Bu Blogda Ara

Pazartesi, Eylül 11, 2006

KATILIMCI SANAT –2- / Birgün yazı 77 - 4 Eylül 2006

Birgün yazı 77 - 4 Eylül 2006

KATILIMCI SANAT –2-

Süreyyya Evren

Katılımcı sanat konusundaki tartışmalara Clair Bishop'un eleştirileri üzerinden devam ediyorum.

Bishop katılımcı sanat yanlılarını ve karşıtlarını inananlar ve inanmayanlar diye kategorize ediyor: imanlılar ve imansızlar gibi birşey. Buna göre; (katılımcı sanata) inananlar estetik sorunları kültürel hiyerarşi ve pazarla bir tutarak reddedenlerdir, (katılımcı sanata) inanmayanlar da katılımcı sanatı marjinal, yanlış yönlendirilmiş ve herhangi bir sanatsal ilgiden yoksun görüp reddeden estetlerdir. Bishop kendisinin üçüncü bir ara yol peşinde olduğunu böylece söylüyor. Böyle bir ara yol arayışı "retorike düşmeyen dolayımlı parrhesia olur mu" sorumuzun çevresinde dönme potansiyeli taşıdığından önemli bir nokta. (Hoş, Bishop iki kategoriyi itikat terimleriyle ayırarak ufaktan bir hile yapıyor ve aklın yolunu kendine ayırıyor ama olsun, bu hilesini büyütmeyelim, görmezden gelelim.)

İman sahibi katılımcı sanatçılar, yani katılıma inananlar, sanatçı pozisyonundan ve otoritesinden fedakarlık ettikleri, bir nevi Lumumbavari 'sınıf intiharı' gerçekleştirdikleri için yaptıkları işin niteliği sorgulanmadan övülüyorlar, sanat yaratmak isteyen ve bu yüzden sanatçı otoritesine yapışmakla suçlanan sanatçılar ise tu kaka ediliyorlar, bu bana ters geliyor, diyor. Oda Projesi'ni de bu şekilde kontrolsüz övülen ve benimsenen katılımcı sanat örneği olarak anıyor. Sanat alanının dışına çıkıp ahlak kriterleriyle değerlendirme yapılacaksa ben yokum diyor. Estetiğin sanat üzerindeki otoritesinin kaybolması halinde Kestergillerin bir tür 'kimlik politikası'na bitiştiklerini söylüyor: ötekine saygı, farkların tanınması, temel özgürlüklerin korunması, ve esnemez bir siyaseten doğruculuk tarzı.

Yani katılımcı sanat siyasi olduğu için veya fazlasıyla radikal olduğu için değil, bir kere siyaseti siyaset olmadığı için, yani liberal vaadlerden fazlasını vaadetmediği için kötüdür, ikincisi de siyaset yapma tarzı, modernist bir özgürleştirme efsanesine benzer bir idealizmle yüklüdür, tam böyle söylemiyor ama, bu anlamda kendi sanatçı konumunun otoritesinden feda eden sanatçı özne bu feragatıyla başka bir hiyerarşi tesis etmiş oluyor vs. vs.

Bishop'ın yaptığı ilk hile tamam ama bu iki ek hile bana müdahale edilesi görünüyor. Hile 2: katılımcı sanatın siyasetinin bir kısmı liberal çokkültürcülük vaadlerine veya entegrasyon politikalarına, siyaseten doğruculuklara yaslanıyor olabilir, ama aynı şekilde daha öteye giden, daha radikal seçeneklere uzanan yanları var katılımcı sanat pratiklerinin. Katılımcı sanat pratiklerinin siyasetini çokkültürcülüğe falan indirgemek hiç ikna edici olmazdı ve değil. Ama küçük bir hileyle bu tür bir indirgeme sanki doğalmış, bu konuda bir sözbirliği varmış gibi yapıyor Bishop, ve eğer evet genel olarak katılımcı sanatın siyasi tutumu yaklaşık olarak şudur konusunda bir sözbirliği varsa bu tür bir siyaseti eleştirerek katılımcı sanatın siyasi potansiyelini de doğmadan gömebiliriz. Ya da doğar doğmaz gömebiliriz, kimi yerlerde kız çocuklarına yaptıkları gibi. Ayrıca bugün siyaseten doğruculuğu eleştirmenin kendisi siyaseten doğrucu bir tutum olduğundan, Blairci pozisyonla mesafe koymanın kendisi garantili bir pozisyon olduğundan, risksiz küçük bir hamleyle –yani katılımcı sanatın siyasi tutumunu indirgemek konusunda bir sözbirliği zaten varmış gibi yaparak- hiç risk almadan katılımcı sanatın siyasi projelere yakınlığını boğmuş ve önünü tıkamış oluyor. Ve Hile 3: katılımcı sanat gibi modernist özne kategorisini zorlayan bir sanat tarzına birkaç alıntıyla kolaj yapıp aslında modern öznenin esas bunlardır demek tam bir hile. Kolunu büküp silahıyla kendini vurdurtmaya çalışıyor. Katılımcı, diyalojik vs sanat yapıtlarına giden yol zaten bu özne kategorisinin, bu modernist kurtarıcı büyük sanatçı gibisinden kategorilerin terkinden sonra başladı, eğer sonuçta vardıkları yer yine bu modernist kurtarıcı vizyonudur denecekse bu ağır bir iddia olurdu ve birkaç alıntıyla çözülemezdi, daha fazla argüman ve kanıt gerekirdi. Ama bu da sanki bir önkabulmuş gibi yapınca katılımcı sanatı pat diye Dogville'in Grace'ine bağlamak mümkün oluyor. Tehlikeli bir manevra bu; Lars von Trier ilk filmlerinden Epidemic'den (Salgın Hastalık) beri idealizmi eleştiriyor. Epidemic'teki Dr. Mesmer karakteri üstadın formulüdür: Dr. Mesmer salgın hastalığı çözmek için kendini feda etmeye karar veren ve hastalığın göbeğine gitme cesaretini gösteren idealist bir doktordur ama gerçekte salgın hastalık kendisidir çünkü mikrop onun doktor çantasıyla yayılmaktadır... Gene Epidemic'te Dogville'e, Manderlay'e gidecek yolun da önhayallerini görürüz, orada Trier hiç Amerika'ya gitmeden Amerika filmleri yapma arzusundan sözeder, aynı Kafka'nın Amerika romanı gibi...

Bu konuya, son bir yazıda daha devam edeceğiz.

Hiç yorum yok: