Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

NEO-EYLÜLİZMİN ‘ÜRKÜTÜCÜ SOYUTLUĞU’ - Birgün yazı 26 / 13 Eylül 2005

Birgün yazı 26 -- 13 Eylül 2005

Süreyyya Evren

NEO-EYLÜLİZMİN ‘ÜRKÜTÜCÜ SOYUTLUĞU’

Nurdan Gürbilek sözediyordu, ‘eylülizm’ teriminin 12 Eylül sonrası Türkiyesindeki hayat ve edebiyat akışlarını nasıl bir kolaycılıkla kodladığından. Tutunulan basitleştirmenin ne yaşanan günü anlamaya ne de sonrasına bakmaya izin vermeyip kaba bir şablonu giydirdiğini hatırlatıyordu. Bu tespitin doğruluğunun üzerinden de kimi olgular geçti ve bugün, 12 Eylül’ün 25. yılında, eylülizm teriminin yeri değişti. Terim, sessizce, neo-eylülizm olurken eski düşmanlarını ve isim babalarını da kucakladı.

Artık eylülizm, ya da neo-eylülizm, ‘80 sonrasını kaplayan çeyrek yüzyıllık toplamın, ne anlama geldiği çoğu kez yanıltıcı veya en azından karışık olmak üzere ‘sağ’ ve ‘sol’ pozisyonlardan, 12 eylülün kurgusundaki homojenlik (standart ordu-millet-vatan homojen Türk ülkesi) tasavvuruna bağlanarak ayrıştırılması ve tekrar birleştirilmesidir. Böylece sergilenen neo-eylülist bakış, daha doğrudan vurgulamaya çalışırsak, (kültürel millicilikten ırkçılığa uzanan) farklı tonlarıyla da olsa merkezi rolü gitgide pekişen bir milliyetçilik, ağır piramidal kavrayış ve otoriter yapılara inanç, gerekirse kendini darbecilik olarak da ortaya koyabilecek tepeden inmeciliğin bir eleştiri aracı olarak değil unutturulmaya çalışılan ve yeniden diriltilmesi gereken bir geleneksel yöntemimiz olarak kavranması, gerçeklikten kopmayı zorlanmadan göze alabilen (safça resmi tarihin gölgesinde toplaşmaktan ipsiz sapsız bir komploculuğa varan) dünya ve tarih yorumlarını egemen kılma eğilimi, enternasyonalizmin stratejik bölgesel ve küresel elitlerin çıkarları çerçevesinde ancak anlam bulabilmesi, ideolojinin hayatın üzerine beton gibi dökülmesi taraftarlığı ve her türlü yataylığın feshi, farkındalıkların teslim alınması ve denetlenmesi, ve geriye, 12 Eylül’den önce 80’lere sonra da çeyrek yüzyıla değişen biçimlerde yayılan toplum anlatısının (Amerikan neo-con zihniyetine ateş püskürürmüş gibi yaparken dahi yerleştirilen) sözde sağ veya sol olsa da aynı muhafazakarlık esprisinde tekrar kurulduğu bir büyük çadır kalıyor.

Edebiyatçıların ve edebiyat çevresinde çalışan aydınların da, kendilerine ayrılan sıraların piramid içindeki konumundan duydukları heyecanın etkisiyle –ama itiraf edelim başka etkilerle de- bu yönelimde aktif yer almak ve yönlendirici olmak isteyebildiklerini görüyoruz. Dolayısıyla neo-eylülist yazarlar, eylülizm tartışmalarının bugünkü geçersizliğini aşarak, günün iktidar dengelerine kültürü bağlamaya uğraşıyorlar. Bunu, hiç de yapılamaz bulmadıkları açık.

Yazar kardeşler Thomas Mann ve Heinrich Mann yazınsal çalışmalarının ilk yıllarında daha sonra bouzlabilen ilişkileri henüz son derece sağlamken, birbirlerine destek olmakta ve edebiyatın sancılarını okur için tanıdık bir şekilde yaşamaktaydılar. Bu gençlik dönemlerinin katlanılmaz gerginliklerine değinirken, Heinrich Mann “yaşamı boyunca üretmek zorunda olan imza sahibi birinin ruh haliydi” diyor.

Daha sonra, farklı politik tutumlarla ve özellikle Thomas Mann örneğinde kendi içlerinde değişimler de geçirerek taşıdıkları imza sahibi ruh halini kamusal bir sorumluluk olarak da algıladılar. Buradaki yani bu tür durumlardaki kaygan geçiş, edebiyatçıların siyasetle ilişkisi üzerine söz alan herkesin gözünü dikmesini gerektirebilmiş gibi görünüyor.

İmzanın kendisine duyulan ve imzayı elitleştirebilen saygı ve bağlılık zamanla imzanın doğuşundaki motivasyonların belirsizleşmesine ve imzanın araçsallaştırılmasına, yazınsal anlamda fetiş siyasi arenada da sosyal bir koza dönüşütürülmesine yol açabiliyor.

Aslında, daha sonra mümkün olursa tekrar ele almak isteyeceğim, kabaca, bir ‘hırs’ın imzayla kuşanarak Türkiye sahnesindeki rolünü yenilemesine vurgu yapmaktır. Bu yeniden doğum, elbette, yeni koşullara uyum sağlanarak gerçekleştiriliyor.

Hiç yorum yok: