Bu Blogda Ara

Perşembe, Aralık 22, 2005

SESSİZCE KURULAN TABELASIZ-KELEPİR Birgün yazı 40 / 20 Aralık 2005

Birgün yazı 40 -- 20 Aralık 2005
SESSİZCE KURULAN TABELASIZ-KELEPİR


Süreyyya Evren


Kelepir’in bir zamanlar ne kadar etkili olduğunu hatırlarsınız. Bugünlerde sessizce geri dönüyor. Tabii hani ‘bastırılmış olanın geri dönüşü’ için kullanılan ‘değişerek döner’ saptamasını şakayla kullanırsak, farklı bir formda dönüyor.

Kelepir bir tür ikinci el kitap zinciriydi. Bildiğim kadarıyla franchising yöntemiyle tüm yurda yayıldılar. Hatta merkezî Kelepir organizasyonu kapandıktan, zincir dağıldıktan sonra dahi Kelepir mağazalarının bir kısmı yaşamaya devam etti. Hem de aynı ismi koruyarak.

İkinci el derken yanlış bir ifade kullanıyorum elbette. Aslında yayınevlerinin ‘stok fazlası’ (veya ‘stok satışı’) dedikleri, yayınlandıktan sonraki ilk birkaç yılda yapacağı kadar satışını yapmış ve artık depo masrafı kalemi olarak gözüken ya da basitçe başka bir kategoriye aktarılmasına ihtiyaç duyulan kitaplar. Yayınevleri onları o ya da bu sebeple aslında geride bırakmış ve onlarsız yoluna devam etmek istiyor. O kitapların (ya da o baskıların demeli) kaderleri çoktan belirlenmiş durumda, geriye dönüş yok. Mucizevi bir değişiklik olmazsa, okurdan ne kadar zamanda ne ölçüde karşılık gördükleri de belirlenmiştir. Ayrıca zarar mı edildi kâra mı geçildi hepsi tamam, hepsi belli.

İşte burada Kelepir devreye giriyordu. Aslında bu işin önündeki en büyük mesele en büyük engel saygınlık skalasıydı. Yayınevleri böyle bir yapıya ihtiyaç zaten duyuyorlardı ama bu yapının okur gözünde saygınlık zedeleyici olmaması gerekiyordu.

Neden saygınlık zedeleyici diyoruz? Bir takım deyişleri sanki fazla önemsiyoruz gibi de düşünülebilir. “Kitabın sokağa düşmesi”, ya da “yere düşmesi, tezgaha düşmesi” gibi deyişleri örneğin. Hele bir de yayın hayatına son vermek zorunda kalan yayınevinin kitaplarını toptan ucuza alıp sokaklarda, yer tezgahlarında satanların uyandırdığı (‘leş yiyici’, ‘akbaba’ gibi benzetmelerle ifade edilen) tepkinin kelepir kitaplarıyla da ilişkilendirilmesini ekleyin. Yayınevleri sanki bu ‘deyişler’le mücadele ediyorlar. “X yayınevinin kitapları sokağa düştü, yani düşüşte, yani X yayınevi kötü bir yayıneviydi ve şimdi de batıyor!”

Fakat bu durum dayınılır gibi olmadığından yayınevleri alternatif çözümlerin arayışında oldular her zaman. Kitap fuarlarında özel indirim bölümlerinde stok eritme çabaları bunun bir parçasıydı. Ama yeterli değildi elbet. Sonra çok şükür internet devreye girdi. Şimdi işte böylece sessiz sedasız yeni-kelepir, tabelasız-kelepir uygulaması başlamış oldu. İnternetten kitap satış sitelerinde tabelasız bir Kelepir uygulaması sürüyor. Yayınevleri artık dolaşımda tutmak istemedikleri kimi kitapları ‘kampanya’ adı altında normal indirimleri aşan olağandışı indirimlerle okuyucuya sunuyorlar. Böylece hafiften bir Kelepir uygulaması başlamış oldu. Ben bunun utangaçca yapılmasını nasıl değiştirebiliriz diye sormak istiyorum. Okuyucuya karşı şeffaf olmayı ve ‘yere düşen kitap’ mitini yıkmayı önereceğim. Yıllarca yere düşen kitap diye Herbert Marcuse’ün Karşıdevrim ve Başkaldırı’sı, Nietzsche’nin Ahlâkın Söykütüğü Üzerine’si, Wittgenstein’ın Tractatus’u satıldı. Şu anda da Mircea Eliade, Kurt Vonegut, Philip K. Dick, Kate Millett, Bret Easton Ellis, Nathalie Sarraute, Turgut Uyar, E.L.Doctorow, Angela Carter, Marguerite Duras gibi yazarların/şairlerin kitapları 2-3 YTL’ye satışta. Bunlar yere düşen kitapsa ayağa kalkan kitap hangisidir acaba? Aralarında öyle önemli kitaplar var ki bunlar hakkında ucuza satılıyorlar diye negatif bir yargıdan söz eden kimse kendi sığlığını sergilemiş oluyor. Üstelik bu kitapların yayınevleri de hâlâ gayet iyi kitaplar yayınlayan gayet iyi yayınevleri.

Okuyucu kitapların belirli bir zaman sonra ucuza satılma ihtimali olduğunu bilmelidir. Bu ne yayınevi için eksi puandır ne de kitap için. Olabilir, hepsi bu. Gayet doğal. Savunmaya, meşrulaştırmaya da gerek yok. Bazı yayınevlerinin web sitelerinde bu uygulamanın defansif bir anlayışla gerekçelendirildiğini gördüğüm için söylüyorum bunu. Her yayınevinin ‘az satış yapmış’ kitabı olabilir. Hiçbir yayınevi bu yüzden utanç duymaz. Dünyanın en büyük yayınevlerinin de az satış yapmış kitapları vardır, olmuştur, olacaktır. Hatta, ne demekse, ‘başarısız kitap’ları da olmuştur, olacaktır. Fakat kritik nokta şu ki bu durum ne kitabın ne de yayınevinin değerini belirler. Beckett’in zamanında ancak 9 adet satabilmiş kitaplarından nasıl bahsedildiğini anımsayalım. Çok çeşitli sebepler ve değişkenler rol oynamış olabilir. Okuyucu, şu eski ‘yere düşme’nin yapışkan kavrayışından kurtulmalı değil mi önce?

Belki de dergilerde, kitap eklerinde, gazete sayfalarında, işin işleyişine dair metinlerin daha sık yer alması ve daha fazla şeffaflaşma gerekli. Mesela kitabevleri kitapların çoğunu ‘raf ömrü’ denilen kısa bir zaman için raflarında tutup sonra yayınevine geri gönderiyorlar. Daha olası alıcıları varlığından haberdar olamadan tam sergilenme imkânını yitirmeye başlayan çok sayıda kitap var. Üstelik bir kitapçıya girip orada olmayan ama yayıncının deposunda bekleyen bir kitabı isteseniz ve kitapçı bunu bilse bile size “yok” diyebilir, getirtmekle uğraşmayabilir (bu bir kural değil tabii).

İnternet kitapçılığı çok ilginç büyük bir havuz yarattı ve bunun yayıncılığımız üzerinde etkilerinin henüz yeterince konuşulmadığı söylenebilir. Kitabevinde kitapları inceleyip sonra eve dönünce internet sitesinden indirimli ve taksitli alanlar var.

Öyle ki, internet kitap satış sitelerinde de her kitap bulunmuyor bugün. Bu iddiada tek bir site olması imkânsız. Sanal ortamda bile sergilenme güçlüğü çeken, temsil sorunu yaşayan kitaplar olduğunu bir kitabı ararken akılda tutmak gerekiyor.

sureyyya@mexico.com

Cuma, Aralık 16, 2005

EN BABA TÜRK YAZARI LİSTELERİ - Birgün yazı 39 / 13 Aralık 2005

Birgün yazı 39 -- 13 Aralık 2005

EN BABA TÜRK YAZARI LİSTELERİ

Süreyyya Evren

Pek çok örneğini defalarca gördüğümüz listelerden sözediyorum. Yeni yıl yaklaşırken ‘muhasebe’ gereği bunlar artar, ayrıca yeni çıkan dergiler de elverişli görebilirler. Türk edebiyatının en iyi 5 yazarını sayınız, 1980 sonrasının en güzel 10 öyküsünü listeleyiniz, 2005 yılının en iyi 5 romanını söyleyiniz, yazılmış yazılabilecek en iyi 5 şiirin ve şairlerinin adını veriniz, veriniz ki biz de numaraları toplayalım, çıkartalım, 12 puan alan yazarları, şairleri (alttan alta yayınevlerini) mümkünse ekürileri, bir bir sıralayalım.

Daha önce defalarca bu günahı işlediğimi itiraf ederek başlayayım söze. Dikkat bile etmeden, üzerinde durmadan böyle bir soru gelirse biraz da neşeyle cevaplardım. Sanki hafiften rekabetin de serbest olduğu bir oyun oynanıyor. Herkes sevdiği şairlerin, yazarların, kitapların adını küçük kağıtlara yazsın ve gözlerini kapasın! Ayrıca kendi edebiyat beğenimi yarıştırırken edebiyatı sanki çok havai, çok hoppa birşey gibi gördüğümü hisseder, bu tanrısal eğlenceye katılarak “şunlar yaz kitapları, bunlar en iyi yeni romanlar” vs. demeyi tüm hafifmeşrepliğiyle benimserdim.

Şimdilerde bu ‘masumluğu’ kaybetmiş durumdayım. Tüm bu listelerin arkasındaki politika iyice bir dikkatimi çekiyor. Listeleri hazırlayanların veya yayınlayanların iyi niyeti veya kötü niyeti değil vurgulamak istediğim: tüm bir edebiyatı bu listelerle kavramaya duyduğumuz eğilimin arkasındaki politikaya, böylece kendi kendimizi nasıl manipüle ettiğimize ve edebiyatın kendi gailelerini hasıraltı edip kanonize edici ‘yazar-eleştirmen’ rollerini nasıl sorgulamadan içselleştirebildiğimize bakmak istiyorum. Geçenlerde sağolsunlar beni de düşünüp yayınları için liste isteyenler oldu ve kaybettiğim masumluğum dolayısıyla listemin başında liste-karşıtı dozu yüksek bir paragraf yayınlamak isteyeceğimi ve bütün rakamları sonsuz anlamına gelecek şekilde sembolik olarak 7 ile değiştirmeme izin verilmesini önerdim. Sanırım dile getirdiklerinden fazla ters buldular bu talebi.

Aslında bu tür çabalarda hep bir paradoks olduğunu söylemekti niyetim. Listeler aracılığıyla bir kez daha ama bu kez epey kurumsallaştırarak ve iyice dijitalize ederek sayılamaz olanı saymaya, hükmedilebilir olmayana hükmetmeye çalışıyoruz.

Elbette her yeni şairin, her yeni okurun yeni bir antoloji yaratması, kendi edebiyat tarihini yeniden kurması, hesaba gelmez edebiyat sahasının sürekli değişen vasıflarını işaret etmesi açısından özellikle kucaklanasıdır. Ama gelin görün ki sıralamalar, puanlar, rakamların toplanmasıyla bulunan birinciler, ikinciler ve bronz madalyalar ile ‘top ten’ listelerinin doğallaştırılmış popülizmi bize ‘önde gidenlerin kültürü’ diye özetlenebilen bir kültür kanonunun yazar-eleştirmen-akademisyen-yayıncı elitlerce monte edilmesinden, sonra da küresel Expo’da Türkiye pavyonu olarak gururla kurdelasının kesilmesinden başka neyi hatırlatıyor –nispi bir rahatlama mı?

Aslında edebiyata dair bir bilgi değil de edebiyatçılar cemaatine dair bir bilgi veriyor bunlar. Cemaat raporları, yıllık pop arzularımızın dökümleri!

Ama daha arsızı ve daha piyasa mahreçli anlamı; reytinglerden topten’lere piramidlerini kuran para-/tepegöz uygarlıkların listeler zihniyetiyle kendini kalıcı mantık kılması.

Daha lokal ihtirasların da bu aracı kullanışlı bulduklarını farketmiyor değilim. Yazarlarımız, şairlerimiz de beni şaşırtmıştır hep: bir bakarsınız bir dergi en önemli şairi sorunca ‘oy verenler’ o derginin editörü olan şairi ve derginin arkasındaki yayınevini gözetmeden edememişler –başka bir dergiye cevap verirken de o yeni mecrayı gözetmişler üstelik. Bazen sahte bir ‘uzlaşma’ya hizmet edebilirler, böylece olmayan edebi kudretlerin yerini puan zoruyla gaspedebilir miyiz düşüncesiyle başvurulur listelere, bazen de sadece vakit öldürmek isterken bir güzellik yarışması tertiplemek editörlere eğlenceli gelmiştir.

Edebiyatın ele geçirilemez doğası, sadece listelerden dışlayan ‘kötülük dayanışmaları’ veya ‘sükût suikastleri’yle değil, listelere alıp ‘en bi birinci’ seçilerek de temellük edilebiliyor. Tüketimin ve uzlaşmaların zirve yapmasını, okumanın ve uzlaşmazlığın sukutunu talep ediyorlar.

‘En baba yazar’ ve ‘en haşmetli roman’ türünden listelerin kolektif şakalar olarak tatbik edileceği günler geldiğinde doğrusu ilk ben sevineceğim –kültürün ağdalı konumlarının oyunculuklarla katıştırılmasına, onu buraya bunu şuraya koymanın keyfîlikler ve rastlantılarla el etmesine bayılıyorum açıkçası.

Fakat hali hazırda, gördüğüm kadarıyla, durum maalesef henüz ciddi. Ve ciddi ciddi edebiyatın kudretini, kudretlerini, kavrayışlarımızda da indirgemeye odaklanmış durumda, durumdayız...

Çarşamba, Aralık 07, 2005

DOKUNMATİK EKRAN - Birgün yazı 38 / 6 Aralık 2005

Birgün yazı 38 -- 6 Aralık 2005

DOKUNMATİK EKRAN

Türkiyeli sanatçıların yurtdışında Türkiye’yi temsil etmeye zorlanmaktan şikayet ettikleri sahneler o kadar da az değil. Sanatçı buradayken belki hiç temas etmediği veya ilgilenmediği ya da hatta çarpıştığı niteliklerin temsilcisi olarak kaşrılanmayı yadırgar. Hele ki kendisine belirli bir gündemin, izleğin ve çerçevenin ayrılmış olduğunu farkederse. Geçenlerde Londra’da eğitimine devam etmeye başlayan genç bir arkadaşımız, “manga” çalışmalarının hocası tarafından sorgulanmasından yakınıyordu –tam da bu nedenle, yani Türkiye’den gelen biri neden Manga yapsın Türkiye için ayrılmış mesele ve mecralara girmesi beklenirken sorusu dolayısıyla. Yeni birşey değil sözettiğimiz, Aras Özgün 2003 yılında Viyana’da yayımlanan ‘Springerin’ dergisi için (sayı 3/03) interaktif dijital medya işleri de yapan ‘xurban’ grubuyla yaptığı söyleşinin girişinde Türkiyeli bir antropoloğun bir Anadolu köyündeki hayata yaklaşımıyla paralellikler kuruyordu. Sanatçının köktenci, patriarkal bir toplumda bir kadın veya bir gey olmasının sorunları, İstanbul sokaklarındaki yoksul insanlar veya göçmenlerin yaşadığı kültürel zorluklar gibi konulardı beklenenler.

Biliyorsunuz bir süre önce bu temsil sorunsalı küçük çaplı da olsa bir ‘kriz’ doğurmuştu. Christopher Tannert’in küratörlüğünü üstlendiği, konseptini İstanbul’a odaklanma diye çevirebileceğimiz “Focus İstanbul” sergisi 9 Temmuz – 3 Ekim arasında Berlin’de, Martin-Gropius-Bau’da gerçekleştirdi. Fakat sergiden önce, kimi Türkiyeli sanatçılar, küratörler ve yazarlar bir ‘Açık Mektup’ yazarak sergi ve katalog çalışmalarına katkılarını çektiklerini belirtmişlerdi. Can Altay, Huseyin Alptekin, Halil Altindere, Memed Erdener, Gulsun Karamustafa, Ahmet Ogut, Neriman Polat, Canan Senol, Hale Tenger ve Vahit Tuna sergiden, Erden Kosova, Vasif Kortun ve Fulya Erdemci de katalogdan çekilmişlerdi. Açık Mektup’ta “bu kararın arkasındaki nedenler” arasında, “ulus sergilerine dair genel bıkkınlık. Türkiyeli sanatçılar aynı sergide yer almaları için aynı yerden geliyor olmaları dışında bir neden olduğunu düşünmüyorlar” maddesi de yer alıyordu. (Garip bir şekilde bu geri çekilme bazı muhafazakar gazetelerde milliyetçi bir karşı duruş gibi sunuldu, ve mektubu imzalayan bazı sanatçıların da destekler sözlerine yer verildi. Tabii, yorum yapmadan önce, bu sözlerin teyit edilmesi gerekmekte.)

Ezbere kategorilere sıkıştırılmalara itirazlarda dikkat çeken bir nokta da ‘Batılı göz’ün buradan pek teknoloji bağlantılı sanat beklememesi, teknoloji tabanlı işleri deyim yerindeyse buralara pek yakıştıramamasıydı. Aynı şekilde kent yaşamının sofistike tezahürleri veya detaylanmış ilgileri de öncelikler arasında tutulmaktan uzaktı.

Böylesi itirazlarda çok makul bir talebin dile getirildiği söylenebilir. “Egzotizm” veya “oryantalizm” gibi daha geniş suçlamalarla da birleşebilen seslerdir bunlar.

Fakat ben şunu soracağım: peki biz burada teknoloji-sanat ilişkisine nasıl bakıyoruz? Dijital performansların izini süren, yeni medya denilen teknoloji ile yakından bağlantılı sanat alanlarına eğilim gösteren sanatçılar buradan nasıl bir göz tarafından izleniyorlar? ‘Yerli göz’, eğer varsa ve bakıyorsa, ne diyor? Teknoloji kökenli sanatı başka coğrafyalara adresleyip yereldeki çabaları “zoraki” veya daha ileri gidenlerin yaygın kullandığı bir formülle “özenti” olarak adlandırmıyor mu?

Konu döndü dolaştı. Şunu söylemek istiyordum: 1-2 Aralık tarihlerinde, Sabancı Üniversitesi’nde Plymouth Üniversitesi merkezli Planetary Collegium ile bir ortak etkinlik olarak “Transmodalities: Mind, art, new media” (kendi çevirileriyle: Mecraötesi: zihin, sanat, sanal ortamlar) başlıklı bir sempozyum düzenlendi. Ben sadece ikinci gününe katılabildim ve bu sahada ne çok esin olduğunu bir kez daha gördüm. Pek çok kavramı yeniden düşünmeye yol açabilecek sayısız imkan karşıma çıktı. Akşam eve döndüğümde, sempozyum için Türkiye’ye gelmiş olan ve dijital kültür sahasında önemli çalışmalar yapmış sanatçılarla teorisyenlerin çeperine internet arama taramalarıyla sızmaya çalışırken, işte o sırada aklıma takıldı, dijital performansının Türkiye’de realizasyonuna karşı içerde de bir direnç olduğu...

Sempozyumla ilgili detaylara yer kalmadı, ama bir müjde (veya burun kıvırma sebebi) ve iki adres verebilirim. Müjdem, ‘Heideggerci’ Techne Dijital Performans Platformunun (http://www.techne-net.org) 2006 yılında Uluslararası İstanbul Dijital Performans Platformu adı altında genel bir etkinlik organize edecek olması. İkinci adresim de www.i-dat.org(ya da daha spesifik www.arch-os.com).

Benim izlenimim, teknoloji ile içiçe geçmiş bir sanatın burada da güçlendiği (http://www.nomad-tv.net ve http://www.nomad-tv.net/upgrade). Hem de dijitalin bilim kurgu yayıncılığında bile kenarda tutulmasının ardından...

Çarşamba, Kasım 30, 2005

SANATTA BAŞARI AHLAKI - Birgün yazı 37 / 29 Kasım 2005

Birgün yazı 37 -- 29 Kasım 2005

Süreyyya Evren

SANATTA BAŞARI AHLAKI

Sanatta başarı ahlakının dolaysız topladığı vergiye bir bakalım: nicedir sanatta sayılamaz olan sayılmaya çalışılıyor. İngilizcedeki “ruler” sözcüğünün hem ‘cetvel’ hem de ‘hükümdar’ anlamına gelmesinin bir rastlantı olmadığı ortada. Hükmedilebilir olmayanı hükmedilebilir kılmak, sayılamaz olanı sayılabilir kılmak en karakteristik ‘anaakım’ dertlerden biri. Bestseller’dan reyting’e, maddelerce uzayan cv’lerden box office’lere kadar bir dizi işaret fişeği bu ölçümlerle kavramanın kapsamını gösteriyor. Edebiyatın ve genel olarak sanatın bilgisinin ölçülerek yapılabilmesi bir ihtimal olarak ne kadar cılızsa yapılması da bir kanon yasası olarak o kadar tedavülde. İngilizcedeki cetvel/hükümdar anlamlarına birden yapışan ‘ruler’ bir yana, Türkçedeki ‘boyunun ölçüsünü almak’ veya ‘alnını karışlamak’ gibi deyişlerdeki ölçmenin altetme hali, karşındakinin sınırlanamaz olan yanını sınırlanabilir kılması, bilinemez olan gücünü bilinebilir kılması ve bu bilgiyi yapanın üstünlüğüne vurgusu manidar.

Futbolda bile endüstriyel futbol devreye girince sayılamaz olan sayılıyor: sanki kaleye isabet eden ama kaleciyi maça ısındıran zayıf bir top direği sıyırıp geçen ve kaleciyi de geçici felç durumuna sokmuş klas bir vuruşdan daha matah birşeymiş gibi kaleye isabet eden şut oranını saymazlar mı... ‘Kalenin yüreğini ağzına getiren pozisyon sayısı’nı sayamıyorlar tabii, aynı okurun yüreğini ağzına getiren, aklını başından alan kitapların, şiirlerin, videoların sayılamaması gibi...

Sanatta sürekli ölçülebilir adımlar atabilme uğraşı ‘başarıya giden yol’ için mühim bir özen şu anda. Bu da gerçekten ‘yolsuzluğa bulaşmış’ bir profesyonel emekten geçiyor. Şimdi bunlardan bakınca, 9. Bienal sonrası Türkiye çağdaş sanatı hakkında düşünürken, burada çağdaş sanatla uğraşanların daha fazla amatör emeğe ihtiyaç duyduklarından sözetmek istiyorum. Türkiye’deki çağdaş sanat dünyasında çok fazla 'başarı’ var. Sık sık altı çiziliyor: romanda da ‘başarı’ arttı. Bugün pek çok sanatçının –kimi gençler de dahil- yapabilecekleri en radikal hareket bir süreliğine unutulabilmek olacaktır gibi geliyor bana. Romanda da bu ihtiyacın bağırdığı yazarları ve onların ‘radikal kulak tıkamalarını’ düşünün. Alternatif bir sahnede konuşabilmek ve dinleyebilmek için ve başarıya tahvil edilemeyen amatör emeklerle sahih karşılaşmalar yaşamak için başarısızlıkla sonuçlanacak ısrarcı girişimlere ihtiyaç olduğunu sanıyorum.

Başarı ahlakı en çok zamanı saymayı sevdiğinden bir yandan da aslında sanata dışarlıklı bir hız nosyonunu el çabukluğu marifet sanata iliştiriyor. Ayak diremeyi unutturmak istiyor. Sanatta herhalde olmayan bir şey varsa o da aceledir halbuki. Şapkadan Beckett çıkarılamaz.

Üstelik bu kadar başarı peş peşe eklendiğinde elimizde kendini yenileyemeyen, şaşırtıcı hiçbir yanı kalmamış, güçsüz, öz-erklenememiş ve erksizleştirilmiş, unutkan ve zararsız bir ‘başarı hikayesi’ kalıyor. Sanatın bu kadar çok zararsızlığa hiçbir zaman uzun süre tahammül edemediğini düşünenlerdenim.

Bugün Türkiye edebiyatı zararsız mı? Bugün Türkiye şiiri zararsız mı? Üstelik bu sorulara ‘zararsızlığın’ tek bir okumasından bakarak yanıt vermek imkânsızken...

Bunun sacayağı da amatör emek, başarıyı hedeflemeyen emekler meselesi. Sanatçıların yürüttüğü mekânlar, projeler, dergiler, bağımsız hareketlere ihtiyaç var ama çabuk keşfedilmeye karşı direnç gösterebilen başarıya susamamış girişimler olmalı ki bunlar hemen elini kaptırmadan bir alternatif sahne ortaya çıkarabilsin ve etkileşime gireceği insanları bulabilsin. Ve bu muafiyet izlerçevresiyle karşılıklı olsun...

Bahsettiğimiz ütopya mekânlarına yönelik amatör emekler biraraya gelip radikal alanlar açtıklarında, doğrusu buna eminim işte, bu eylem kendiliğinden, tabanın doğasından kaynaklanan çokdisiplinliliklerle gelecektir, gelir. Bugüne kadar da aslında defalarca olduğu gibi... Kurumsal kanallar gözardı edilip ilgiler, meraklar, arzular ve hayaller arasında su gibi dolaşıldığı sürece çokdisiplinlilik işe karışıyor, içekarışıyor...

Farklılık alanları açarak dere tepe düz gitmek, saklanmak ve hayal kurmak, ısırmak ve yuvarlamak gerekiyor. Başarı ideolojisinin reddi kendi yalanını söyleyebilme erkiyle birleşmek durumunda. Bu alternatif sahnenin serpilmesi ancak hem kurumsal kanallar dışında amatör emeğe dayanan yapıp etmelerle hem de öz-erklenme halindeki alımlayıcı-oluşturucuların amatör emeğiyle, alternatif okumaya ve risk almaya karşı gönülllü inatlarıyla açıklanabiliyor.

Eski bir şiirde şakalaşıyordu şair: “sayım memuru, saymam bunu gene uğra!”

Pazartesi, Kasım 28, 2005

DİYARBAKIR VE KÜRTÇE FİKRİ - Birgün yazı 36 / 22 Kasım 2005

Birgün yazı 36 -- 22 Kasım 2005

Süreyyya Evren

DİYARBAKIR VE KÜRTÇE FİKRİ

Merkez periferi ayrımlarından bahsederken bazen sadece algılardan sözedildiği doğru belki ama bazen de dolaysız işleyişlerin işaret edildiğini anmamak hata olur. İstanbul’un Türkiye’nin diğer bölgeleriyle kurduğu kültür ilişkisi, ‘kamusal mekân’ olarak kültür dergileri ve faaliyetleri haritasının biçimlenişi merkez-periferi kavramlarına sık başvurularak açıklanabiliyor. Türkiye’nin ‘ulusal gazeteleri’ de İstanbul’dan çıkıyor. Bu kategorik adlandırmadaki ulusal ifadesi sadece tüm ülkeye dağıtımın yapılması anlamındadır elbet, herhangi bir ulusalcılıkla bağı yoktur. Ya da olmamalıdır diyelim.

Neden böyle bir çekinceye yer var?

Diyarbakır Edebiyat Günleri’nden bahsediyorum. Geçtiğimiz hafta, 17-20 Kasım tarihleri arasında, 3.cüsü düzenlendi. Rahmi G. Öğdül ile birlikte hem Deleuze’ün minör edebiyat kavramının üzerinde duran, hem de alternatif kültür ve alternatif edebiyat nosyonlarını ele alan bir konuşma yaptık biz de. Ancak, orada bulunduğumuz sırada, Kürtçe bilmediğimiz için diğer etkinliklerin bir kısmını takip edemedik. İlk olarak, neden hiç çeviri yok, neden ikidilli kotarılmamış konuşmalar diye homurdandım. Fakat sonra, ileriki yıllarda yapılacak toplantılarda ikidilli konuşmalara veya çeviriye daha da fazla duyulacak ihtiyaca vurgum sürmekle birlikte, Mehmet Uzun’un hem Kürtçe hem Türkçe konuşarak yaptığı programın Kürtçe bölümünün farklı etkisini izlerken başka birşeye uyandım: neden salt İngilizce yapılan konuşmalarda sorun edilmeden İngilizce bilen gazeteciler görevlendirilebiliyor da Kürtçe yapılan bir etkinlikle uğraşmak zül gelebiliyor veya bir ‘sessizlik komplosu’yla (ya da Tanpınar’ın deyişiyle ‘sükût suikasti’ ile) gözlerin başka bir yana çevrilivermesi sanki bu koşullarda makulmüş gibi davranılıyor?

2003 yılını, ilk Diyarbakır Edebiyat Günleri’ni hatırlayın. Etkinlik, İstanbul’dan çok sıcak bir ilgi görerek başlamıştı yolculuğuna. Sonra, detaylara ve rakamlara fazla batıp çıkmadan bakarsak, etkinlik içinde Kürtçe’nin oynadığı rol giderek arttı. Üçüncü Diyarbakır Edebiyat Günleri’ne gelindiğinde Kürtçe etkinliklerin sayısı artmakla kalmamış, ana konu da “Önce Söz Vardı” temasıyla öncelikle Kürtçe’nin sözlü mirası olarak seçilmişti. Diyarbakır Kitap Fuarı ve Kürt Dili Konferansı’nın tamamlayıcı etkilerini de buna ekleyin.

Aybasinda İstanbul’da gerçekleşen Eurozine Avrupa Kültür Dergileri Konferansı’daki konuşmalarda Avrupa merkez fikri oluştururken periferi Türkiye’yi de sık sık içine alan bir kavram alanına denk geliyordu. Batılılaşmanın ilk yılları üzerine kimi metinlerde olduğu gibi Rusya ile karşılaştırılıyordu mesela.

Diyarbakır Edebiyat Günleri’nde ise, Mehmet Uzun’un ‘mazlumların başkenti’ nitelendirmesiyle Diyarbakır ve Kürtçe ‘merkez fikri’ oluştururlarken, edebiyat kanonunda periferide kalan sözlü kültür öğeleri ve bu kez yazıda ihmal edilmiş ve edilen alan olarak Kürtçe de periferi fikrini temsil etti. Böylesi yakın yerdeğiştirmeler, merkez-periferi kavram çiftinin, ancak sürekli dönüştürülerek ve müdahalelerle kullanılabileceğine de varıyor...

Ayrıca kültür alanının dışından bakılsa dahi, Şemdinli skandalı günlerinde Diyarbakır’da yapılan Edebiyat Günleri’ndeki kuruculuk atmosferi de daha fazla ilgiyi hakediyordu. Belki Şemdinli’yi tartışırken Kürtçe edebiyat üzerine konuşmalara da kulak vermek gerekliydi kimbilir.

Geçenlerde eski bir şair arkadaşımla karşılaştım, ayaküstü konuşurken, benim ‘Türkiye edebiyatı’ ifadesi lehine yazdıklarımdan da belli ki habersiz bir şekilde, bu Türkiye Edebiyatı lafını çıkartanları şikayet etti. “Eskiden Türkiye edebiyatı mı vardı, Türk edebiyatı denince herkes anlaşılırdı, bunları yabancılar çıkartıyor” dedi, son zamanlarda yaygınlaşan kimi millici-sol eğilimlere de kolunu dayayarak.

Pek istemeden de olsa önemli bir soruyu akla getiriyordu komplo kurgusu: ‘Türk Edebiyatı’ denince herkes anlaşılıyor mu gerçekten?

DAVETSİZ MİSAFİR’İN ARDINDAN - Birgün yazı 35 / 15 Kasım 2005

Birgün yazı 35 -- 15 Kasım 2005

Süreyyya Evren

DAVETSİZ MİSAFİR’İN ARDINDAN

Bilimkurgu Türkiye’de nedense bir türlü tam zeminini bulamadı. Son yıllarda fantazi ile birlikte görece en cafcaflı dönemlerinden birini yaşadı belki. Ama farkedilir biçimde fantazi sürekli beslenmeye açık kalabalık bir okur ve izlerçevre yarattıysa da aynı gemide yola başlayan bilimkurgu yayıncılığında hem duraklamalar ve kesintiler çoğaldı hem de devam edenler daha ihtiyatlı adımları tercih eder hale geldiler. Buna karşın kabaca son beş yılda yayınlanan türün önemli eserleri ve bilimkurgu literatürü dolayısıyla yapılan irili ufaklı değiniler ve tartışmalar düşünüldüğünde, bilimkurgunun kendi alanını genişlettiği ve inişli çıkışlı grafikler izlese de bundan sonra kolay kolay sahneden silinmeyeceği söylenebilir. Kimi ‘mars klasikleri’nin ısrarla öncelikli düşünülmesi ve siberpunk gibi kaynayan alanların tali görülmesi belki bu duraklamaların, yer yer heyecansızlıkların sebepleri arasında olabilir. Ancak bu kitapların en çok ihtiyaç duydukları yol arkadaşı belki de, birikenleri elden geçirip tartışan bir bilimkurgu sahnesinin yaratılmasına katkıda bulunacak bilimkurgu dergileriydi.

Davetsiz Misafir dergisi, yaklaşık üç yıl önce yola çıktığında, bu role aday dergilerden biri gibi gözüktü. Altbaşlığı “bilim kurgu, çizgi roman ve eleştiri dergisi” olan Davetsiz Misafir Sonbahar 2005 sayısıyla yayın hayatına veda ettiği için bu geçip giden kültür dergisine şöyle bir bakalım derim. Bundan yaklaşık üç yıl önce fanzin olarak çıkmaya başlayan derginin iki sayılık fanzin ritmini sekiz sayılık matbaa süreci izledi. Fanzin heyecanıyla başlayıp görülen ilgi ve başka koşullar nedeniyle matbu kategorisine geçen dergiler denince aklıma mesela 1990’ların efsanevi yatay dergilerinden “bütünüyle kuşkudayız” deyişi unutulmaz Şizofrengi dergisi (sadece ilk sayıları fanzin olarak çıkmıştı) veya 25 + 62 gibi ciddi bir yekûna ulaşan ve böylece fanzin kulvarında ortaya epey iş koymuş Kaos GL geliyor.

Davetsiz Misafir bir yanıyla fanzinden matbuya dergiler kümesine aitse bir başka özelliği de Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden gelen dergilerden biri olmasıydı. Uğur Güney, K. Murat Güney, T. Balca Arda, Yasin Kaya, Civan Özseyhan, Güçsal Pusar gibi gençler bu işi aldılar ve yolda oluşarak ve yolda değişerek bugüne kadar getirip bıraktılar.

“Disiplinlerarası” deyince son zamanlarda hep kurumsal bir ilişki biçimini hayal ediyorum. Kurumlar disiplinler arasındaki ayrımlara önce önem verip sınırları keskinleştiriyorlar sonra da suni birliktelikler kuruyorlar. Halbuki kültür tarihinin pekçok ‘arkadaş çevre’si hareketi, tabandan, yani kurumlardan değil de yaşayan-yapan-eyleyen insanlardan meydana gelen hareketler, çok daha kendiliğinden bir disiplinlerarasılık, daha doğrusu ‘çokdisiplinlilik’ veya daha keyiflisi ‘disiplinsizlik’ içinde üretiyorlar.

Davetsiz Misafir de bunun bir örneğiydi. Salt bilimkurgu dergisi olarak kendilerini kurmamışlardı, zaten bilimkurgu kavrayışları da içe kapalı bir klan örgütlenmesi şeklinde değildi ve hayata doğru bir bilimkurgu kavrayışına dayanıyordu. Çizgi roman, dergide azala çoğala her zaman kendine yer buldu ama dergiyi tümden belirlemedi –kapaklara rağmen. Eleştiri ifadesi ise, esnekliğiyle dergiye güç verdi, kültürel eleştiriden siyasi eleştirilere, teknoloji eleştirisinden bilimkurgu eleştirisine dek.

Fakat bu çokdisiplinlilik, başka yönlere doğru akışlar da içeriyordu. Kafka’nın “Akademi için bir Rapor”da maymuna söylettiğini tekrar alıntılayalım: gökyüzüne ya da burnunun dikine doğru, iyi tasarlanmış dikey bir hareket gerçekleştirmek ya da çatıyı delmek değil, yoğun bir biçimde “herşeyiyle uzağa gitmek”, nereye olursa olsun, hatta kımıldamadan gitmek...

Bu akışlar herhalde paralel olmayan evrimler de içeriyordu, ve bir gün tekrar Davetsiz Misafir çıkartılacak olursa ya da başka bir adla bir süreklilik izlenirse, bunun yolda oluşların sonuçlarını yansıtacağını, değişerek geri döneceğini söyleyebiliriz.

Davetsiz Misafir ‘çevre’si sadece dergiyle de hareket etmedi, hâlâ aktif olan www.davetsizmisafir.org adresiyle ve başka internet araçlarıyla iletişim kurdular, paneller düzenlediler, panellere gittiler, söyleşiler yaptılar. Ve son sayılarında giderek, Arthur Kroker, Peter Sloterdijk, J.G.Ballard, Donna Haraway, Derrida gibi yazarların metinleriyle okurlarını buluşturmaya, Csicsery’den çevirdikleri yazının adında olduğu gibi “teorinin bilimkurgusu” ile, teorik metinler ve kesif düşünsel çalışmalarla daha fazla haşır neşir olmaya başlamışlardı. Güzel bir tuzaktı aslında bu da, bilimkurgu ve çizgi romana kapıları kapalı teorik okuru bir güzel atlatıp çokdisiplinli düşünceye açık bir mekân kurmuşlardı. Davetsiz Misafir sayıları daha ne kadar bulunulabilir olacak bilmiyorum, web sitesinin ömrünü de kestiremeyiz. Ama geri dönüp bakma ihtiyacı duyulabilecek ‘genç’ ve dinamik bir işti çıkan. Emeği geçenlere sevgiyle...

KÜLTÜR DERGİLERİ ve KAMUSAL MEKÂN - Birgün yazı 34 / 8 Kasım 2005

Birgün yazı 34 -- 8 Kasım 2005

Süreyyya Evren

KÜLTÜR DERGİLERİ ve KAMUSAL MEKÂN

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden çok sayıda kültür dergisinin bugünlerde İstanbul’da toplandığına dair küçük haberleri belki gördünüz belki görmediniz. Bilemiyorum kültür dergileri meseleyi gazetelerin kültür sayfalarına bırakmadan kendileri çözmek istediklerinden midir bu ‘yumuşak geçiş’, ama şu açık, Avrupa kültür haritasının belirleyici kimi aktörleri buradaydı. Avrupa Kültür Dergileri ağı Eurozine ile Türkiye'deki ortakları Cogito ve Varlık dergilerinin düzenlediği 18. Av­rupa Kültür Dergileri Konferansı, 4 – 7 Kasım 2005 tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirildi.

Eurozine’le tanışmam Varlık ile bağlantılı oldu. 12 Ocak 2001’den beri ağa dahil olan Varlık, Eurozine’e Türkiye’den üye olan ilk dergi. Geçtiğimiz yıl da, yani 9 Ocak 2004’te de Cogito katılmış. Bugün elliden fazla dergi Eurozine’in bir parçası. Ayrıca basılı dergilerin yanı sıra internet dergileri de iletişim çemberinde yeralıyorlar. Yapıda işleyen iki ana süreklilik var gibi. Biri web sitesi. www.eurozine.com. Felsefesini kültürlerarası çeviri olarak ve kültürlerin birbirine çevirisi olarak tarif eden Eurozine bu sitede üye dergiler hakkında arşiv ve veri tutmanın yanı sıra sürekli son sayıları hakkında içerik bilgisi bulunduruyor ve daha da önemlisi, üye olsun olmasın herkesin yararlanabileceği çok sayıda güncel makaleyi burada yayınlıyor. Bu makaleler “majör Avrupa dilleri”nden birinde yayınlanıyorlar –İngilizcenin anahtar olduğu durumlar çoğunlukta.

