Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

EN TEMBEL SÖZCÜKLER BİLE -Birgün Yazı 5 / 19 Nisan 2005 Yazısı

Birgün Yazı 5 – 19 Nisan 2005 Yazısı


EN TEMBEL SÖZCÜKLER BİLE

Süreyyya Evren


Şaşıracak birşey yok. Öyle ya da böyle, ‘ses bayrağımızı’ (anadilimizi) alıp temsili politikalar yapmamızı bekleyenler gerçekten var.

Nostaljik de bir durum. Hayat yürüyor, dil, hem yazılı hem sözlü dil, bambaşka kulvarlardan akıyor. Herşeyin, susan ve konuşan sözcüklerin, uyuyan ve uyanık deyimlerin, utangaç ve girgin şairlerin, birkaç entelektüel tarafından baskı altına alınabileceği, iki üç pusuyla kanın temizlenebileceği bir sahne yok. Zaten bu tür fonksiyonları yürütecek entelektüel pozisyonlar da kalmadı, hoş, yeniden kurulsa da bugün işlemez, yırtılır özerk düşünsel alanların zaman içinde gelişerek açtığı yırtma-izlekleriyle. Ama gene de, bir tür Ataç nostaljisi var galiba. Hey baba Nurullah Ataç’ın poster-ruhu edebiyat akşamlarında, hatırlandığı kadarıyla, mevcut milliyetçi kültürel iklimin de bu inişin hatalarını affedeceğine duyulan sıcak inançla, çağrılıveriyor işte.

Nüansların, ara konumların gözden yittiği, kaba kategorilerin, ulusal aidiyet şemalarının uydu uymadı demeden giydirilmeye çalışıldığı bir hamleler dizisi: ya Öztürkçe sözcükler kullan ya da saf Osmanlıca (bir de ‘Osmanlıca kırması’ diye bir şikayet ortaya atıldığı için söylüyorum bunu) diye inleyen, gerçekten bunlar bugün mü oluyor dedirten mırıldanmalar.

Başka yerlerde de elbet örnekleri vardır, ama Türkiye’dekiler gözümüze iyice çarpıyor: kendini bir şekilde sınırları içinde olduğu devletle, örneğimizde Türkiye devletiyle, özdeşleştiren bir yazar tipi. Bir zamanların sınıfsız, imtiyazsız kütle anlayışından çok da uzak değil, çıkarları ve düşmanları ortak, içiçe geçmiş bir yapı. Başkanı Başkan yazarı da Yazar, sanatçısı Sanatçı, eleştirmeni Eleştirmen, şairi de Şair olan kapalı bir kurgu. Bir demokratikleştirme meselesi gündeme geldiğinde bile yaşamı devlet nasıl demokratikleştirebilir diye sorarlar da mesela yaşamı bizler, yaşayanlar nasıl demokratikleştirebiliriz diye sormazlar. Kültürel meseleler de tümüyle bu milli çerçeveye teslim edilmiş durumdadır. Artık bekçiliği yapılacak kategori Türk dili mi olur Türk edebiyatı mı olur, bahtımıza ne düşerse. Bunlar kesinkes ırkçı kimseler mi? Yoksa ırkçılığın kimi varsayımları içlerine işlemiş ve bunu kanıksamışlar mı? Milli aidiyet alanları dışında bir alan düşünemiyorlar mı? Doğrusu, kişiler değil mesele, fakat bu sözlerin içinde soluk aldığımız kültürel iklimdeki yerleri. Nasıl bir yazı coğrafyası var burada? Özdeşleşme şemalarıyla arası nasıl? Ses bayraklarıyla, akıncılık yapmamız bekleniyor mu? Dil üzerinden siyaset mi yapmalıyız hep beraber?

Aslında, burada gene aynı yere geri dönüyoruz. İlkokul kitaplarında sadece yerli yazarlarını okuyan, temel eğitimde dünya kültürüyle, felsefesiyle, edebiyatıyla doğal bir bağlantının değil tersine doğal gibi sunulan bir kopuşun –Türk ve karşısında bütün dünya- eğitimini alan özneler, bu eğitimle hesaplaşmalarını da tamamlamayınca içe kapanıklık tüm hızıyla sürüyor.

Ulusal bayrakları her yerlere yaymak, yaşamın ve kültürün bütün dokularını o ya da bu millici bayrakla çerçevelemek isteyenler kendini ‘solcu’ olarak tanımlayan, yazarlıkla, eleştirmenlikle uğraşanlar olunca tabii bu sözleri normalleştirerek vermenin kulvarlarına da girmiş oluyoruz.

Sesimizi bayraksızca seslendirmemiz neden istenmiyor? Anadili romantikleştirmek, yakasına bir doğallık rozeti takmak, kuşkusuz anadili biyolojikleştirmek de demektir bir yandan. Irkçılığın adını akla getiren bu. Anadilin tarihselliğini görmezden gelip biyolojikleştirmek anadili bir takım ırk-temelli görüşlerin aracı haline getiriyor. Irkçı ifadesi belki biraz fazladır sakınımıyla ırk-temelli diyorum.

Tabii, şu da var, edebiyatçıyı rahat bırakın, karışamazsınız, burada bir edebiyat yapılıyor ve edebiyatçı yazınsal gerekçelerle gerekli gördüğü sözcük seçimlerini yapar, hayatı kendine referans alır sadece, ideologları değil dediğimde, ihmal ettiğim birşey vardı; dilin bu şekilde ikiye ayrılmasının istense de yapılamaz olduğu çoktan görülmemiş midir? Sözcükler, nüanslarıyla çalışırlar. En tembel sözcükler bile, nüanslarını akılda tutar.

Kökenine göre sözcüklerin farklı çağrışım alanları, farklı tarihleri olduğunu görmezden geliniz ve onları düzleyerek bir eşittir işaretinin iki yanına yapıştırınız diyen ses kimin sesidir? Burada konuşan iktidarın izini edebiyat neden takip etsin?

Bu belki de bir piramidal dil kuramıdır. Örneğin teori ve nazariye sözcükleri hep ‘bakmak’ kökünden gelirken ve olup bitene bakarak onun üzerine düşünmeyi geliştirirken tek merkezden labarotuvar dilini kuranlar, herşeyi kontrol etmek, oyunu bu şekilde kurmak isteyenler kuram sözcüğünü yapmış olmasın?

KUTU

DERGİLER HATLARINI GENİŞLETİYOR
Yeni dergiler geliyor bugünlerde ama eski hatların genişletilmesi ve sürdürülmesi de var bu işin içinde. Biri Ankara’dan geldi, İmge Öyküler, bir öykü dergisi. 90’ların başlarında çok özel bir yer tutan Yazıt dergisinin açtığı hattın son uğrağı. Yazıt, Ocak 1988’de, İzzet Kılıçlı, Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş ve Tamer K. Bilgin tarafından çıkarılmıştı. Daha sonra kadroya katılan Özcan Karabulut bugüne kadar gelen hattın da başlıca sürdürücülerinden biri oldu. Yazıt, 1991 yılında Modern Öyküler Eki vermeye başlamış, 90’lar boyunca sürecek bir öykü dergiciliği çizgisini müjdelemişti. Ben hâlâ Yazıt’ın öyküleri birbirine ekleyen o yoğun tasarımını, piyasa ve kariyerizmden uzak samimi yüklenişini seviyor, özlüyorum. Öykü yüklerdi ortama. Sonradan Düşler Öyküler’de Ankara Öykü Günleri’nde doğallıkla farklı formlar da alarak ve zamanla yenilikler de içererek yürüyen bu çalışmalar dizisi son zeminini de İmge Öyküler dergisinde buldu. Yazıt’ın baş emektarı İzzet Kılıçlı’yı 1998 yılında kaybetmiştik. Kendisini saygıyla anıyorum.

Hiç yorum yok: