Bu Blogda Ara

Pazar, Mayıs 22, 2011

MİLENYUM-SONRASI TÜRK ŞİİRİ

KÖŞE İSMİ: DALALET




BU YAZININ BAŞLIĞI:


MİLENYUM-SONRASI TÜRK ŞİİRİ



BirGün gazetesi, 22 Mayıs 2011, Dalalet 73/181




Süreyyya Evren


sureyyya@mexico.com



Şiirimizin genç eleştirmeni Utku Özmakas 2000li yılların şairlerini ele alırken onları 'milenyum kuşağı' olarak adlandırmıştı, Şiirimizin Milenyum Kuşağı adlı istisnai kitabında.


Şimdi, (20)10'ların eğilimleri belirirken, bir milenyum-sonrası (post-milenyum) süreçten bahsetmek gerekiyor galiba.


Milenyum onyılını, özellikle kimi dönemlerini, sarmalayan temel dinamik görsel şiir, kimilerince deneysel veya somut şiir akımı olmuştu.


Şiirimizin muhafazakar kalemleri bu gelişmeyi vakit kaybetmeden karalamak için şiir-dışı bir alan tanımlayıp görsel şiiri de oraya sürmeye girişmişlerdi. Uçları koklayanlarsa burunlarını dayadılar bu hareketliliğe.


Görsel şiir, Türkiye için yeni dünya için eski bir adımdı, aynı İkinci Yeni gibi. Görsel şiirin bazı konvansiyonel eleştirmenleri 'bu daha önce yapıldı' kartını büyük bir şevkle masaya attılar (sanki kendi yaptıklarının daha önce yapılmamış olduğuna dair bir iddiayı dile getirme ihtimalleri olabilirmiş gibi, veya tam da 'şimdi' görsel şiiri konuşuyor olmalarının bir sebebi yokmuş gibi); bazıları da 'şiirin ne olduğunu veya en azından neyin şiir olamayacağını ben söyleyebilirim belki kimbilir neden olmasın' tarzı bir iyimserlikle dediğimiz gibi şiir-dışı bir alan tanımlamaya cüret ettiler. Görünüşte, bu kalantor ket vurma çabaları başarılı oldu da denebilir: hareketin hızı kesildi, prestiji düşürüldü, kendine her zaman fazlasıyla hayran olmasıyla nitelenen şiirimizin şiir sanatının sınırlarını hiç merak etmeden bir çit çevirip içinde mutlu mesut yaşayabileceği, Yorgos Lanthimos'un filmini andıran Dogtoothvari bir fanteziyle, bir kez daha şiir 'ailemize' dikte edildi.


Halbuki görsel şiir akımı alacağını almıştı şiirimizin ciğerinden; gücü şiirlerinin yeniliğinde, benzersizliğinde, deneyselliğinde veya muhteşemliğinde değildi, gücü denemiş olmasındaydı. Bir delik açmayı, alternatif bir kanal açmayı, bizim kendini güneş zanneden gaz lambamızın aydınlattığı standart patikadan birilerinin ceketlerine tutunarak ilerlemek yerine karanlıkta çarpa çarpa yürümeyi denemiş olmasındaydı. Şunu da hatırlattılar: şairin aslında kafasına göre iş yapanı makbuldür.


Görsel şiir bir akım olarak bastırıldı ('bastırılması' zaten bir isyan olduğunu iyice not eden karşılığıydı). Milenyum şairleri (deneyselden topa girmiş olanları da diğerleri de) farklı kişisel tercihlerle yollarına devam ediyorlar.


Ama bu atağın bir tortusu oldu; milenyum-sonrası döneme dikkat etmemizi talep eden gelişme de bu. Deneyselliğin isyanı bastırıldı ama kültürü kaldı geriye. Mayıs 68 gibi belki biraz.


Deneysel girişimleri bir akım olarak, bir çıkma olarak değil, Türk şiirinin sınırlarında yeni belirsizliklerin inşası, böylece Türk şiirinin mevcut sığ karakterine yönelik bir 'tanımama' olarak alan bir milenyum-sonrası tipi deneysel şiir katmanı işte böyle görünürleşmeye başladı.


Sözkonusu gelişmenin yeniliği, yeni 'bir' şiirin ortaya çıkması değil, yeni şiirlerin hamlelerini daha güçlü yapabildikleri yeni bir ortamı müjdelemesinde.


Anita Sezgener'in yeni kitabı Taşlık'ı (Komşu 2011), dergisi Cin Ayşe'yi, dergilerdeki işlerini, Enis Akın'ın son kitabı Dağdaki Emirler'i (Pan 2011), Türk şiirini tartışmaya açan güçlü ve tanımaz yazılarını ve Ali Karabayram'ın Eşlikçi (Komşu, 2008) ve sonrasında dergilerde bir alternatif hatta dönüştürdüğü dilini düşünüyorum...


Dilin formu, şiir dilinin formu konusunda özgün tartışmalar geliyor bu işlerden. Harold Szemann'ın yaklaşık 50 yıl önce, 1969'da gerçekleştirdiği, kavramsal sanatın çıkış sergisi olarak kabul edilen, tarihi sergisi Tavırlar Forma Dönüşünce'nin kataloğu için yazdığı sunu yazısında kendi sergisini bir tanımlayışı vardır: “bir bütünlükten yoksun gibi, tuhaf bir biçimde karmaşık görünüyor, birinci tekil şahıstan anlatılmış çok sayıda hikayenin detaylı bir özeti gibi” der orada. Neymiş, bir bütünlükten yoksunluk bir eleştiri değilmiş. Türk şiirinin hep bir bütünlüğe sahip olmasını veya böyle anılmasını, bilgisinin bu çerçevede yapılmasını, tarihinin böyle anlatılaştırılmasını ana mesele zannedenler tam da milenyum sonrasında büyük bir keyifle bütünlükten yoksunlaşmış Türk şiirinin Akın'dan, Karabayram'dan, Sezgener'den yayılan tadını çıkaramıyorlar. Türk şiiri, 10larda, veya milenyum sonrasında, gerçekten de, tuhaf bir biçimde karmaşık görünüyor! Ne güzel! Hikayeler alıştığımız formlarla birbirine bağlanmıyor. Ortaya çıkan yeni formlar -ve toplamın andırdığı formlar- 'sanatsal sürecin kendisinden devşirilmiş formlar,' gene Szemann'dan alıntı yapacak olursak.


Bu saydığım isimler arasında Türk şiirine en fazla referans veren işler Enis Akın'dan geliyor. (Bazı her-konuda-mürteci, ağzından 'efendim haklıdır' dışında tek bir cümle çıkmamış balina artıkçılarının Enis Akın'a büyüklere saygısızlık ediyor diye kızıp 'o bir kere meşhur olmamıştı yirmi yaşındayken, efendimden ödül almadı, panelimize çağırmadık ki biz onu' düzeyinde küfür yazıları kaleme almaya cüret etmeleri de bu referanstan aldıkları cesarete dayanıyor.) Enis Akın sadece yazılı değil ses olarak şiirin formlarını (maalesef bu henüz tam kayda geçmiş değil gibi geliyor bana) araştırırken, hem, tarih biliminden alıntılayıp söyleyecek olursak çoklu-kuşkucu ve deneysel yeni formlar yakalıyor hem de (her ne kadar cahillere geçici koz vermesine yol açsa da) eski formları bu araştırmalara bitiştiriyor. Kanatıyor bazı sınırları kısacası. Ali Karabayram kendine özel olarak ileride bir yerlerde dahi Türk şiiriyle kesişmeyecek bir patika kurmasıyla dikkat çekiyor. Anita Sezgener, sanki Türk şiiriyle çoktan vedalaşmış bir şair gibi konuşuyor. (Taşlık'da bu vedalaşmanın havası da var denebilir mi?)


Milenyum-sonrasının farkı şu: artık bu sesler eskisi gibi iki suyun başını tutmayla, üç het hütle denetlenemiyorlar. Yürüyor bu sesler. Deneysel-sonrası deneyler gerçekleştiriyorlar. Bakmışsınız yan yana geliyorlar, bakmışsınız ayrışıyorlar.


Warwick Thornton'un aborjinlerin bir hikayesini anlatmadan anlattığı Samson and Delilah filmi gibi bir duygu veriyor: ben burdayım demeden burda olan şiirler... Aynı o aborjin genç gibi, sadece kekeleyen ama onu da sadece bir kere yapanın açtığı dillerin şiirleri...


Işte buradan da meraklı bir Türk şiiri için ipuçları doğuyor. Milenyum-sonrasının gerçekten beliren vaadi kuşkusuz bu...