Eurozine’in diğer ana sürekliliği de sonuncusunun İstanbul’da yapıldığını söylediğimiz toplantılar. 1983’ten beri süren bu buluşmaların bugün onsekizincisine gelinmiş durumda.

Bu etkinliğin konsepti “Komşuluk” olarak seçilmişti. Konferansın “Komşuluk” etrafında şekillenen konuşmalarına aralarında Ali Akay, Zeynep Direk, Hasan Bülent Kahraman, Ayhan Kaya, Ferda Keskin, Ahmet Kuyaş, Etyen Mahçupyan ve Bülent Somay’ın bulunduğu ‘evsahibi’ isimlerin yanısıra çeşitli dergilerin editörleri ve akademisyenler katıldılar. Eurozine’in Avrupa kültür dergilerinin Avrupa kamusal mekânı için önemine yaptığı vurguyu gözönünde bulundurursak bu kamusal mekân içinde kurulacak ve kurulan ilişkilerde “komşuluk” teması öne çıkıyordu. Görünen o ki, ütopya mekânlarında hayata geçen kolektivitenin ağsallığına ve buradan yapıcı bir kültürel doku çıkarma potansiyeline bir metafor olarak eşlik ettiği sürece ‘komşuluğun’ sırtı yere gelmiyor; ancak cemaat ilişkilerinin birey karşıtı kurgusunu örten pre-modern kokulu bir tür ikiyüzlülük olarak anıldığında elini kaptırmış oluyor.

Fakat böyle bir toplantı, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin kritik bir aşamaya girip Avrupa gündeminin de ana konularından biri olduğu momente denk gelince, kavramların üzerine üzerine gelen üstyapı problemleri, temsiliyetler, entegrasyonlar, uluslararası ilişkilerin baskısı gibi gövdeler ortaya çıktı. Sadece Türkiye devletinin Avrupa devletleriyle kurduğu ilişkilerde değil, Türkiye bağlantılı herşeyin Avrupa bağlantılı herşeyle bugünlerde kurduğu ilişkinin sözkonusu momente bağlı gündemler ürettiğine zaten şahit olmaktayız. Öyle ki, açılış günü Eurozine’i temsilen konuşan Carl Henrik Fredriksson, İstanbul’da toplantı yapılacağını duyurmasıyla birlikte pek çok kişinin ona “Neden?” diye sorduğunu söyleyerek sözlerine başladı. Her seferinde “neden olmasın?” cevabını verdiğini belirttiği bu soru, basit, ama, Komşuluk konseptinin seçilmesindeki ve işlenmesindeki bağlamsal değeri de açıkça ortaya koyan nitelikte.

Komşuluk odaklı bu tartışmaların kayıtlarını sanırım yakında hem Varlık dergisinde hem de Cogito dergisinde göreceğiz. Fakat burada lafı kendi mahallemize getirerek bitirmek istiyorum.

Türkiye’de çok sayıda kültür dergisi var. Gerçek bir çeşitlilik içinde yoğun bir üretim yapılıyor. Her zaman belli şikayetler olacaktır, ama ortada somut, geniş bir yelpaze olarak kültür dergileri duruyor. Akla ilk gelen Türkiye’deki kültür dergilerinin ağsal birlikteliklere, öyle ya da böyle diyalog geliştirmeye, beraber sorunları ve geleceği, çatışmalarla da olsa tartışabilmeye ihtiyacı olup olmadığı sorusu. ‘Türkiye’nin kamusal mekânı’ üzerinde kültür dergilerinin rolü nedir sorusu da buna eşlik ediyor.

Türkiye’nin kültür dergilerinin de bir buluşması olsa nasıl bir sahne çıkardı ortaya diye düşünüyor insan. Salt negatif veya salt pembe kurgular dışında olası ne gibi platformlar belirginleşebilirdi? Böyle bir buluşmadan önce, bir tür iletişim ağı, bir ortak platform kurulabilir mi? Kurulursa buradan doğacak iletişim ve kolektivif tutum yürür mü?

SİYASİ İLHAN İÇİN ÇAĞRI HAKKINDA - Birgün yazı 33 / 1 Kasım 2005

Birgün yazı 33 -- 1 Kasım 2005

Süreyyya Evren

SİYASİ İLHAN İÇİN ÇAĞRI HAKKINDA

Attila İlhan’ın ölümünün ardından büyük medyadaki anmalarda bir konsensus ortaya çıktı. Barış Manço’nun ardından geliştirilenlere de benzeyen bu yüceltme konsensusunda büyütürken flulaştıran bir yan da var. Ölen kişinin önemli birisi olduğu bilgisini mümkün olduğunca genişletirken niçin önemli olduğu bilgisini silikleştiren bir dizi kodlama, bugüne bakışta da eleştirel değerlendirmeleri ve bilginin oluşumuna dair tartışmaları piramidal kavrayışın sınırlarından taşmayan bir tüketici konumu lehine terketmemizi istiyor.

Konsensusun baskısını hissetmekle beraber kendi okumasını aramak isteyen pek çok yerde ise Attila İlhan farklı bakış açılarıyla, eksisiyle artısıyla ele alındı. Buralarda doğallıkla en çok işlenen bölünme, yaygın bir beğeniyle takip edilen/edilmiş şair Attila İlhan ile özellikle son yıllardaki aktif bir figür olarak milliyetçi sol tezleriyle siyasi mücadele veren Attila İlhan’ı birbirinden ayırmak oldu. Sevilen şiir yapıtının kendisi de daha edebiyat içi mecralarda sorgulanmakla beraber, bu genel ikili değerlendirmede esas vurgu siyasal tezleri ve tutumuyla edebi yapıtının birbirlerini belirlemediklerine yapıldı.

İlhan’ın kendi kariyeri, düşüncesinin ve sanatının gelişimi açısından bu son dönem etkinliğini tartmak çabası anlamlı. Fakat ben işin öbür tarafına bakmayı da önereceğim: İlhan’ın bu milliyetçi sol cevabı hangi çağrıya yanıtlardan biriydi ve nelerle beraber algılanarak kabul ediliyor, benimseniyordu?

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme süreci milliyetçiliğin tüm sol versiyonlarını güçlendirdi, bir süre öncesine kadar azınlık durumundaki marjinalleşmiş milliyetçi sol sentezler bu yeni dalga karsışında hem meşrulaştı hem de meşrulaştığına tam sevinemedi. Çünkü dalga onlardan büyük geldi ve gölgede kaldılar. Kurucu aydın olarak kemalist aydın figürü de, bastırıldığı yerden 2000’lere dönüşerek geri geldi. Bu beklentiye sadece İlhan cevap vermedi, başka gazetelerde başka isimler, başka yeni romanlar, kitaplar, dergiler de Batı’ya karşı bir kale gibi düşünülen millici bakışlarla kemalist kurucu aydın tipolojisini günümüze uyarladılar. Bu yeniden canlanma şu anda da devam ediyor.

AB sürecinin bunlara yol açan en bariz travmatik etkisi, ‘dönüştürme erki’ni elimizden alması oldu. Çok yukarıdan uzun vadeli ekonomik çıkar vaadiyle getirilmiş demokratik reformlar burada yaşayan insanların doğrudan bir talebi ve mücadelesiyle oluşmadığından burada mücadele sürdürenler üzerinde travmatik bir etki yapıyor. Hayatı dönüştürmek için çalışmayı anlamsızlaştıran, AB’ye girilmesini beklemeyi ve ondan sonra harekete geçmeyi söyleyen yorum (AB ile müzakerelerin en az 10 yıl süreceğinden bahsedildiğine göre) tam bir kendi kendini erksizleştirme olarak deneyimlenmeyi de beraberinde getiriyor.

Reformlar ve bunlara karşı millici güçlerin diş bileyerek ama sessizce sürecin tamamlanmasını beklemesi, demokratikleşme hamleleri ve vaadleri, özgürlükçü sol düşüncelerin de güçlenmesinin zeminini artıracak bir gelişme gibi görülebilirdi. Ama dönüştürücülüğün tamamen yönetici elitlere ve de bir büyük birliğin kararlarına devredilmesi durumunda, demokrasiden faydalanma şansı artmış fakat erksizleştirilmiş özneler çoğalıyor. Sürdürdükleri hayatı dönüştürme erkini devretmiş insanlar bu dönüştürme sürecine de aşağıdan yön vermekten uzak düşüyorlar. En fazla adımlarını uydurmaya çalışabiliyorlar. İlk takıldıklarında da yedekteki reaktif şablonlar devreye giriyor.

Hayatı dönüştürme iradesi AB sürecine kaptırılınca, yeniden erklenebilmek için bu kez hayatı dönüştürmeme rolüne aday olan görüşlere kayma, sol-milliyetçiliklerin artan dozlarda farklı seviyelerde artmasıyla mevcudu korumaya dayalı muhafazakar bir ‘hayatın dönüştürülmemesini sağlamaya çalışma siyaseti’nin benimsendiğini görüyoruz. Hayatı, sanatı, kültürü, Avrupa Birliği’ni, güç ilişkilerini ve herşeyi dönüştürme erkine yaklaşmak, oradan akışlar hayal etmek ve buna göre düşünüp eylemek terkedildiğinde de, geriye kalan tozlu bazı emperyal özne tasavvurları, bunların kemalist kurgularla şablon haline getirilmesi, ve yeni aydınlarını piramidin uygun kürsülerinden konuşturması oluyor. İlhan’ın yapıtının buna sıkıştırılamayacağını tekrar anımsayarak da olsa, Siyasi İlhan’a yönelik çağrıda, bu sesin payının büyük olduğunu belirtmeli...

KÜLTÜRE ÇOKLU BAKIŞLAR - Birgün yazı 32 / 25 Ekim 2005

Birgün yazı 32 -- 25 Ekim 2005


KÜLTÜRE ÇOKLU BAKIŞLAR

Süreyyya Evren

9. İstanbul Bienali’ni ve genel olarak bienalleri okumak için araçlar sağlayan Sibel Yardımcı’nın Küreselleşen İstanbul’da Bienal (İletişim Y., 2005) başlıklı kitabının üzerinde dururken bu kitapla Jean Dubuffet’nin (çev. İsmet Birkan, Dost Y., 2005) yakın zamanlarda Türkçe’de çıkan klasik manifest metni Boğucu Kültür’ü birlikte düşünmenin imkânı da ortaya çıkıyor.

Kurumlara ve yapılara ve imajlara, bu anlamda yapısal siyasetlere baktığı kadar işlerle düşünmeye, sanatla düşünmeye de eğilimli olduğunu göstererek sanatın kendi bağlamından kopmayan, sanatı araçsallaştırmaya engeller çıkartan bir bakışlar çokluğuna ihtiyacımız olduğundan hareketle, böylesi çoklu bakışların birkaçını örneklemesinden ziyade, kültür kavramının kendisini sürekli parçalamaya, kabuksuzlaştırmaya, iplik iplik çekmeye girişmesiyle ve bu açılan mekân için imkânlar olarak akışlara dayanan bir kültürü savunmasıyla, bir tür ’68 klasiği’ sayılabilecek çarpıcı bir yapıt Jean Dubuffet’nin Boğucu Kültür’ü. Kitabın, Türkiye bugününde tümüyle eksiltici kavranıp ‘öze dönüşçü’ bir yerde hapsedilmesi tehlikesini görmezden gelerek açtığı alanlara bakıyoruz elbet.

Dubuffet’nin art brut’e uzanan sanat kavrayışı, kendi çalışmaları, keza bireysellik kavrayışı ve kimi yan argümanları ayrıca ele alınmayı gerektiriyor. Fakat burada Yardımcı’nın kitabıyla Dubuffet’nin kitabının bir şekilde okuyucuyu bienali ve bienalleri karşılamayı sabit bir konum olmaktan çıkarmaya davet eden hallerini bitiştirmek isterim. Dubuffet’nin manifesto tonunda akan keskin kitabında başvurduğu bütün argümanları bugün gündeme getirmek bana anlamlı gelmezdi. Ama özellikle sarsılmayan bir yan var: uzlaşmaya dayandığının gizlenmesini de içeren girift ancak çoğu kez vurdumduymaz vasatlıkta uzlaşmalarla kurulan ‘kültür’ ana gövdesinin, kültürün aşkın referanslarla dokunulmazlık zarında büyüttüğü ana akım kalıpların ve gerçekten ancak belirli ‘terbiyesizliklerle’ girilebilen dev salonunun, uzlaşmaların sarıp kuşatan ve esir alan büyüsüne karşı sanki şerbetli bir dille dişlenebileceğini göstermesi. Buna neden bugün de neşeyle el vermeyelim? Bu neşe neden bozgunculuğ umuzun parolası olmasın?

Dubuffet kültürün hiyerarşi merakını, her alanda yatay dizilişler ve düzensizce kaynaşan zengin çeşitlilikler yerine sıkı hiyerarşiler kurma eğilimini çiziyor Boğucu Kültür’de, devam ediyor: "Kültür, sanılanın aksine, kısıtlayıcı, alan daraltıcı, gece doğurucudur. Kültürde eksik olan, adsız, sansız, sayısız çimlenme, filizlenme duygusu, duygudaşlığıdır. Kültür sayma ve ölçme tutkunudur; sayısız kavramı [sayısızlık olgusu] onu aşar, rahatsız eder; bütün çabaları, aksine, her alanda sayıları sınırlama, [ürünleri] elin parmaklarıyla sayma yönündedir.''

Yardımcı’nın Bienal organizasyonunda amaçlanan haleyi gösterdiği bölümler Dubuffet ile tekrar okunduğunda nasıl bir Kültür kubbesinin altında toplaşıldığı da ayrıca görülebiliyor. İlginçtir, gene bugünlerde, Dubuffet’nin eserleri Türkiye’de, İstanbul’da sergileniyor. Türkiye’de güçlü ‘ham sanat’ mevzileri de olmadığından belki bu sergi şaşkınlık ve ilgiyle karşılanmadı gibi. İlgi ayrı, ama şaşkınlık derken, serginin yeni özel müzelerimizden biri olan Pera Müzesi’nde açılmış olmasını kastediyorum öncelikle. Şöyle yazmıştı Dubuffet: "Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri tutma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için, artık tekke değil müze kuruyor.''

Bunlar, elinizden birşeyleri çekmiyorsa, neşeyle okuyacağınız satırlar olacaktır. Ancak ya sonra?

Kültürde ‘başka dünyalar’ın sesi nasıl çıkar, o ses nasıl oluşur ve nasıl işitilir?

Aslında, önemli ölçüde pratiğe dair bir yere bakarak ‘başka dünyaların sesisinin yokluğundan hayıflanmaların’ tümünü karşıma alacağım. Bu seste biz neredeyiz? Bu sesin içindeki mekânımız nedir?

Pratiğe dair dediğim galiba şu: alternatif bir kültür için alternatif kültürü aramaya/ böylece yapmaya emek harcayacak ‘oluşturucu alımlayıcılar’ gerekiyor.

FESTİVALİZM ve KAMPLAR - Birgün yazı 31 / 18 Ekim 2005

Birgün yazı 31 -- 18 Ekim 2005

Süreyyya Evren

FESTİVALİZM ve KAMPLAR

Sibel Yardımcı’nın “Kentsel Değişim ve Festivalizm, Küreselleşen İstanbul’da Bienal” kitabı tam da 9. İstanbul Bienali’nin başladığı yayınlandı. İstanbul Bienali, İKSV, İstanbul ve küresel sermaye ilişkilerini sorgulayan bu çalışma Yardımcı’nın Lancaster Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Bülent Diken’in danışmanlığında yaptığı doktora tezinin güncellenmesi ve kitap formuna çekilmesiyle oluşmuş.

Yardımcı siyasi bir eleştiri için verileri biraraya özenle topluyor. Festival düzenlemenin günümüz şehirlerinde bir şehri pazarlama, küresel markete sokma ve küresel finans akışlarıyla bağlamadaki rolüne, bir şehrin markalaştırılması sürecinin ekonomik ve sosyal karşılıklarına İKSV ve Bienal organizasyonları üzerinden bakıyor. Bienalin arkasındaki tüm sponsorluk sistemleri ince ince deşifre edilmiş, İstanbul’un kültürel zenginlik üzerinden pazarlanması için kurulan bienal politikasının tarafsız olmadığı, devletle ve sermaye ile karşılaşma anlarının hep bu ikisinin lehine sonuçlandığı işlenmiş. Kısacası, bienale ‘sol’dan bakmak isteyenler için geniş bir veriler ağı var. Ancak bütün kitapta beni rahatsız eden iki boşluk olduğunu düşündüm.

Birincisi, bienal sanatın kendisi açısından ve sanat işlerinin bizzat kendileri üzerinden hiç okunmuyor. Bienali fiilen düzenleyen komitenin ifadeleri bütün bienalleri de temsil ediyormuş gibi davranılıyor. Halbuki gerçekte bugüne dek yapılan bienallerin Türkiye sanat ortamına ve genel olarak Türkiye kültürüne etkileri, İKSV yetkililerinin bültenlerde ve temsili röportajlarda yaptıkları tariflerden çok bienallerin bizzat kendileriyle, işlerin kendileriyle işlemişti. Gerçekte, düzenleyicilerin amaçları ve motivasyonları var, küratörün amaçları ve motivasyonları var, sanatçıların ayrı ayrı amaçları ve motivasyonları var çarpışan. Bir kapma oyunu. Hatta buna katılımcı ilişkisel işlerin artmasıyla gitgide daha çok şehrin sakinlerinin amaçları ve motivasyonları da ekleniyor. Kışkırttığı alternatif sergilerin ve oluşumların da sayılması gerek.

Rahatsız olduğum ikinci boşluk da şu: bütün bunlar belirli bir ‘sanatta muhafazkarlığı’ besliyormuş gibi de geliyor bana. Nasıl mı?

Burada, kitapta sanatın kendisine pek değinilmediği için eksik bırakılan noktalardan birine geliyoruz. Türkiye’deki sanat ortamının ortadan yarılmışlığı ve uzlaşmaz kamplar halinde işleyen yapısı... Bu iki kamp, çok kabaca adlandırıldığında, çağdaş sanat kampı ve gelenekselci kamp olarak özetlenebilir. Daha büyük olan, daha çok paranın döndüğü, daha çok sanatçının ve eleştirmenin ve derginin ve galerinin ve koleksiyonerin dahil olduğu kamp gelenekselci kamptır. Gerçekten Türkiye’deki galerilerin hemen hepsi bu kampa dahildir, güzel sanatlar buradadır, koleksiyonerler, yatırımcılar buradadır, yaşama şansı bulan sanatçı sayısı da bu altyapı sayesinde çok daha yüksektir. (Gelenekselci kamp denince aklıma hep bir sergide gördüğüm “Yaşasın Tual Resmi” adlı tablo geliyor. Tabloda eski bir siyasi nümayiş sahnesi yeniden temsil edilmiş, ancak nümayişçilerin taşıdıkları pankarta “Yaşasın Tual Resmi” yazılmıştı!)

Bu kamp bir şekilde bağımsız bohem sanatçı mitini diri ve ‘pazarlanabilir’ tutmaya da özen gösterir. Bu anlamda anakroniktir ama Kuva-yı Milliye sınırları içinde güç onda olduğu için bu pek farkedilmeyebilir. Gerçekte İstanbul’da pek sergi salonu bulamayan çağdaş sanat kampı ise hayatta kalmasını öncelikle dünyada kabul gören kamp olmasına borçlu. Fakat bu realizasyonun dışarıya atılması ve tüm diyalogların dışarısıyla kurulur hale gelmesi giderek yereldeki gücünü ve etkisini de zayıflatıyor bir bakıma. Bienaller bu anlamda çağdaş sanat kampına neredeyse yanıltıcı bir görünürlük kazandırıyor –gelenekselci kamp da genelde diş bileyerek bu dalganın geçmesini ve misafirler gidince evde gene biz bize kalmayı bekliyor...

Her ne kadar son onbeş yılda politik olarak eleştirel işlerin çoğu hep “çağdaş sanat kampından” çıkmış olsa da Türkiye’deki ortodoks marksist ve ortodoks anarşist sol için sanat denilen şey bu bağımsız sanatçı mitinin de hâlâ geçerli olduğu gelenekselci kamptır. Genel olarak “yaşasın tual resmi atmosferi”nin devletle ve sermayeyle kurduğu bağlar böyle bir kitapta mevzu bahis edilmeyince, gizlice bu kamplaşmada bir taraf saklanarak, örtü altında tutularak aklanmış oluyor. Türkiye’de 90’larda ‘yeni orta sınıf’ın ortaya çıkışıyla büyüyen galeriler-koleksiyonerler pazarı, ev dekorasyon dergilerinin patlamasından yeni şehirli elitlerin sahne almasına dek geniş bir zeminde okunmaya açık. Bu anlamda alternatif sol göz neyi arar?

Kurumlara ve yapılara ve imajlara, bu anlamda yapısal siyasetlere baktığı kadar işlerle düşünmeye, sanatla düşünmeye de eğilimli olduğunu göstererek sanatın kendi bağlamından kopmayan, sanatı araçsallaştırmaya engeller çıkartan bir bakışlar çokluğu. Görünür sponsorlar kadar görünmeyen sponsorları da kollayan, ve sanat tarihinde sanatçı pozisyonunun gelişimini de gözönünde bulunduran bakışlar gerek...

FUAR ŞEHRE YAYILSAYDI - Birgün yazı 30 / 11 Ekim 2005

Birgün yazı 30 -- 11 Ekim 2005

Süreyyya Evren

FUAR ŞEHRE YAYILSAYDI

TÜYAP Kitap fuarı başladı. Bu yıl 24. fuar düzenleniyor. Bir çeyrek yüzyıla dayanılmış durumda. 12 Eylül’ün de 25. yılıydı bu Eylül. 12 Eylül’ün son yirmi beş yıla yayılan etkileri ve bugün üzerindeki gölgesi tartışıldı, tartışılıyor.

Kitap fuarı da 12 Eylül’ün kitap karşıtı hatta kitap düşmanı yanıyla, kitapyiyen yanıyla çarpışarak büyümüş bir fuardı. Bugün sürmekte olanın aynı çarpışma olduğunu söylemek zorsa da bazı bağlantılar kurmak mümkün. Bu tür çerçeve etkinlikler bir yandan piyasayla beraber yürüyerek ve piyasayı büyüterek varolma alanlarını açarlar, bienalin bu anlamda yerel ve küresel sermaye ile bağları için örneğin Sibel Yardımcı’nın “Küreselleşen İstanbul’da Bienal” kitabına başvurulabilir (İletişim, 2005). Fakat aynı zamanda piyasanın tahammül edemeyeceği kimi kültürel değerleri de kışkırtırlar –fuar bu anlamda bienalden daha etkin bir tarihe sahiptir elbette.

Ama 9. Bienal ile karşılaştırırken söylediğimiz gibi, fuarın dikkat çeken bir eksikliği şehre yayılmaması. İstanbul şehrinde şu günlerde kitap günleri olduğu hissedilmiyor. Halbuki şehirde sanat günleri olduğu, öyle ya da böyle sanat gündeminin yenilendiği, karşılaşmalar yaşadığı, çoğaldığı açık. Bienal mantığıyla kendini uyumlu görenler bienalin içinde yeralıyorlar, akraba görenler akraba sergiler, etkinlikler ve iletişimler peşinde, uyumsuz görenler, muhalif görenler de kendi perspektiflerini görünürleştirmeye yöneliyorlar. Sonuçta şehirli için çoğu davetkâr bir dizi sanat hamlesi var. Yer almak, katılmak, dönüştürmek veya sadece ilişkiye geçmek imkanları açık.

Kitap fuarının şehirle ilişkisi ise şehir halkını uzaktaki kapalı bir mekana çekmeye çalışmak olarak işliyor –o mekandan veya pekçok mekandan şehre yayılmak olarak, şehirle birlikte oluşmak olarak değil.

Esas mesele bunu tersine çevirmek.

Ayrıca ürün olarak kitabın öne çıkması yayıncıların mesleki yönünü kalınlaştırarak kültürel haritayı sınırlandırıyor.

İster genel olarak kitaba odaklanılsın ister edebiyata, tek merkezli olmayan, etkileşimlerle oluşan, sadece beğenilmek ve alımlanmak için kendini kurmayan ama tartışmalar başlatmak ve tartışmaları canlandırmak için kendini kuran bir etkinlik ya da birçok etkinlik gerekli. Fuarın veya bienalin veya bir başkasının ‘içerden dönüştürülmesi’ bu anlamda bir program olabilir mi, o ayrı bir konu.

Şehir zaten şehirlililerin elinden çeşitli biçimlerde alınarak elit kullanımlara dekor kılınmak isteniyor. Galataport’tan Haydarpaşa’ya, oradan çeşitli gentrifikasyon (nezihleştirme) girişimlerine durum bu.

Bütün bunlara direniş sadece noktasal reddiyeler şeklinde zaten sürekli kılınamaz. Sokakların, mekanların, mahallelerin, vapurların sakinleriyle birlikte kitabın, sanatın ve diğerlerinin hayata karışan, müdahale eden, bu sırada değişip dönüşen hareketi gerekiyor.

12 Eylül derken de darbenin 12 Eylül 1980 günü ve izleyen birkaç yılda yaptıklarından değil sadece, sonrasındaki 25 yılı dolaylı dolaysız etkileme biçimlerinden sözetmiyor muyuz sonuçta? Ancak böyle bugünün akışlarından 12 Eylül’ün ağırlıklarını kaldırmaktan, hatta farklı yerlerde ve zamanlarda farklı etkileriyle 12 Eylülleri ayıklamaktan, katlanarak bugüne dek gelmiş 12 Eylül’ü kat yerlerinden geriye doğru tersine katlamak ve hayattan çıkartmaktan bahsedebiliyoruz.

ALTERNATİF KÜLTÜR - Birgün yazı 29 / 4 Ekim 2005

Birgün yazı 29 -- 4 Ekim 2005

Süreyyya Evren

ALTERNATİF KÜLTÜR

Türkiye’de alternatif kültür var mı? Pek çok alanda bu tip serzenişler, alternatif kültürel öğelerin güçlü bir biçimde kendini gösterememesinden ve bundan kaynaklanan kısırlıktan şikayetler duymanız mümkündür. Alternatif sergi mekanları, sergiler, dergiler, yayınevleri, sinemalar, ressamlar, şairler, tiyatrolar yok ki, diyenlere rastlayabilirsiniz. Herkes elini kolunu merkeze kaptırmıştır, gerekli ayrıksı duruşu sergileyememektedir vs. Şirket kültürleri, uluslararası sermaye bağlantıları, resmi tarihler, resmi perspektifler, yerel klikler, vasatlığın yerel erk odakları vebenzerleri her tarafı sarmıştır buna göre. Türkiye’yi tatsızlaştıran acı bir durum olarak tarif edilir.

Pek güzel.

Muhalif/eleştirel bir siyasi görüşe veya ayrışan bir kültür bakışına yakın duran kim katılmaz ki muhalif/eleştirel kültür pratiklerine duyulan ihtiyaca?

Fakat burada hep atlanan bir faktör var: alımlayıcının iradesi ve eylemi...

Eleştirel ve muhalif olmak, başka bir dünya, başka bir kültür istemek neyi gerektiriyor?

Salt anaakım siyaseti takip edip mızırdanmak, anaakım kültürün alıcısı olup dırdır etmek ve önde gelenler etrafında kurulmuş kültür tanımının sınırlarından taşmadan suçlamalarda bulunmak yeterli midir?

Bazı arkadaşlar kimi dünya kentlerindeki alternatif oluşumların yarattığı canlılığı ve bakış çokluğunu özlemle anmakta bu ayrı duran odakların oluşlarıyla yaratttıkları güçlü muhalif ve yaratıcı itkiyi burada bulamayınca İstanbul, Ankara gibi şehirlere serzenişte bulunmaktalar.

Halbuki bu tür şikayetler dahi kültürün üreticileri ile alıcıları diye kesin ayrışmış kategorilerin kabul edildiğini, ortakyaşarlıkların, birbirini oluşturma ve etkileme süreçlerinin, birbirine dönüşmelerin ve binbir türlü geçişin tali kılındığını gösteriyor.

Muhalif görüşlere yakın insanlar ‘olmak istedikleri kişi’ gibi konuşarak anaakım yapıları eleştiriyorlar ama sonra ‘gerçekte oldukları kişi’yi eylemde görüyoruz: sözleriyle değil eylemleriyle gerçek etkiyi yapıyorlar kültür ortamına. Hangi filme gittiklerinde, hangi kitabı okuduklarında, hangi sergiyi ziyaret ettiklerinde, hangi fikirler ve metinler üzerinde mesai harcadıklarında düğümleniyor mesele. Hangi bakışların daha saygın olduğu skalasını neye göre kurduklarında...

Çok basit formüle edersek: alternatif kültür alternatif emek istiyor.

Alternatif sanat isteyen kişilerin emek harcayıp alternatif işleri görmeye çalışmayı, alternatif dergilerin satıldığı kitabevlerine özellikle gidip yeni bir dergi çıkmış mı diye aramayı, kötü çıkabilme kaygılarını erteleyip dışarda duran oyunlara gidip mekanları gezmeyi gerektiriyor. Onanmamışı beğenebilecek özgüven ve onanmamış bir değerlendirme dizgesi oluşturabilme tutumuna ihtiyç duyuluyor.

Hazır bir kültür anayolu var önümüzde açıkçası. Sınırları belli, dışarda bıraktıkları belli olan ve trafiğin hızlı aktığı ama akışların tek bir yolda katılaştırıldığı bir otoban.

Alternatif patikalarsa hazır oluşmuş olarak önümüze gelmeyecekler. Böyle bir edilgen beklentinin kendisi merkezi kültüre bağımlılığın oturttuğu bir alışkanlık da olabilir.

Farklı siyaset imkanları, mümkün başka dünyalar ve başka kültürler, ekstra emek gerektiriyor. Eleştirel tembelliğe hiç uygun değil.

Ekstra emekten yüksünenlerin, ekstra uğraşlara zaman ve enerji ayırmayanların elinde tek bir tutum kalıyor: üzerine doğru gelen hegemonik kültür tanımını eleştirmeye devam etmek ama fiilen içinde kalmak. Otobanı içerden eleştirmek, alternatif ekstra emeklere kalkışmadan mızırdanmak, suçlamak ama yapmamak kalıyor geriye.

Halbuki çoklu minör kalkışmalar kültürel özerklik alanlarını bekleyen değil arayan ve bu şekilde yapımına katılanlarla oluşturulabilir ancak.

İNSANLARIN HAYATLARINDAN GEÇEN - Birgün yazı 28 / 27 Eylül 2005

Birgün yazı 28 -- 27 Eylül 2005

Süreyyya Evren

İNSANLARIN HAYATLARINDAN GEÇEN

9. İstanbul Bienalinden söz açılmışken, “bienal iyi güzel de bir ‘edebiyat bienali’ neden yok”, tonunda, şakacı kıskançlık süsü verilmiş bir serzenişi anmıştım geçen yazıda –aslında hafiften edebiyatın temsil biçimlerini karşılaştırmalı olarak tekrar düşünmek için de bir denemeydi bu.

İstanbul Tüyap Kitap Fuarı 8-16 Ekim arası gerçekleşecek. İstanbul’un başka kitap fuarları da var ve yenileri de olabilir. Ankara’nın, özellikle İzmir’in fuarları da geliyor akla. Fuar imgesi hep canlılık, hareket, devindirici güç olarak düşünülür –fiili kitap fuarları ise her zaman çeşitli eleştirilerle de karşılanır, çoğunlukla daha iyi bir fuarın nasıl olabileceği, ideal fuarın ne olduğu, mevcut fuarın nasıl yürütüldüğüne dair tartışmalardır bunlar.

Fakat, en iyi şekilde düzenlendiği haliyle dahi, bir kitap fuarı temelde kitap fuarı olacaktır, yani ürün olarak kitabın içerik olarak kitaba göre daha fazla gözetildiği bir etkinlik olacaktır.

Elbette, kitabın ürün olarak niteliği ve değeri içeriğine bağlıdır. Ama içeriğinin odak alındığı bir etkinlik, zaten fuar adını taşımazdı.

Bunu, fuara karşı bir pozisyon alışla söylemek tepkisellikle sınırlı olur. Akıcı yaklaşım, oluşları gözetecektir. Fuarlara gelince, özellikle İstanbul Tepebaşı’nda düzenlendiği zamanlarda kitap fuarının pek çok kişi tarafından kültürel bir canlanma gibi deneyimlendiğini, bir referans noktası olarak artılı eksili hareketleri başlatabildiğini söylemek abartı mı olur? Sanmıyorum. Fuarın Beylikdüzü’ne taşınmasıyla gelen karakter değişimi üzerine uzun uzun yazılabilir. Fuar biçimleri hakkında daha fazla karşılaştırma yaparak konuyu ayrıca ele almak gerekir.

Benim üzerinde durmak istediğim nokta fuar eleştirisi değil.

İçerik olarak kitabın, derginin, diğerlerini şimdilik atlıyorum, özelde edebiyatın, odak noktası olduğu bir şenliğin ürün olarak kitaba ziyadesiyle yoğunlaşmış kültür ortamımıza ve gündelik hayatlarımıza ve dolayısıyla edebiyatın kendisine kızgın veya neşeli, alaycı veya sokulgan, ama her durumda kendi nabzına sahip bir can katabileceği düşüncesidir.

Ve bu canın şehre ve şehirlere yayılmasının açabileceği yeni durumların hayal edilmesi.

Ama tabii her çerçeve etkinlik beraberinde yapısal bağımlılıkları, finansal ve siyasi kontrol mekanizmalarıyla çatışmaları veya daha kötüsü uyuşmaları dayatır. Uzlaşmalar kadar ‘festivalizm’in baskısı da kendini dayatır. Şehirlerin birbirleriyle ‘marka’ olma yarışına girmelerine, kültürün en öngörülebilir tanımıyla markalaşma yolunda geçerli bir araç olarak övülmesine az mı şahit olmaktayız. En küçük il merkezinde dahi kültür festivali yakın veya uzun vadeli ekonomik girdi üzerindeki rolüne göre değerlendirilirken, kendini diğer metropollerin benzer girdileriyle kıyaslayarak kuran bir metropolde durum neden böyle olmasın.

Burada işte aradığımız akış halindeki, egemenlerin oyunu olmamış, direnişini, kendi oluşunu koruyan, eski deyimle ‘göçebe’, denetim mekanizmalarıyla farkındalık ve çatışma halini gözeten, aslında bu anlamda mevcut kültür kavramıyla da arası bozuk bir kültürdür.

Küresel ve yerel pazarlarla bağların kaçınılmaz olduğu şehir çapında bir çerçeve etkinlik böylesi bir akışkan kültür arayışıyla nasıl bağdaşır peki? Oluşların indirgenemezliğini seçen bir bakış için, giydirdiği şemalarıyla ve pazarlanabilir olanı, önde gideni sterilleştirilmiş formatlarla sunmasıyla karakterize olan büyük çerçeve etkinliklerden bir tane de edebiyata ayrılsa ne olur? Ne gibi bir olumlu ses çıkabilir bu vuruştan?

Cevap kültürel hegemonyanın görünmezleştirdiklerinde.

Bugün kitap ilan metinleri kitap tanıtım metinlerinden daha inandırıcı bulunuyor okurlarca.

Kitap hep sayılıyor. Sayılabilirlik esas.

Sayılamaz olanı, edebiyatın kendisini mesela, şehirde dolaşırken, şehirle diyalog halindeyken görmek farklı olurdu. Bu, kaydedilebilir olan reytinglerin haricinde düşünülmelidir.

Bağımsız taban ağlarının kendi çerçeveler çokluğunu doğurması yeğdir elbet, ama kışkırtıcı çerçeve etkinlikler de zaten çokluğa göründükçe ve çoklukla temas ettikçe fiyakalıdırlar. Kendi içlerinde denetlemeye çalıştıkları alternatif oluşlar barındırma ihtimalleriyle ve dışlarındaki oluşları ifadeye kışkırtan etkileriyle.

Kurucularının motivasyonları ve hedefleri bir yana, 9. Bienal bunu yapmıyor mu?

İSTANBUL EDEBİYAT BİENALİ!?! - Birgün yazı 27 / 20 Eylül 2005

Birgün yazı 27 -- 20 Eylül 2005

Süreyyya Evren

İSTANBUL EDEBİYAT BİENALİ!?!

Edebiyat oldum olası huysuzdur. Kıskanç da olabilir. Doğrucu davut değildir politik doğrucu hiç değildir –politik doğruculuğu eleştirme pozisyonunun genel kabulüne dayanan bugünün güvenli yastıkları üzerine yayılmış muhafazakar doğruculuklarla da işi olmaz. Dolayısıyla herşeyi göğsüne basmak, kucaklamak ve herşeye karışmak isteyebilir.

Bienal neden istisna olsun.

Edebiyat Bienali nerde? Nasıl olur, olabilir? Sorası geliyor hınzırca.

9. İstanbul Bienali’nin şehre ne cümbüşlü bir hevesle sanat akıttığını görüyorsunuz. Bienal çerçevesinde gerçekleşenler olduğu kadar etrafını saranlar, ortasından geçenler ve kenardan nanik yapanlar da çalışkan çıktı!

Türkiye gibi görsel sanatlar evreni güncel sanat (‘yaşasın herbişey’ciler) ile geleneksel sanat (‘yaşasın tual resmi’ciler) gibisinden garip yarılmalarla işleyen bir yer için ne kadar canlandırıcı. Tabii en güzeli hiçbir şeyin toz pembe olmamasıdır her zaman, tartışılması gereken öyle ya da böyle giden şeyler hep vardır. Ama bu tartışma sahası da gene bir hareketlenme olarak beliriyor.

Bu güncel/çağdaş sanat kabarması aslında öyle pek de tek bir disipline kapanma şeklinde yaşanmıyor, disiplin sınırlarını muğlaklaştıran, geçişlere meyyal işler ve kavramlarla dolu yürüyor. Ekseriyetle edebiyat suyundan içenlerin susuzluğuna göre de çok su var.

Bienal dönemindeki bu sanat canlanmasıyla edebiyat geçişleri üzerinde tek tek işleri ve sergileri anarak ayrıca durmamız gerekecek.

Ama şimdi, baştan, bir kıskançlık yayılıyor kollara.

Şehrin edebiyat şenliği nerede?

Evet, biliyorum, TÜYAP Kitap Fuarı bir nevi edebiyat şenliği gibi de yaşanır yıllardır. Yazarlar yeni romanlarını, öykü kitaplarını, şairler yeni şiir kitaplarını yayınlamış olurlar, söyleşiler verir, imza günleri düzenler, okurlarla buluşurlar. Kitaba ilgi büyür. Hatta yeni dergiler çıkar. Paneller düzenlenir, basının ve genel olarak medyanın kitaba odaklanması sayesinde edebiyat üzerine de bir yoğunlaşma yaşanır.

Ama sonuçta TÜYAP Kitap Fuarı bir kitap fuarıdır. Bir edebiyat etkinliği, bienali, şenliği, festivali değildir.

Yayıncılığın büyük etkinliği olarak yaşanır. Her sene kitap fuarının niteliği üzerine ağırlıklı olarak yayıncılardan tartışmalı görüşler alınır, dünyanın diğer kitap fuarlarıyla karşılaştırılır.

Fuar kurgusunun dışında hayal edilmiş, bienalin şehre ve diğer disiplinlere güncel sanatı sızdırması gibi şehre ve diğer disiplinlere edebiyatı sızdıracak, buluşmaları arttıracak, yoğunlaşmalar sağlayacak bir etkinlik olabilir mi?

Tabii arkamızda maalesef daha çok tatsızlıklarla anılan bir Poesium (Uluslararası İstanbul Birinci Şiir Forumu) denemesi var (1991). Edebiyat aleminin iç iktidar savaşları ve husumetleri edebiyatın kendisinin önüne geçivermişti. Ama Poesium’a yönelik protestolar, alternatif etkinlikler ve öfkeler ve itirazlar, Merdiven Şiir Günleri ve mekâna gidip bağırıp çağıranlar dahi bir enerjiye işaret ediyordu. Fuar mantığının doğurabileceği bir enerji değildir bu.

Ayrıca Poesium bir temsil mantığı yaratmış, önde gelenler diye bir kategoriyi temsil eden tek bir büyük yapı kurmak istemiş bir etkinlikti. Bugün bu zaten işlemez, o gün de ne kadar işlediği, neye denk geldiği zaten sıkı sorgulandı.

Halbuki kendi konseptine göre düzenlenmiş bienalvari çerçeve bir uluslararası edebiyat etkinliği, alternatifleri ile, karşı çıkanları ve yankıları ile kendi zihinsel mekânını açabilir, edebiyatın dolaşım değerinin etrafında dönen günlerle yetinmek yerine edebiyatın kendisiyle içli dışlı olan günler vaadedebilir, tartışmalar ve okumalar da buna göre yeniden şekillenebilir sanki.

Tabii biri çıksın, bir kurum çıksın da durumu kurtarsın denemez. Yazarlar, böyle bir ihtiyacı hissettiklerinde imkânları kurcalayacaklardır herhal...

NEO-EYLÜLİZMİN ‘ÜRKÜTÜCÜ SOYUTLUĞU’ - Birgün yazı 26 / 13 Eylül 2005

Birgün yazı 26 -- 13 Eylül 2005

Süreyyya Evren

NEO-EYLÜLİZMİN ‘ÜRKÜTÜCÜ SOYUTLUĞU’

Nurdan Gürbilek sözediyordu, ‘eylülizm’ teriminin 12 Eylül sonrası Türkiyesindeki hayat ve edebiyat akışlarını nasıl bir kolaycılıkla kodladığından. Tutunulan basitleştirmenin ne yaşanan günü anlamaya ne de sonrasına bakmaya izin vermeyip kaba bir şablonu giydirdiğini hatırlatıyordu. Bu tespitin doğruluğunun üzerinden de kimi olgular geçti ve bugün, 12 Eylül’ün 25. yılında, eylülizm teriminin yeri değişti. Terim, sessizce, neo-eylülizm olurken eski düşmanlarını ve isim babalarını da kucakladı.

Artık eylülizm, ya da neo-eylülizm, ‘80 sonrasını kaplayan çeyrek yüzyıllık toplamın, ne anlama geldiği çoğu kez yanıltıcı veya en azından karışık olmak üzere ‘sağ’ ve ‘sol’ pozisyonlardan, 12 eylülün kurgusundaki homojenlik (standart ordu-millet-vatan homojen Türk ülkesi) tasavvuruna bağlanarak ayrıştırılması ve tekrar birleştirilmesidir. Böylece sergilenen neo-eylülist bakış, daha doğrudan vurgulamaya çalışırsak, (kültürel millicilikten ırkçılığa uzanan) farklı tonlarıyla da olsa merkezi rolü gitgide pekişen bir milliyetçilik, ağır piramidal kavrayış ve otoriter yapılara inanç, gerekirse kendini darbecilik olarak da ortaya koyabilecek tepeden inmeciliğin bir eleştiri aracı olarak değil unutturulmaya çalışılan ve yeniden diriltilmesi gereken bir geleneksel yöntemimiz olarak kavranması, gerçeklikten kopmayı zorlanmadan göze alabilen (safça resmi tarihin gölgesinde toplaşmaktan ipsiz sapsız bir komploculuğa varan) dünya ve tarih yorumlarını egemen kılma eğilimi, enternasyonalizmin stratejik bölgesel ve küresel elitlerin çıkarları çerçevesinde ancak anlam bulabilmesi, ideolojinin hayatın üzerine beton gibi dökülmesi taraftarlığı ve her türlü yataylığın feshi, farkındalıkların teslim alınması ve denetlenmesi, ve geriye, 12 Eylül’den önce 80’lere sonra da çeyrek yüzyıla değişen biçimlerde yayılan toplum anlatısının (Amerikan neo-con zihniyetine ateş püskürürmüş gibi yaparken dahi yerleştirilen) sözde sağ veya sol olsa da aynı muhafazakarlık esprisinde tekrar kurulduğu bir büyük çadır kalıyor.

Edebiyatçıların ve edebiyat çevresinde çalışan aydınların da, kendilerine ayrılan sıraların piramid içindeki konumundan duydukları heyecanın etkisiyle –ama itiraf edelim başka etkilerle de- bu yönelimde aktif yer almak ve yönlendirici olmak isteyebildiklerini görüyoruz. Dolayısıyla neo-eylülist yazarlar, eylülizm tartışmalarının bugünkü geçersizliğini aşarak, günün iktidar dengelerine kültürü bağlamaya uğraşıyorlar. Bunu, hiç de yapılamaz bulmadıkları açık.

Yazar kardeşler Thomas Mann ve Heinrich Mann yazınsal çalışmalarının ilk yıllarında daha sonra bouzlabilen ilişkileri henüz son derece sağlamken, birbirlerine destek olmakta ve edebiyatın sancılarını okur için tanıdık bir şekilde yaşamaktaydılar. Bu gençlik dönemlerinin katlanılmaz gerginliklerine değinirken, Heinrich Mann “yaşamı boyunca üretmek zorunda olan imza sahibi birinin ruh haliydi” diyor.

Daha sonra, farklı politik tutumlarla ve özellikle Thomas Mann örneğinde kendi içlerinde değişimler de geçirerek taşıdıkları imza sahibi ruh halini kamusal bir sorumluluk olarak da algıladılar. Buradaki yani bu tür durumlardaki kaygan geçiş, edebiyatçıların siyasetle ilişkisi üzerine söz alan herkesin gözünü dikmesini gerektirebilmiş gibi görünüyor.

İmzanın kendisine duyulan ve imzayı elitleştirebilen saygı ve bağlılık zamanla imzanın doğuşundaki motivasyonların belirsizleşmesine ve imzanın araçsallaştırılmasına, yazınsal anlamda fetiş siyasi arenada da sosyal bir koza dönüşütürülmesine yol açabiliyor.

Aslında, daha sonra mümkün olursa tekrar ele almak isteyeceğim, kabaca, bir ‘hırs’ın imzayla kuşanarak Türkiye sahnesindeki rolünü yenilemesine vurgu yapmaktır. Bu yeniden doğum, elbette, yeni koşullara uyum sağlanarak gerçekleştiriliyor.

UZLAŞMANIN GÜZELLİĞİ ÇİRKİNLİĞİ - Birgün yazı 25 / 6 Eylül 2005

Birgün yazı 25 -- 6 Eylül 2005

Süreyyya Evren

UZLAŞMANIN GÜZELLİĞİ ÇİRKİNLİĞİ

Eylül ile birlikte hem piyasa hem de alternatif işler peşindeki’terso sonbahar yaprakları’ kıpırdanıyor.

Yazın sonlarında ve Eylül’ün başlarında düşen kitaplar yeni tartışmalar üzerinde de söz talep ediyorlar. Çevrilen bir kitabın kısa zamanda tartışma yaratması veya etkisini çabuk göstermesi beklenmez genelde. Gerçi, örneğin bu yaz yayımlanan Jean Dubuffet’nin Boğucu Kültür’ü ufak çaplı da olsa çalkaladı durgun suyumuzu. Öne çıkanların ve öne çıkarılanların kültürüne, kültürün tüm kurumlarıyla üretilen suniliklere tavır alan Dubuffet’nin klasik metni sınıflayıcı ve sabitleyici bulduğu mevcut kültüryapıları yerine kalıba sokulamayanı kucaklıyordu. Kültürün bir karakteri olan hiyerarşi merakını, yüzyıllar boyunca bir toplumsal hiyerarşiyi geçerli kılmaya emek vermiş, sıkı hiyerarşiler kurmaya eğilimli bir sosyal sınıf [kast] tarafından kültürün yaratılmış olmasıyla açıklıyor, her alanda yatay dizilişleri ve zengin çeşitlilikleri savunuyordu.

Uzlaşma dayatmalarıyla sarıldığımız bir ortamda, Dubuffet’nin sözleri, Nietzsche’yi de andırırcasına, bireyin toplumla (ve yaratıcılığın kültürle) ilişkileri için en iyi çözümün, her ikisinden de fedakârlık isteyerek iki tarafın da kabul edebileceği bir uzlaşı arayacak yerde, aradaki çatışkıyı sürdürmek, hatta vurgulamak olmasının gerektiğini söylüyordu.

Halbuki ‘cool’ olan nicedir uzlaşmak ya da uzlaşıyor görüntüsünü bozmamak. Eğer öfke çirkin, tepki göstermek çirkin ve her ikisi de hınca ve hasete meyyal olarak ele alınırsa Dubuffet tarzı bir karşıduruş lekeleniyor başarıyla. Gerçekten de kültürün siyasileşme oranına göre uzlaşmaz olan tutumlar ‘güzel’ bulunurken, ‘öfke’nin estetiği kabul edilebilir olarak algılanırken, siyasi ton yerini dokunulmaz yapılara ve tabulara bırakınca tüm bunlar çirkinlik olarak anılıyor. ‘Güzel’ artık bulaşmayan ve kendini yalıtık olarak inşa etmeye, yetiştirmeye yönelendir. Böylece ‘güzel’ bağlamsal da olmaz ve yok-yerler gibi yer değiştirebilir –‘evrensellik’ adı altında- standardtlaşır.

Ulusal çapta büyük uzlaşılar zaten giderek artan biçimde zihinsel mekânımıza yayılıyor. Son yıllarda kemalist aydın tipinin unutulduğu yerden bu kez bir komplo teorisyeni olarak geri gelmesi üzerine çok şey söylenebilir ve söylenmeli, ama andığımız çerçevede çarpıcı olan sözde-yabancılarla çatışma dışında ‘içerde’ büyük uzlaşılar dayatmasıdır bu perspektiflerin. Daha seçkin bir yarı-siyasi kültürel pozisyonun iktidarını paylaşanlar da ‘beklenmedik uzlaşmazlıklara’ set çekmişlerdir. Uzlaşmazlık alanlarının kültürde belirlenmesi sorgulanabilecek olanları hep ayrı tutuyor. Onay mekanizmalarına dayanan bir kültür yapısı da Dubuffet’ninki gibi bir metni ancak platonik anlamda sevebiliyor...

Fakat ben yeni düşen kitaplar derken başka iki kitabı anmak istiyordum aslında: Philip Goodchild’in Deleuze & Guattari, Bir Arzu Politikasına Giriş adlı eseriyle Raymond Williams’ın Anahtar Sözcükler adlı çalışmasını işaret edecektim.

Deleuze’ün bilinç içinde üretilmiş anlamlara dayanarak yaşamı yorumlamaya çalışan tüm felsefe geleneğiyle mücadelesini anlatan Goodchild’ın arzu politikaları temelli yaklaşımını tartışmak gerekiyor.

Savaş Kılıç tarafından militanca Türkçeye çevrilen Anahtar Sözcükler ise sözcüklerin kültür tarihini araştırıyor. Kimi kilit sözcüklerin izini süren Williams’ın çalışmasını Savaş Kılıç’ın Türkçeleştirişi aslında açık bir davet –ve/veya projeyi- içeriyor: Türkçenin tarihsel kazısını yapan sözlükler için çalışılması çağrısı bu. Aslında böylesi bir çalışma, Türkçe’nin nasıl ve hangi yönlerde manipüle edildiğini veya Türkçe ile düşüncenin nasıl yönlendirildiğini dahi deşebilecek açılımlara sahip. En basit örnek için bir ipucu vereyim: Teori, Kuram ve Nazariye sözcüklerinin karşılaştırılması bile, cumhuriyetin bakmaktan gelen ‘teori’ sözcüğünü (nazariye’nin de bakmaktan gelmesi gibi) ‘görüm’ yerine kurmaktan gelen ‘kuram’la karşılaması uzun uzun kazıldığında çok ilginç belirtilerin haritasını sunuyor.

İKTİDARLA ÖZDEŞLİĞİ KIRMAK - Birgün yazı 24 / 30 Ağustos 2005

Birgün yazı 24 -- 30 Ağustos 2005

Süreyyya Evren

İKTİDARLA ÖZDEŞLİĞİ KIRMAK

İktidarla kurgusal özdeşliğini kırmamış, kendini ulus-devlet terimleriyle okuma yanlısı, çok uslu biri olabilir aydın. Kendisine de piramidin orta-üst katmanlarında bir yer biçmenin büyüsüyle ya da daha basit ve genel geçer bir kasılmayla piramid dışını göremeyecek şekilde tıkanabilir edebiyatçı. Birbirlerinin üzerine çıkarak bir 19 Mayıs gösterisi de sergileyebilirler önemli bir gün olduğuna inandırılırlarsa.

Halbuki metinlerin ayaklandırdığı beklenti hep bir inatçılıkla, ısırganlıkla gözünü dikmesi ve harflerin uçuştuğu şehri iyi bilmesidir –ara sokakları ve meydanlarıyla...

Kısaca söylersek, edebiyatçının öne çıkıp siyasi söz almasının kamusal etkileri ve buna yönelik talepler ve temel motivasyonlardan konuşuyorduk. İktidarı veri kabul eden, onunla özdeşleşen ve bu özdeşleşme dahilinde yazınsal bilgisini seferber etmeyi ‘görev sayan’ tutumun kritiğiydi bu. Tam olarak neye karşı söylendi bunlar?

Öncelikle devletle, iktidarla özdeşleşmeye dayanan anlayışı kırmamış bireylerin, sözlerin, bakışların karşısında; devletin siyasi yatırımları, çıkarları ve avantajları perspektifini kendi hayatının üzerine kaplayan anlayışın karşısında söylendi. Özel olarak da kamusal alan arenasına siyasî tavır almak ve önermek üzere çıkan edebiyatçının (‘aydın’ın) konumunu geldiği yere, yani çıplak hayata, edebiyatın da dahil olduğu akışa göre değil, üstdillerin ve temsil stratejilerinin hakim olduğu resmi söylemlere göre belirlemesinin karşısındaydı.

Edebiyatçıların ve ‘aydın’ların devlete danışmanlık yaparcasına bu role ısınmalarını izlemek serbest. Devletle özdeşliğin kırılmaması aslında edebiyatın sayfalarından taşmanın gerekçelerini de edebiyatçının elinden alıyor...

Devletler nasıl “terör örgütünü muhatap kabul etmek” gibi bir sorunsaldan sık sık sözedebiliyorlarsa bireyler/örgütler/gruplar da radikallikleri ve uzlaşmazlıkları ya da reformizm anlayışları çerçevesinde değişen ölçeklerde bir “devleti muhatap kabul etmek” sorunsalına sahiptirler. Bu çerçevede devleti hiç muhatap kabul etmeyen ve her türlü diyaloğu reddedenlerden, bir karşılıklı kapma mücadelesi olarak bu karşılaşmalara bakanlara, ilkeleri belirlenmiş sınırlı ve diplomatik diyaloglara yakın olanlara ve en uçta da dilekçeci anlayışlar dediğimiz imza toplamalara kadar uzanan bir yelpazedir bu. Bu yöntem tartışması oldukça siyaset içi bir tartışma sayılabilir ve edebiyatçı-aydın duruşundan siyasi söz beklentisi bunlarla ölçülemez.

Ama başka bir bağımlılık ilişkisinden sözedebiliyoruz. Devlet tiryakileri, bırakamıyorlar.

Şu anki mevcut hükümetlerin ve rejimin devletini muhatap kabul etmese dahi kendini ilkesel bir milli devletin gönüllü danışmanı gibi gören aydın tiplemesi toplumu piramid olarak algılayan ve devletin toplumu temsil ettiğinden kuşku duymadığı gibi ona bağlı da olan bir aydını işaret ediyor.

İşte tüm cumhuriyet döneminde baskın olmuş bu anlayışın sol içinde de ağırlığı oluşturması durumu edebiyatçının sözünü yolda düşürmesine neden olan noktadır.

Edebiyatçı doğruyu söyleyedebilir söylemeyedebilir. Ama her durumda hayatın içinden konuşması beklenir –idari hesapların içinden değil. Bu köşeye başlarken de altını çizmeye çalıştığım gibi, yeri gelir kendi yalanını da söyler. Devletin doğrusunu söylemeye yeğdir bin kere. Burada lokal piramidinin tepesinde devletin yerini başka bir otoriter zirve de almış olabilir, henüz sadece potansiyel olarak gördüğü veya arka plana itildiğine inandığı bir beklemede-devlet de...

‘DEVLET DANIŞMANI’ AYDINLAR - Birgün yazı 23 / 23 Ağustos 2005

Birgün yazı 23 -- 23 Ağustos 2005

Süreyyya Evren

‘DEVLET DANIŞMANI’ AYDINLAR

Edebiyatçıdan siyasi söz talep edildiğinde beklenti nedir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlamak ve sürdürmek için en doğru güncel taktiklerin neler olduğunu ve en doğru stratejilerin nasıl çizileceğini ve hangi şiirlerin bu yolda kullanılabileceğini saptaması ve bu konuda danışmanlık yapması mı?

Halbuki edebiyatçının siyaset konularında tecrübesiyle dikkat çeken biri olması değildir beklenti. Toplum mühendisliğine malzeme sağlaması da olmaz aranan özellik. Çok üst bir konummuş gibi de yorumlanan ama aslında basit, dolaysız bir rol önerilir ona: çıkar çatışmalarının düzleminden sıyrıl, dışında dur ve ‘insan’ veya ‘hayat’ adına ne söylenebilir onu bir araştır. Devlet için en iyisi nedir, bunu bir kenara bırak ve sanatın kaynaklarını, hayatı, insanı kollayacak şekilde söz al ki biz kendimizi kaptırdığımız siyasi çekişmelerin ve kalıplaşmış konumların dışında duran ve daha ‘tabandan gelen’ yani gündelik hayattan, hayata dair değerlerden, güzellikten çirkinlikten, şakadan ölümden, dizeden cümleden gelen değerlerin ne söyleyeceğini duyabilelim.

Ama bu beklentiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir başka beklentiye hizmet de edebilir edebiyatçı. Ey edebiyatçı, sen bizim sağlamamız ol, devletin sağlamasını al, bizim sahip olmadığımız inandırıcılığını bize devret, akıt, teslim et. Sayende biz de inandırıcı olalım...

Sokaklarda evlerde meydanlarda odalarda, şurasıyla burasıyla Türkiye’de yaşayan insanlar olarak ne yapmalıyız diye düşünme, Türkiye devleti ne yapmalı diye düşün. Böyle bir aydın/edebiyatçı/entelektüel tutumu olabilir mi? Olursa devlet için fena olmaz hani. Edebiyatçının elinden hayatın gücünü süzüp alan ve onu zayıf olduğu alanda araçsallaştıran ama pohpohlayarak bunu belirsizleştiren bir kategori işte: ‘devlet danışmanı’ olarak aydın.

Türkiye’de çok ciddi biçimde bağlanılan bir “devlet danışmanlığı” geleneği var. Devlet için stratejiler üretme tutumu çok yaygın, devlet ne yapmalı, iktidar ne yapmalı sorusuna yanıt aranıyor hiç dert etmeden kendini sürekli muhalefette addedenlerce bile. Burada kırılmamış bir özdeşleşme bağıyla karşılaşıyoruz. Büyük iktidar yapılarıyla kendini özdeşleştirmeye alışkın kişi o yapının çıkarı için en uygununu bulmaya yönelik düşünce üretmekten başka yol getirmiyor aklına. Devlet danışmanlığı görevine hazırlanır gibi ya da şimdiden bu göreve uzaktan katkı yapmaya çalışır gibi bir dil ve kavrayış beklendik/beklenmedik çok fazla yere hakim durumda.

Edebiyatçı böylece devletin hayatı örtmesine de el veriyor.

Oysa hayatı kollayan edebiyatçı tutumu özdeşliklerin kırılması ile işe başlar ve arkasında hiçbir şey yokken, hiçbir kurum veya örgüt veya para yokken, müdahale korkusuzluğunu da hayattan alır. Dünyaya dağılmış aşktan ve ölümden söz eden metinler devletle özdeşliği takmaz, bir kenara atar.

Bizim daha çok rastladığımız ise o ya da bu idari perspektiften devletle özdeşleşmiş aydın olarak, devlet için danışmanlık yapan aydın olarak edebiyatçılar.

Bu devlete uzak kalındığında başka bir idari otoritenin danışmanlığına da evrilebiliyor. Durum yine vahimdir.

Aslında bu bir kuşatma, tahayyülün devredilmesi ve sınırların pekiştirilmesi gibi de işliyor. Bir büyük bütün tasarısı empoze edilmiş oluyor böylece. Türkiye cumhuriyeti sınırları içinde nefes alanların çeşitliliği ve değişkenliği, kavgası ve kankalığı, susuzluğu ve tokluğu bir kenara bırakılıyor, ve ‘Türkiye cumhuriyeti yurttaşlar topluluğunun bölünüp parçalanmasını önleme’ amacı kelepçesini takıyor.

KİTAP KİTAPÇIDA MI SATILIR? - Birgün yazı 22 /- 16 Ağustos 2005

Birgün yazı 22 -- 16 Ağustos 2005

Süreyyya Evren

KİTAP KİTAPÇIDA MI SATILIR?

Yoksa satılmayabilir mi?

Nereye gitsem, nereye baksam, yerlerde, tezgahlarda satılan nesneler görüyorum. Türkiye’nin alışveriş kültüründe, satınalma alışkanlıklarında böyle bir öğe var. Peki bu şekilde kitabın kitapçı olmayan yerlerde satılması neden korsan kitapla özdeşleştiriliyor?

Pratikten kaynaklanan sebepleri var elbette bu çakıştırmanın. Fakat, acaba başka bir yol olabilir mi diye küçük bir soru da atmalı sanki.

Kitapçıların önemini, kültürel değerlerini, yarattıklarını, katkılarını elbette herkes kabul ediyor. Benim hayatımda da kitapçıların rolü büyüktür.

Fakat Türkiye’de bir şeyin salt dükkanda satılması dahi onun daha pahalı veya daha kaliteli olup olmaması bir yana kesinlikle daha lüks olduğu duygusu yaratıyor. Uzaklaştırıyor. Dükkan malı, ayrı bir kategori. Nerden aldın? Sokaktan ! İşte en huzurlu kabul edilen diyaloglardan biri.

Mağaza, zaten bir elit alışveriş noktası olarak ele alınıyor bu bakışla. Mağazayı güzelleştirmek için yapılmış bütün masraflar ürkütüyor, otomatik açılan kapılardan klimalara kadar herşey.

Aydınlanmacı bakış Türkiye’de kitabı yüksekçe bir yere koyarak erişimi zorlaştırmış. Kitabın değerine yapılan fazla vurgu gündelik kullanımda dolaşımını da güçleştiriyor.

Türkiye’nin satınalma kültürü ‘kitap kitapçıda satılır’ sloganıyla değiştirilemez. Korsanla mücadelenin de esasta korsan kitabın üreticileriyle verilen bir mücadele olduğunu biliyoruz. Satın alanlar veya tezgahlarla değil...

Pazarda kitap olmalı mesela. Ucuz kitaplar diye ayrı bir kategori var bugün. Cep kitapları var, eskiler var şu var bu var. Tekrar işleyen bir kelepir ağı kurulamaz belki kolay kolay ama yine de vurguluyorum, “bir kitapta resim şart” dediği gibi Cemal Süreya’nın, bir pazarda kitap şart.

Kitap, bilgi, kültür –bunlar zaten, aydınlamacı bakışın kafalara yerleştirdiği hiyerarşi sağolsun, insanları eziyor. Aşk nefret ilişkisi klişesinden yararlanalım: nefret ile hayranlık, aşırı hor görme ile aşırı saygı arasında gidip gelen reaksiyonlar yürüyor.

Kitaba saygı belki talep edilebilir. Ama bu kitabın yüksekçe bir yere konulmasını, öpülüp alna vurulmasını isteyen ritüel bazlı bir saygı mı olmalıdır?

Bir kitap tutukunu, nesne olarak kitabı da sever. Kitabın fetişizmi de başlayabilir. En güzel fetişlerden biridir kitap bence de. Dayanılmaz bir cazibesi vardır. Ben en güzel uykularımı duvarları kitaplarla kapatılmış odalarda uyudum. Ama fetiş dayatılamaz. Bunun sonucu kitabın erişilmesi güç bir üstkültür öğesi olarak kodlanması ise bunda bir terslik vardır. Mesele korsanın aşılıp sadece korsana terkedilmiş sahaların; yani sokakların, pazarların, üstgeçitlerin, tatil yörelerinin, kitapçı kaldırmayacak piyasasıyla küçük yerleşimlerin ve benzerlerinin mağazalardan ürken sakinlerine kitabın onları aşan bir şey olmadığını, orada onlarla beraber olduğunu söyleyecek tezgahlar bulundurmak. Ayrıca korsan yokken de sokak tezgahı uygulaması tümüyle yok değildi, bu tarihe de dikkat etmeli.

Büyük marketlerin ellerinde kalmış kitapları fiyat kırarak sattıkları sepetlerdeki düzenin bu sokak düzeninin aynısı olduğunu farketmişsinizdir. Büyük sepetlere kitaplar özellikle karman çorman bırakılıyor –aynı bir sokak tezgahı gibi. Bu düzensizlik bile ürkmeye hazır alıcıya yakınlık hissi veriyor.

Tüm bunlar pratikte ne denli mümkündür, nasıl olur bilemem. Benim dışımda. Ama şunu biliyorum; kitabın ayrı bir yeri olması, görgü ve kültür gerektirmesi, seçkinleşmeyi kabartmakla sonuçlanıyor. Kitaba görgüsüzce yaklaşılabilmeli. Hoyratça kucaklanabilir bir metin. Kitapla sevişilecekse eğer, bu kitabına uygun yapılmak zorunda değil. Biraz günaha, her okur girer...