Bu Blogda Ara

Pazar, Şubat 28, 2010

CESARETLİ İŞÇİDİR, İKTİDAR ZİNCİRSİZ!

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

CESARETLİ İŞÇİDİR, İKTİDAR ZİNCİRSİZ!

BirGün gazetesi, 28 Şubat 2010, Dalalet 9/117

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Üçüncü/orta yolculuk en iyi dönemine girdi. Kampların karşılıklı inandırıcılıkları azaldı, zedelendiler. Ama zedelenmeleri salt birbirlerini yemeleri ile olmuyor; evet, birbirlerini yedikleri de oldu ama en eksiltici olan tek tek kendi haklılıklarını yemeleri. Laik-nasyonalist kamp zaten maça birkaç darbe geriden başlamıştı üstüne Dersim-kapanımı gibi cilalar da çekmekten geri durmadı. Ama İslamcı-globalist kamp da haklılılığını hırsıyla yemekte. Kontrolsüzce ısırıyor, hakkaniyet zemininde durmayı önemsememeye alışıyor, ya benimlesin ya da kara toprağın diliyle siyaseti rehin alma hakkını kendinde görür oluyor. Bu CEO ağızlı liberal hırs ile köy romanı imamlarının bakışlarından fırlamış İslamcı hınç, kamplarda daha önce başlamış erimeyi yaygınlaştırmaktalar. Kısa zaman öncesine kadar bir kampa bağlı gibi duranlar erimelerin ardından orta-yolculuğa kayar bir görüntü çizmeye başladılar. Ara koridor kalabalıklaşıyor...

Gelgelelim bu gidiş; ‘ben zaten demiştim’, ‘ben hiç kanmamıştım’, ‘bir kutbun ayısı hiç olmadım’, ‘ben hep mesafemi korumuştum’ tarzı ben-ben pohpohlamalarını kabartmakla da bir yere varılamayacağını yakında gösterecek. Orta yolculuk kendi başına bir erdem değil. Hem bu tutum verimli bir orta-yolculuk mudur? Verimi nedir bunun?

Şöyle bir bakarsak en baba verimi toplumdan çok konuşanın kendisine: bir risk almama, öz-onaylama refleksi var bunda. İçinde bulunduğumuz belirsizlikler giyinmiş, sisli puslu, uçsuz yumak ortamda, kim haklı kim haksız, kim komplocu kim doğrucu, her ses kaydında, her bond çantada, her ‘psikolojiksavaşakarşıpsikolojiksavaşakarşıpsikolojiksavaş’ta karışırken ortaya çıkıp da “bayanlar baylar rahat olun, telaşa mahal yok, Edirne’den Kars’a herkes haksız” demek gayet kolay. “Herkes haksız ve steril bir direğe tırmanıp aşağıda dövüşen fanilere ‘herkes haksız’ diyen ben haklıyım!”

Bu, siyasi bir tavırdan çok ahlaki bir manevraya benziyor: “ben temiz kalmak istiyorum, hatta en temiz. Yanlış olanı söylemek istemiyorum. Zina yapmayacağım!”

Halbuki zaman zina zamanı...

Daha önce bir iki yazıda da değinmeye çalışmıştım ama çizgiyi taşırma pahasına üzerinden geçmek gerek: orta yolculuğun verimli olanı bir politika üreten ve kirlenendir... En temizimiz günü en pis olarak bitirendir... O yüzden kamplardan herhangi biriyle dirsek teması kurmayıp ara koridorda parmak ucunda yürüyerek ikide bir kolonya koklamak ve koridorda karşılaştıklarına kolonya ikram etmek, pardesüne bulaşmış tozları silkelemek, kısacası ve düzcesi ‘her iki militan kamp da sağlıklı bakamıyorlar, haklı oldukları yerler kadar haksız oldukları yerler de var’ diye azizvari mırıldanmak, günün sonunda konuşanın kendisine yarayan seçeneklerden biri şu anda. Halbuki dinamik bir Canyücelciliğin günü geldi: gerçekten de, ne kadar rezil olursak o kadar iyi... Kimseyle ilişki kurmayıp pırıl pırıl eve dönmek değil çifte ihanet siyaseten makbul olan. Yani her iki kampla da ilişkiye girip, içiçe geçip, sonra her ikisine de ihanet etmek gerekiyor. Aman bana birşeyci demesinler gibi kaygıları çok boş buluyorum. Hayat uzun, siyaset daha da uzun. Herkesin karnesi süreçle çatılır ve yavaş çatılır. Ayrıca sana birşeyci desinler ama o arada dünyanın dönüşümünde bir tuzun olsun demiş atalarımız –hayali bir yatay devrimler dünyasında...

Bir örnek: mesela olup bitene dair ayrıntılı bilgilerden yoksun oluşumuzu ele alalım. Hesapta herkes dinleniyor ama dinlenmeyen dinleyenler de var bu ülkede. Dinlenmeden dinleyenler, fişlenmeden fişleyenler, belgelenmeden belgeleyenler, planlanmadan planlayanlar, komplolanmadan komplolayanlar var. İktidar içi çatışmaların bilinmeyen satırları mevcut. Hangi belgeyi göreceğimize hangi olguyu bileceğimize kim karar veriyor? Bilgi suyunun başını neden başkalarının tutmasına seyirci kalalım? Bize düşen bilebildiğimiz kadarıyla duruma bir yorum getirmek durumunda kalmak mıdır? Kesinlikle hayır, bilmeme durumunun kendisi bir politik dayatmadır. Bilgiyi kontrol etme bir tahakküm ilişkisi tesisidir. Şeffaflık talebi bir alternatif politikayla birleşip başkalaşabilir. Bilgiye erişim hakkımızı isteyebiliriz. Bilebildiklerimizle yorum yapmak zorunda değiliz, zorunda bırakılmaya güçlü itiraz etmeliyiz, onun yerine bize daha fazlasını söylemek zorundasınız demek gerekiyor. Ezen-ezilen ekseniyle globalist/İslamcı-nasyonalist/laik eksenlerinin rekabetinde rol almak mecburiyetinde değiliz, bunları kendi özneliğimiz çerçevesinde harmanlayabiliriz. TEKEL direnişi Başbuğ ve Erdoğan’ın bond çantalarında ne vardı diye bağırabilir. Biz ölümle cebelleşirken siz neler çeviriyorsunuz? Hesap verin!

Gündem buralardan da karılabilir. Devlet işi vatandaşların üzerinde bir iş değil altında bir iş olmak zorunda. Esas kendi arasında konuştuğunu devlete söylemek zorunda olmayan vatandaş. Ama devlet kendi arasında konuştuğunu bize söylemek zorunda. İlla bir sır dokunulmaz olacaksa devlet sırrı değil bireyin sırrı kutsaldır.

Ne işçiler ne de işsizler anlayışlı olmak zorunda. Öfkeli olduğumuzda biz isterik oluyoruz, adaleti parçaladığımız söyleniyor, iktidar öfkeli olduğunda ise adalet dağıttığı, teraziyi öfkesinin gücüyle dengelediği söyleniyor. Unutturmayalım, ne diyordu şairimiz Ece Ayhan: "Cesaretli padişah, zincirsiz aslan" diyedir yazmış sapsarı kesildiği belli bir vakanüvis./ Kara gözümde ve de kara gerçekte; cesaretli aslandır! padişah zincirsiz!”