusal Kültür çerçevesini kanonize edici bir role de aday olan yansıtan dergileri kendine model alan bölgesel yansıtıcı rolünde dergiler ortaya çıkar bir de. Yerelliğin kadrosunu ve sabitlerini sürekli yansıtmak ister bunlar ve sürekli kendilerini merkezdeki yansıtıcı dergilere göre ayarlarlar.

Fakat dergiler konusunun heyecanlı bir konu olmasını sağlayan bunlar değildir elbet, ‘konuşan dergiler’ diyeceğim diğer dergilerdir. Konuşan dergiler genelde otonomdur, kendi sesine sahiptir, bir şeyler söylemek için yola çıkmışlardır ve eğrisiyle doğrusuyla konuşurlar. İşte o sesleri dinlemek ülkedeki gerçek düşünsel hareketliliği dinlemek anlamına gelir. Yansıtan dergilere bakınca konumları ve erk ilişkilerini görürsünüz, konuşan dergilerdeyse hareketleri, oluşları, uzlaşmaların dışarısını görürsünüz. Öte yandan yansıtan dergiler de saf erk resimleri olarak kalmazlar, mücadeleler oralara sıçrar, zaman zaman yapıları bozulur, sızıntılar olur, sınırlar belirsizleşir ve sayfaların arasında çeşitli eylemler konulur. Konuşarak başlamış bir dergi ise birden donup kalır ve kanonize olma kuyruğunda beklemeye önermeye koyulur. Uygun bir anda, yansıtan bir derginin içinde hava boşlukları keşfedilmiş, içerden saptırmalar gerçekleştirilmiş, merkezi mantıklara müdahaleler hatta meydan savaşı çağrıları yer bulmuş olabilir. Konuşan bir dergi ise, söyleyecek sözü bitmiş, geriye eski sözlerinin karşı-kariyerinden başka birşey kalmamış öznelerce kültürel yolsuzluğa sürüklenebilir. Bu iki ana kategorinin zaman içinde aldığı belirsizlik hallerini ve geçişlilikleri de gene dergiler dünyasının bağımsız enerjisine bağlamak gerekir.

Bütün bunları Yeni Delhi’de çeşitli şehirlerden dergilerin yer aldığı bir dergiler buluşmasında düşünüyorum. Geçen sene İstanbul’da gerçekleştirilen Eurozine Avrupa kültür dergileri buluşmasına gittiğimde de kültür dergilerinin kültürel saha üzerindeki gücünü tekrar hissetmiş ve buraya taşımıştım. Ancak Delhi’de başka birşey gözüme çarpıyor, Eurozine sırasında haliyle çarpmayan birşey: çeşitli ‘Batı’ dergilerinden, kendi ilgilendiğimiz alanların ağırlığına göre, ve de tabii takip edebildiğimiz yabancı dilin veya dillerin önemli ölçüde belirleyiciliğinde, haberdarız. Batı dergilerine dünya dergileriymiş gibi davranıyoruz bazen. Dünyanın gündemini okumak istiyoruz onlara bakarak. Bu biraz da çaresizlikten oluyor elbet, normalde kanallar kapalı, dil bariyerleri yüksek, kültürel mesafeler dolaysızca aşacak formüller yaygın değil ve dahası Batı süzgecinden geçmemiş bir bilgiye güvenecek bir dünya vizyonu marjinal. Anti-Batı bir kültürcü reaksiyondan tümüyle uzakta tespitler olarak söylüyorum bunları. Delhi’de karşılaştığım, konuştuğum Vietnam e-dergileri, Malezya, Güney Afrika, Arjantin dergileri, Hindistan’daki çalışmalar ve yayınlar, dünya kültür haritasına ne kadar önyargılı resimlerle baktığımızı, gerçekten neler olup bittiğini anlamanın esas yolu olan dergileri nasıl es geçtiğimizi düşündürttü. Bu dünya dergileriyle ilgili izlenimleri önümüzdeki günlerde söyleşilerle de Birgün sayfalarına taşımayı düşünüyoruz ama dahası bu irtibatların ve çoklu bakışların sağ kalacağı formlar üzerinde düşünmemiz de gerek. Dünya büyük, özellikle dergilerin dünyası.

Cumartesi, Eylül 30, 2006

Amatör Emek ve Şiir / Birgün yazı 79 - 18 Eylül 2006

Birgün yazı 79 - 18 Eylül 2006 yazısı

Amatör Emek ve Şiir

Bir süre önce Siyahî’de imzasiyla iki yazısını yayınladığımız genç bir editör ve yazara intihal suçlaması getirildi. Katılımcı sanat konulu seri yazılara devam ettiğim için değinme imkânı bulamamıştım. İşin polisiye tarafını bir yana bırakıyorum, eğrisi doğrusu başka yerlerde çözülür. Ancak bir mecrada konunun gündeme getirilişinde başvurulan bir nüans var ki hepimizi ilgilendiriyor. Böylesi bir ‘olay’dan sonra bizim Siyahî olarak kendi kendimize ‘neden daha fazla profesyonel olmadık’ diye hayıflanmamızı istiyorlar. Halbuki biz “neden daha profesyonel değiliz” diye üzülmeyiz bu tür bir durumda, “neden genç bir insan böyle şeyler yapar” diye üzülürüz ve “acaba arkasında ne var” diyerek kendisine ulaşmaya çalışırız. Artık klişe muamelesi gören bir laf ama, asıl olan insandır. Güvenilecek olan da odur temelde. Referans noktası da odur.

Hepimizi ilgilendiriyor dememin sebebi de şu: profesyonel emeğe tartışmasız bir öncelik verilmeye başlandı. Piyasa değerlerinin kültür alemi üzerindeki söz alanı büyüdükçe amatör emeğin geri plana itilmesi de normalleşiyor. Burada amatör-profesyonel ifadelerini bir işin ekonomik kazanç amacıyla yapılması-yapılmaması düzleminden ötede yaklaşım ve zihniyet olarak kullanıyorum elbet.

Profesyonel zihniyetin öne çıkması kültür sanat dünyasında çok fazla ‘başarı’ olmasıyla sonuçlanıyor. Ben daha önce güncel sanatı saran başarı dalgasını eleştirmiştim ama edebiyat çok daha organize görünüyor. Başarılar çoğu kez sayılabilir olana dayandırılıyor haliyle. Başarı, edebiyattan önce gelmeye başlıyor. Her başarılı yazarla beraber onu başarıya taşıyan bir takım kurumlar, mecralar ve kişiler de yükseliyor. Ortalık başarı hikayeleriyle dolu. Bu kadar başarı peş peşe eklendiğinde elimizde kendini yenileyemeyen, şaşırtıcı hiçbir yanı kalmamış, güçsüz, özerkleşememiş ve erksizleştirilmiş, unutkan ve zararsız bir ‘başarı hikayesi’ kalıyor. Sanatın olduğu gibi edebiyatın da bu kadar çok zararsızlığa hiçbir zaman uzun süre tahammül edemeyeceğini düşünenlerdenim. Bir yerlerden çatlayacaktır.

Amatör emek bu noktada bir ihtiyaç olarak kendini hatırlatıyor. Başarıya tahvil olmayacak amatör emeklerle geçen karşılaşmalar, yüzleşmeler, şehirle ve buradaki sanat/edebiyat iktidarlarıyla ve muhalefetleriyle ve gerçek akışlarla beden bedene düşünümler ve yaratımlar için başarısılıkla sonuçlanacak ısrarcı girişimlere ihtiyaç olduğunu sanıyorum. Edebiyatın bugün başarısızlığı araması, kovalaması, kucaklaması gerekiyor.

Şiir, hem doğası gereği hem de pratikte piyasa koşullarına seri ve sürdürülebilir fayda sağlamakta ‘başarısız’ olduğu için avantajlı durumda. Şiire özellikle önem göstermemiz gereken bir dönemdeyiz. Şiirde amatör emek hâlâ son derece canlı ve etkin. Başarısızlıkla sonuçlanacak ısrarcı girişimlere arzuyla sarılan şairler çıkabiliyor hâlâ. Dikkat edin, edebiyatın zararsız olmasından rahatsız olan romancı/öykücü ne kadar azaldı... Roman/öykü eksenli söyleşilerde, denemelerde, eleştiri metinlerinde uzlaşmaların, sorun çıkartmamanın, erksizleşmenin, oyunu kitabına göre oynamanın kokusu ağır basıyor. Şiir de cennet değil kuşkusuz ama zararsızlığa tahammül edememeyi, türlü isyanları, çatışmaları, alan açma denemelerini, özerk çıkışları, başarıyı iplemeyen restleri orada bir şekilde görebiliyoruz. Bu bir çatlağa dönüşmeli ve bütün kültür sanat gövdelerini sarmalı. Bu da kurumlarla, yapılarla, şirketlerle değil insanlarla olacak olursa...

Pazartesi, Eylül 11, 2006

KATILIMCI SANAT –3- / Birgün yazı 78 - 11 Eylül 2006

Birgün yazı 78 - 11 Eylül 2006

KATILIMCI SANAT –3-

Süreyyya Evren

Katılımcı sanat konusundaki tartışmalara Clair Bishop'un eleştirileri üzerinden devam ettiğimiz yazıların sonuncusuna geldik.

Bishop'un katılımcı sanatı benzeştirdiği Dogville ve Manderlay'deki idealizm modern dönem idealizmidir, özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen öğelere özgürlüğün ne olduğunu kesin olarak bilen öğe özgürlüğü öğretmeye ve onları özgürleştirmeye soyunur. Her türlü idealizmin eleştirisi değildir, kurtulmuş kurtarıcı ikonunun eleştirisidir. Şimdi katılımcı sanat pratiğine odaklanmış sanatçılar Graceleştiler dersen, ki diyor Bishop, o zaman onların sanatçı otoritesinden feragatini yani kurtarıcı rolünden feragatini bizzat bir kurtarıcılık taslamak olarak suçlamış olursun (ayrıca bu da sanat alanının dışında etik bir suçlamadır).

Bishop'un yazısında en anlamadığım şey de kötü örnek olarak sunduğu katılımcı sanatlardan sonra iyi örnek olarak Phil Collins'in Ramallah yapımı "Atları de Vururlar"ını göstermesi. Hatırlayacak olursak Collins Jerusalem'de bir misafir sanatçı programına davet edilir ve dokuz genç Filistinlinin pembe bir duvarın önünde saatlerce dans ettiği bir dans maratonu düzenler. Bunlar parayla tutulmuş gençlerdir. Arka arkaya iki gün sekizer saatlik dans maratonlarına katılırlar. Bishop, Collins'in katılımcıları ortalama küreselleşmiş gençler olarak sunmasının ardındaki kararın video kamuya açık bir yerde seyredildiğinde izleyicilerin yüksek sesle dile getirdikleri sorularla anlaşıldığını söyler. İzleyiciler bu videolara bakıp "Filistinliler Beyonce'u nereden biliyorlar ki" veya "nasıl olur da Nike giyiyor olabilirler" gibisinden saçma sapan sorular sormaktadırlar. Fakat Bishop, Collins'in işinin dolaysız siyasi bir anlatı işine göre çok daha iyi olduğu sonucunu çıkarıyor bundan, çünkü Collins medyanın seçici üretimleri ve ortadoğudan gelen görüntülerin kullanımıyla oluşturulan fantezilerin dolaysız bir siyasi anlatının yerini nasıl aldığını gösterebilmiştir, ortalama Batılı seyircinin genç Arapları ya kurbanlar ya da sıradan fundamentalistler olarak görme tutumunu bu şekilde kınamıştır.

Bishop'un bu değerlendirmelerini şaşırtıcı buluyorum. Eğer Filistinli gençlerin de Nike giyip Beyonce dinleyerek küresel Amerikan pop kültürüne dahil olduklarını klasik Hollywood yapımlarından Atları da Vururlar'ın bir parodisiyle göstermek liberal entegrasyon politikalarıyla flört değilse nedir? Ne anlıyoruz; Filistinli gençler medyanın dediği gibi öcü değillermiş, ya da zavallı değillermiş, bizden farklı bir kültüre de sahip değiller, tipleri biraz farklı olabilir ama onun dışında herşey aynı, hatta aynı bizler gibi para için türlü şaklabanlıklar yapmakta da bir beis görmüyorlar. Dolaysız siyasi anlatıların yerini medya fantezileri yerine liberal modern ve küresel dünya kültürü fantezileriyle dolduruyor böylece Collins. Ramallah'taki pek çok nüansın gediklerinden içeri pop müziği sızıyor, biraz sarin gazı eylemleri gibi, nüansları öldürüyor, görme bozukluğu yaratıyor ve geriye 'pembe' tablo kalıyor, Ramallah'ta dolaşan sayısız nüans bu tekdüze küreselleşme yorumuyla feda ediliyor.

Burada Bishop'un Ramallah'taki sorunun ne olduğu konusunda ne düşündüğünü de merak etmek durumunda kalıyoruz. Çünkü Collins'in işini övdükten hemen sonra Jeremy Deller'ın The Battle of Orgreave işini yeriyor. Orgreave Çatışması, 1984'de, Britanya'da, Birleşik Krallık madenciler grevi sırasında gerçekleşmiş bir olay, polisle madencilerin ciddi bir çatışmasıdır. Deller 2001'de bu çatışmayı canlandırmış, tarihi savaşların canlandırılmasında görev alan bir ekibin yanı sıra olayın gerçek aktörlerine de roller düşmüş, hatta canlandırma sırasında taraf değiştirenler, polis olup da madencileri madenci olup da polisleri canlandıranlar olmuş. Herşey bir panayır havasında, şarkılı türkülü geçmiş, belgelenmiş. Bishop, Deller'ın bu işini hiç beğenmiyor, bir yarayı iyileştirmektense daha çok açtı diyor, olaylarla ilgili belgeselde, eski madencilerle yapılan duygusal görüşme kayıtlarının arasında Deller'ın gayriciddi yeniden canlandırması görüntülerinin karışmasını tümüyle uyumsuz buluyor. Feci bir olayı hatırlamak ve yeniden canlandırmak için insanların toplandığını ama bu toplanmanın daha çok panayır yerini andıran bir dille kotarılmasının çok kötü olduğunu söylüyor.

Peki, Collins'in işine bakıp da pembe duvar önünde müziğin ritmine göre sallandırılan bu kollar İsrail askerleri tarafından daha önce kırılıp sonra kaynamış olabilir mi sorusunu akla getirecek şekilde kolu kırılan çocuklarla ilgili duygusal görüntülerin arasında gösterilse acaba nasıl bir etkisi olurdu? Deller'a söylenen Collins'e çevrilse Filistin gibi kritik, feci olaylar içeren bir sahneyi ele alırken ortalığı diskoteğe çevirmenin manası ne, denebilirdi ama demiyor Bishop...

Katılımcı sanatın siyasi açılımları, sanatın genel olarak siyasetle ilişkisini düşünmek açısından da dikkate değer belirleyici bir alan gibi görünüyor. Başka bağlamlarda da olsa bu irtibatın izini sürmeye devam etmek gerekecek.

KATILIMCI SANAT –2- / Birgün yazı 77 - 4 Eylül 2006

Birgün yazı 77 - 4 Eylül 2006

KATILIMCI SANAT –2-

Süreyyya Evren

Katılımcı sanat konusundaki tartışmalara Clair Bishop'un eleştirileri üzerinden devam ediyorum.

Bishop katılımcı sanat yanlılarını ve karşıtlarını inananlar ve inanmayanlar diye kategorize ediyor: imanlılar ve imansızlar gibi birşey. Buna göre; (katılımcı sanata) inananlar estetik sorunları kültürel hiyerarşi ve pazarla bir tutarak reddedenlerdir, (katılımcı sanata) inanmayanlar da katılımcı sanatı marjinal, yanlış yönlendirilmiş ve herhangi bir sanatsal ilgiden yoksun görüp reddeden estetlerdir. Bishop kendisinin üçüncü bir ara yol peşinde olduğunu böylece söylüyor. Böyle bir ara yol arayışı "retorike düşmeyen dolayımlı parrhesia olur mu" sorumuzun çevresinde dönme potansiyeli taşıdığından önemli bir nokta. (Hoş, Bishop iki kategoriyi itikat terimleriyle ayırarak ufaktan bir hile yapıyor ve aklın yolunu kendine ayırıyor ama olsun, bu hilesini büyütmeyelim, görmezden gelelim.)

İman sahibi katılımcı sanatçılar, yani katılıma inananlar, sanatçı pozisyonundan ve otoritesinden fedakarlık ettikleri, bir nevi Lumumbavari 'sınıf intiharı' gerçekleştirdikleri için yaptıkları işin niteliği sorgulanmadan övülüyorlar, sanat yaratmak isteyen ve bu yüzden sanatçı otoritesine yapışmakla suçlanan sanatçılar ise tu kaka ediliyorlar, bu bana ters geliyor, diyor. Oda Projesi'ni de bu şekilde kontrolsüz övülen ve benimsenen katılımcı sanat örneği olarak anıyor. Sanat alanının dışına çıkıp ahlak kriterleriyle değerlendirme yapılacaksa ben yokum diyor. Estetiğin sanat üzerindeki otoritesinin kaybolması halinde Kestergillerin bir tür 'kimlik politikası'na bitiştiklerini söylüyor: ötekine saygı, farkların tanınması, temel özgürlüklerin korunması, ve esnemez bir siyaseten doğruculuk tarzı.

Yani katılımcı sanat siyasi olduğu için veya fazlasıyla radikal olduğu için değil, bir kere siyaseti siyaset olmadığı için, yani liberal vaadlerden fazlasını vaadetmediği için kötüdür, ikincisi de siyaset yapma tarzı, modernist bir özgürleştirme efsanesine benzer bir idealizmle yüklüdür, tam böyle söylemiyor ama, bu anlamda kendi sanatçı konumunun otoritesinden feda eden sanatçı özne bu feragatıyla başka bir hiyerarşi tesis etmiş oluyor vs. vs.

Bishop'ın yaptığı ilk hile tamam ama bu iki ek hile bana müdahale edilesi görünüyor. Hile 2: katılımcı sanatın siyasetinin bir kısmı liberal çokkültürcülük vaadlerine veya entegrasyon politikalarına, siyaseten doğruculuklara yaslanıyor olabilir, ama aynı şekilde daha öteye giden, daha radikal seçeneklere uzanan yanları var katılımcı sanat pratiklerinin. Katılımcı sanat pratiklerinin siyasetini çokkültürcülüğe falan indirgemek hiç ikna edici olmazdı ve değil. Ama küçük bir hileyle bu tür bir indirgeme sanki doğalmış, bu konuda bir sözbirliği varmış gibi yapıyor Bishop, ve eğer evet genel olarak katılımcı sanatın siyasi tutumu yaklaşık olarak şudur konusunda bir sözbirliği varsa bu tür bir siyaseti eleştirerek katılımcı sanatın siyasi potansiyelini de doğmadan gömebiliriz. Ya da doğar doğmaz gömebiliriz, kimi yerlerde kız çocuklarına yaptıkları gibi. Ayrıca bugün siyaseten doğruculuğu eleştirmenin kendisi siyaseten doğrucu bir tutum olduğundan, Blairci pozisyonla mesafe koymanın kendisi garantili bir pozisyon olduğundan, risksiz küçük bir hamleyle –yani katılımcı sanatın siyasi tutumunu indirgemek konusunda bir sözbirliği zaten varmış gibi yaparak- hiç risk almadan katılımcı sanatın siyasi projelere yakınlığını boğmuş ve önünü tıkamış oluyor. Ve Hile 3: katılımcı sanat gibi modernist özne kategorisini zorlayan bir sanat tarzına birkaç alıntıyla kolaj yapıp aslında modern öznenin esas bunlardır demek tam bir hile. Kolunu büküp silahıyla kendini vurdurtmaya çalışıyor. Katılımcı, diyalojik vs sanat yapıtlarına giden yol zaten bu özne kategorisinin, bu modernist kurtarıcı büyük sanatçı gibisinden kategorilerin terkinden sonra başladı, eğer sonuçta vardıkları yer yine bu modernist kurtarıcı vizyonudur denecekse bu ağır bir iddia olurdu ve birkaç alıntıyla çözülemezdi, daha fazla argüman ve kanıt gerekirdi. Ama bu da sanki bir önkabulmuş gibi yapınca katılımcı sanatı pat diye Dogville'in Grace'ine bağlamak mümkün oluyor. Tehlikeli bir manevra bu; Lars von Trier ilk filmlerinden Epidemic'den (Salgın Hastalık) beri idealizmi eleştiriyor. Epidemic'teki Dr. Mesmer karakteri üstadın formulüdür: Dr. Mesmer salgın hastalığı çözmek için kendini feda etmeye karar veren ve hastalığın göbeğine gitme cesaretini gösteren idealist bir doktordur ama gerçekte salgın hastalık kendisidir çünkü mikrop onun doktor çantasıyla yayılmaktadır... Gene Epidemic'te Dogville'e, Manderlay'e gidecek yolun da önhayallerini görürüz, orada Trier hiç Amerika'ya gitmeden Amerika filmleri yapma arzusundan sözeder, aynı Kafka'nın Amerika romanı gibi...

Bu konuya, son bir yazıda daha devam edeceğiz.

KATILIMCI SANAT –I- / Birgün yazı 76 - 28 Ağustos 2006

Birgün yazı 76 - 28 Ağustos 2006

KATILIMCI SANAT –I-

Süreyyya Evren

Sokağa çıkan ilişki kuran diyalog kuran sanat konusunda gitgide artan tartışmalar var. Toplumsal olarak angaje sanat, cemaat-bazlı sanat, deneysel cemaatler, diyalojik sanat, kıyı sanatı/littoral art, katılımcı, müdahaleci, araştırma-bazlı veya ortaklıkçı sanat diye de anılabiliyor. Aralarındaki bariz farkları askıya alarak şimdilik katılımcı sanat terimiyle devam edelim.

Türkçe’de de Nicolas Bourriaud’nun İlişkisel Estetik (Çev. Saadet Özen, Bağlam, 2005) adlı kitabı ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazılar, söyleşiler bu konuya farklı şekillerde yer veren metinler oldular. Ayrıca Oda Projesi gibi tartışmaların ortasında bir örnek grup var elimizde. (Gerçi Oda Projesi Tünel’deki mekânını bir süre önce kaybetti.)

Sokakla ilişki halindeki sanat örneklerinin artışıyla birlikte bu eğilime karşı eleştiriler de ortaya çıkmaya, görünürleşmeye başladı.

Bu eleştirilerden özellikle dikkati çeken bir örneği detaylı tartışmak, bu yaz sıcaklarında, yavaş bir tempoyla, yayarak, bu konuda düşünmeye zemin açabilir diyerek, tartışmayı buraya da taşıyacağım.

Bahsettiğim örnek Clair Bishop’un “Toplumsal Dönüm: İşbirliği ve Yarattığı Hoşnutsuzluklar” adlı makalesi (“The Social Turn: Collaboration and its Discontents”, Artforum, no: 02/2006).

Bishop’un bu yazısında ne dediğine bakalım istiyorum, hem de zaten bana iyi gelmiş bir kitaba, daha önce başka bir iki yerde referans da vermiştim galiba, Grant H. Kester’in “Conversation Pieces: Community and Communication in Modern Art” (University of California Press, 2004) kitabına da cevap veriyor bir nevi orada Bishop.

İki şeyi temelde eleştiriyor. Birincisi katılımcı sanat işlerini beğenmenin neredeyse bir zorunluluk gibi dayatıldığını, hegemonik hale geldiklerini, sırf katılımcı sanat olduğu için iyi sanat kabul edildiğini ve sorgulanmadığını söyleyerek buraya bir çekince koyuyor. Bir de bu tür sanatta kendi sanatçı otoritesinden feragat eden sanatçı özne kategorisini eleştiriyor ve kendinden feragat etmeden siyasi olabilen sanatı övüyor.

Bu tür işleri birer sanat işi olmaları hasebiyle eleştirel olarak tartışabilmek, analiz edebilmek ve karşılaştırmalara tabi tutmak hakkımız olmalıdır görüşünü savunacağım burada diye devam ediyor. Buraya kadar söylediği spekülatif geliyor bana, katılımcı sanat işlerinin hegemonik olduğunu bu yüzden de onlara karşı eleştirel pozisyonların bir an evvel keskinleştirilmesi gerektiğini söylemekte çok spekülatif birşeyler var. Ama ilke olarak itiraz edecek pek birşey de yok bunda. Evet, elbette herşey gibi katılımcı sanat da eleştirilsin, silkelensin. Ardından katılımcı sanatı büyük ölçüde Blairci (yerine göre sosyal demokrat veya liberal de denebilir) retoriğin hizasında görüyor. Öyle ya, topluma entegre/angaje sanat (socially engaged art), toplum mühendislerinin gözünden bakınca topluma entegre olamamış unsurların entegrasyonunu tamamlama operasyonuna katkı ve hatta, Bishop terörden bahsetmiyor ama, bu şekilde terörün engellenmesi vbg. anlamlara kayabilir. (Gerçi mesela 7 Temmuz 2005 Londra bombalamalarında intihar bombacıları arasında İngiliz toplumuna gayet iyi entegre olmuş kişiler vardı. Hatta bombacılardan Muhammed Han duble entegreydi –Britanya’ya yeni gelen göçmen ailelerinin çocuklarının entegrasyon sorunlarının çözümlenmesinde onlara mentörlük yapan bir öğretmen olarak çalışacak denli entegreydi, kendisi çoktan entegre olmakla kalmamış dahası yeni gelenleri entegre de ediyordu.) Bishop bu eleştiriyi fazla detaylandırmıyor ama bu nokta oyulsa doğrudan arkasından içerme-dışlama stratejilerinden çokkültürcülük-liberalizm eşleştirmelerine uzanan bir didikleme alanı açılacak.

Bu konuya devam edeceğiz.

Salı, Ağustos 22, 2006

TOPLUM İÇİN RÜYA / Birgün yazı 75 - 21 Ağustos 2006

Birgün yazı 75 - 21 Ağustos 2006

TOPLUM İÇİN RÜYA

Süreyyya Evren

Cumartesi gecesi “Uyumuyorum! Ortadoğu için Ayaktayım!” filmlerinin içinden geçme şansı bulduk. Ortadoğu’ya dair belgesel filmlerin birbirini izlediği etkinlik Belgesel Sinemacılar Birliği ve Kadıköy Belediyesi'nin işbirliğiyle Kalamış Kadıköy Gençlik Merkezi'nde düzenleniyordu. “Gençlik Merkezi” denince bir salon anlaşılmasın. Kalamış’ta, deniz kenarında, açık havada, sessiz, daha doğrusu bağırmayan ama kararlı kararlı konuşan bir etkinlik.

Geçerken gördük, Kadıköy meydanında da Pazar sabahı düzenlenecek protesto gösterisinin ‘karşı hazırlıkları’ vardı. Meydana çeper çekilmişti.

Gündüz de Kadıköy’de İsrail’i ve İsraille işbirliği içerisinde olan yerli yöneticileri protestoya davet eden afişler görmüştüm.


Bölgeyle ilgili belgesel sinema örneklerinin biraraya getirilmesine, sıcak, hayata karışmaya açık bir şekilde sunuluşuna sözüm yok elbette. Ama salt siyasi bir protestoyu yansıtan afişlerde yerli otoritelerin eleştirisinin sadece işbirliği temelinde olması manidar geldi bana. Afiş sesleniyor: “Çocuk Katili İsrail!” Evet, elbette. Ama gözlerim şöyle bir afiş de aradı: “Çocuk Katilleri İsrail ve ...” Şunun şurasında kentlerimizde eylem sırasında çocukların bir nevi kurşuna dizilirken öldüğüne dair haberler okuyalı kaç ay oldu? Gazete başlıkları gözümün önünden geçiyor şimdi. Çocukların ölüm sebepleri, parantez içlerinde rakamlar. O günlerde okuduklarımız, duyduklarımız gerçek değil miydi? Kabus mu görüyorduk sadece? Yoksa ölçek farkı herşey midir? Belki de ben aradığım afişleri göremedim, ama onlar başka bir yerlerde asılıydı, diye düşünmeye çalıştım. Ama şu yine de açıktı: uzaktaki kötülüğe karşı mücadele makbul, evdeki kötülüğe karşı mücadele netameli. Ah, tam da İsrail’deki durum, değil mi?

Arjantinli yazar Ernesto Sabato’nun “Karanlıkların Efendisi” (‘Abaddón el Exterminador’, çev. Suna Kılıç, Ayrıntı, 2005, s.141-144) adlı romanında bir “toplumun rüyaları” bölümü vardır ki şimdi anmadan olmayacak. Orada Sabato yazarın bütün bir toplum için rüya görebildiğinden bahseder. “Bir tür kolektif rüya.” Rüya derken Sabato’nun kastettiği toplumun gerçekleştirmek istediği şeyler, umutları, hayalleri değildir. Toplumun ütopyalarından veya toplum için ütopyalardan bahsetmiyoruz. Toplumun düpedüz rüyalarını görmektir üzerinde durduğu. “Ruh, büyük gece gölünde demir alır ve karanlık yolculuk başlar. Bütün akşamların bu uğursuz macerası.”

Doğal olarak bu rüyalar kabuslarla, karabasanlarla nitelenmeye açıktır. Gündüz görmezden gelinen gece görünürleşebilir. Size hazır olmadığınız roller biçebilir. ‘Muğlak işaretlerle’, ‘sembollerler’ konuşur rüya. Netameli olanın gizlenebileceği yer değildir.

‘Karanlıkların Efendisi’nin aynı bölümünde bir de deneyden bahsedilir. Beyin grafikleri aracılığıyla rüya periyotları kontrol altına alınan bir deneğin her rüya gördüğünde uyandırıldığını ve rüya görmesinin engellenmeye çalışıldığını okuruz. Denek, deliliğin sınırına varmıştır...

Pazar, Ağustos 20, 2006

PİS VÜCUDUN TEMİZ PENİSİ / Birgün yazı 74 - 14 Ağustos 2006

Birgün yazı 74 - 14 Ağustos 2006

PİS VÜCUDUN TEMİZ PENİSİ

Süreyyya Evren

Lübnanlı yazar Venus Khoury-Gata ile ne zaman karşılaştıysam etkilendim. İlk romanım Postmodern Bir Kız Sevdim’e de Khoury-Gata’nın bir şiiri sızmıştı.

Venüs Khoury-Ghata’nın Türkçe’de üç kitabı var. Gözyaşlarının Kıyısındaki Ev (çev. Ayşe Ece, Sel Yayıncılık, 1999), Tenes Burnu Nişanlıları (çev. Faik Baysal, Telos, 1996) ve Gölgeler ve Çığlıklar (çev. Metin Cengiz, Yön, 1996).

Khoury-Ghata, iktidara, hele ki erkek içindeki erk’e dair, güçlü sahneler yaratır.

Gözyaşlarının Kıyısındaki Ev adlı romanını özellikle anmak gerek. Bu kitap Lübnan’dan gündelik hayat portreleri veriyor. Aynı zamanda bir şair de olan yazarın kaleminden bir aile ve bir mahallenin hikayesi çerçevesinde çeşitli imgelerle anlatılmış çatışma ve karşılaşma durumlarını görüyoruz. Mahalle metaforu burada tam bir birlikte yaşamın karşılığı durumunda, farklılıkları, biraraya gelmeleri ve ayrışmaları gösteriyor.

Yazının başlığını “PİS VÜCUDUN TEMİZ PENİSİ” koymamın nedeni şu: romanda salt güce indirgenmiş bir cinsellik sembolizminin teşhiri var ki aynı zamanda bana günümüzde Ortadoğu üzerinden tüm dünyaya dayatılan ‘ahlaksızlık kuramının’ önceliklerini de hatırlatıyor.

“Gözyaşlarının Kıyısındaki Ev” romanındaki mahallenin muhafazakâr müslüman hanımı Latife Hanım’ın kocası Abou Hamidou bize de tanıdık gelebilecek bir kahraman. Abou Hamidou hayatta tek bir şeyle ilgileniyor: penisiyle. Penisi onun herşeyi. Zamanını penisi ile uğraşarak geçiriyor. Onu yıkıyor, pudralıyor, sık sık havalandırıyor, ama vücudunun başka yerleri ile hiç ilgilenmiyor, Abou Hamidou pislikten iğrenç kokuyor...

Abou Hamidou kompleksi yataylıkları erektil bir perspektife mahkum ediyor. Sürekli pudralayıp havalandırdıkları büyüklüklerini gururla düşünerek kendi kendini paralize etmeye alışmış zihniyetler ortaya çıkıyor. Sonra bakıyorsunuz herşeyi bilen medya adamlarının önde gidenlerinden biri “ben futbolda da savaşta da penis gibi penisler, kodu mu oturtacak penisler isterim, gerisinin hali beni ilgilendirmez” diyebilecek toplumsal aralığı yakalıyor. Pis vucudun temiz penisi, sağlıksız vucudun sağlıklı penisi, gene tabii hep, özlenen hiyerarşinin de bir gereği olarak, emri daha büyük, daha havalı ve daha bakımlı penislerden alıyor, İsrail’in attığı bombalar buralara doğru da bir rüzgar estiriyor, o rüzgar mahallemizin bütün penis bakımı düşkünlerini cesaretlendiren, kıpırdatan bir “yaşasın fonksiyonumuz” etkisi doğuruyor. Oradaki vücudun gölgeye atılan, susuz kalan, pisliğe mahkum edilen ve yardım ulaştırılmayan bölgeleri bizim mahallemizin Abou Hamidou’larını da heyecanlandırıyor, “biz de vücudumuzun geri kalanını pisliğe batırabiliriz, haydi”, mesajı veriyor. Bu durumda, temiz penisin hem kendisi hem fikri, iğrenç kokuyor diyenlere, diyecek olanlara, tehditler savurmanın da ortamı doğmuş kabul ediliyor...

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

MURRAY BOOKCHIN ÖLDÜ / Birgün yazı 73 - 7 Ağustos 2006

Birgün yazı 73 - 7 Ağustos 2006

MURRAY BOOKCHIN ÖLDÜ


Süreyyya Evren

20. yüzyılın en önemli politik düşünürlerinden birini kaybettik bu hafta. Murray Bookchin 85 yaşında, 30 Temmuz Pazar sabahı, hayata veda etti.

Basın bu gelişmeye uzak kalınca zamanında Michel Foucault öldüğünde köklü bir gazetemizin Fransa muhabirinin haberi gazetede çıkartmakta ne kadar zorluk çektiğini anımsadım. Gerçi bunun şöyle bir arkaplanı vardı, Foucault öldüğünde, 1984’te, Türkçe’de henüz tanınmıyordu gerçekten de, kitapları ve diğer çalışmaları çevrilmeyi bekliyordu. Ama Murray Bookchin’de durum bu değil. Bookchin, Türkiye’de farklı yönleriyle gayet iyi tanınıyor ve üstelik çeşitli çevrelerce benimsenmiş de durumda.

Hayatını bir kez daha kısaca özetlersek, Bookchin, çara karşı ayaklanmalara katılmış siyasi bir ailenin göçmen çocuğu olarak ABD’de 1921’de doğmuştu. Henüz 9 yaşındayken New York’taki Komünist Gençlik Hareketi’ne katılarak marksizmle tanıştı, 1939’daki Stalin-Hitler paktından sonra Troçkizme meyletti. Bookchin savaş öncesi dökümhanede sonrasında ise otomobil sektöründe işçiydi ve bu dönemde Birleşik Otomobil İşçileri sendikasında aktifti. 1946’daki büyük General Motors grevine katıldıktan sonra endüstriyel işçi sınıfının öncü rolü gibi geleneksel kavramları ciddi biçimde sorgulamaya girişti. Amerikan Troçkizmi içinde yoğun olarak geçirdiği yıllardan sonra Troçkizmden ayrıldı ve Peter Kropotkin’in anarşizm geleneğine yakınlaştı. 1969 tarihli “Dinle, Marksist!” başlıklı kitapçığı yüzbinlerce satarak dönemin solu üzerinde etkide bulunan öğelerden biri oldu. New York’taki Alternatif Üniversite’de ders vermeye başladı, daha sonra 1974’de Vermont’ta Toplumsal Ekoloji Enstitütüsü’nü kurdu. Uzun yıllar anarşizm ve liberter sosyalizme yakın kaldıysa da son yıllarında toplumsal ekoloji kavramına ek olarak komünalizm ifadesini tercih etmeye başlamıştı.

Ekoloji, tarih, siyaset, felsefe ve şehir planlama gibi konularda çok sayıda kitabın yazarıdır. Öncelikle ekoloji konusundaki çalışmaları burada da epey yankı buldu. Bookchin 1960’ların başlarında ekoloji sahasını politika tartışmalarına çok erken katan insanlardan biriydi. Toplumsal ekoloji nosyonunu ortaya koymuştu. Çevre sorunlarının üstesinden ancak tümüyle açık ve özgür bir toplumun gelebileceğini söylüyordu.

Yapıtı Türkiye’de de bolca tartışıldı, değerlendirildi, hatta Toplumsal Ekoloji adıyla bir dergi de yayınlandı. Son yıllarda ise, tam da Bookchin etkisi hafiflemiş gözükürken, Bookchin’in ekoloji ve konfederalizm üzerine görüşleri Türkiye’de kendisine yeni bir zemin ve okurlar buldu, yoğun ilgi gördü. Ortadoğu’da gerçekleşecek böylesi bir yeniden okumanın Bookchin tarafından da öngörülmediğini sanıyorum.

Bookchin kuşkusuz pek çok açıdan yirminci yüzyıl siyasi düşüncesine damgasını vurmuş son derece önemli bir düşünürdür. Bununla birlikte yıllar ilerledikçe görüşleri pek çok özgürlükçü düşünce ve siyaset çevresi tarafından otoriterleşen bir çizgide görülmeye başlandı. Yirminci yüzyılın ortalarında zamanı için erken ekolojik ve kentsel temaları sol çevrelere ve hatta kitlelere radikal bir dille aktaran hiyerarşi karşıtı ‘yol açıcı’ bir liberter yazarken sonradan günün radikal siyaset ve düşüncesine uzlaşmaz tepkilerle cevap veren, düşüncesinin etki çeperi müritlerle daraltılmış bir 19. yüzyıl düşünürü gibi algılanmaya başlandı. Modernizm yorumu giderek donuklaştı ve sabitlendiği yere çökerken dışardakileri tehdit eden talihsiz metinler doğurdu. Maalesef, tam da bu çekirdek merkezileşme yüzünden yaklaşık elli yıla yayılan yapıtında yer alan ve bugünün solu için de çok değerli olabilecek öğelerin ihmal edilmesinin önüne geçilemedi. 21. yüzyılın aktivizmi içinde mutlaka alması gereken yer –belki de Negri’den çok daha fazla hakettiği yer- üstadın giderek artan bu katı tutumu yüzünden eksik kaldı.

Bookchin’in ardından bir Bookchinizm oluşursa bu doktrinin çok boyutlu Bookchin yapıtının hareket alanını daraltacağı açık. Bu kuşatmanın kırılması sanırım ancak zamanla katı takipçilerin miras hakkı kavgasını kaybetmeleri ve Bookchin mirasının olması gerektiği gibi herkese yayılmasıyla gerçekleşecek...

Bookchin’in Türkçe’de altı kitabı var: Özgürlüğün Ekolojisi, Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü (çev. Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1994), Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler (çev. Rahmi G. Öğdül, Kabalcı Yayınevi, 1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, (çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 1996), Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi? (çev. Deniz Aytaş –Gökhan Aksay, Kaos Yayınları, 1998), Kentsiz Kentleşme, Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü (çev. Burak Özyalçın, Ayrıntı yayınları, 1999), Toplumu Yeniden Kurmak (çev. Kaya Şahin, Metis Yayınları, 1999). Bir tür devrimler tarihi incelemesi olan The Third Revolution (Üçüncü Devrim) başlıklı çalışması da İmge Kitabevi tarafından yayıma hazırlanıyor.