Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

TÜRKÇEM BENİM NEDEN SES BAYRAĞIM DEĞİL - Birgün Yazı 4 / 12 Nisan 2005

Birgün Yazı 4 – 12 Nisan 2005 Yazısı


TÜRKÇEM BENİM NEDEN SES BAYRAĞIM DEĞİL

Süreyyya Evren

Türkiye’yi ciddi bir bayrak meselesi kuşattı şu günlerde. Hitler’in en çok okunan yazar haline gelmesiyle başladı gündem, Mersin’de bir Türkiye bayrağı krizi ve yurt çapında bayrak seferberlikleriyle, Trabzon’da bayrak etrafında örülmüş bir linç girişimiyle ve buna cevap olarak örneğin Türkiye düşünce dünyasının önemli dergilerinden Birikim’in 30. yıl özel sayısında diyebiliriz ki önceliğin milliyetçiliklerle mücadeleye verilmesi gerektiğine dair bir tespit ve anti-Kürt hınçtan Taner Akçam’ın Türk Tarih Kurumu’na cevaplarına uzanan bir karşı-hassasiyetler resmiyle devam etti. Kıbrıs, Irak ve AB siyasetlerindeki tüm tıkanmaların içe kapanma ve millici odaklanmaları güçlendirmesi de var. Peki Türkçe’nin ‘ses bayrağımız’ olarak çizilmesi tehlikeli midir değil midir? Semih Gümüş’ün Türkçe ile Kürtçeyi karşılaştırırken “dil insanın anakucağı, anayurdu, ses bayrağıdır,” (Milliyet Sanat, Nisan 2005, “Anadilini Arayan Edebiyat”) ifadelerini kullandığını görünce Türkiye’yi kuşatan bayrak ve milliyetçilik merkezli yükselişlere karşı edebiyatın tutumunu tartışmamız gerektiğini fark ettim.

Dil, genel olarak bütün sanatların ve felsefenin en önemli meselelerinden biridir. Edebiyat ise başlıbaşına bir dil sanatıdır. Ama işte anlam kayması buradan başlatılıyor. Edebiyatçı dile özen göstermelidir uyarısı giderek yazı dilini zapturapta almak isteyenlerin çoğalmasına yol açtı. Halbuki belirlenmiş dil kurallarına iyi uyarak da yapabilir edebiyatçı kendi dilini, hiç uymayıp hepsini bozarak da, kimini bozup kimine uyarak, yeni sözcükler, yeni gramerler kurarak da, hatta ve hatta, tutkularının peşinde dili katederek, hataları, sürçmeleri kucaklayıp kendi yolunu açarak da... Edebiyat bir ‘boşlukları doldurunuz ödevi’ olmadığından, önceden belirlenmiş problemlerin çözümüyle yetinemez, dil memuriyetini ve bir anadilin resmi kodlarına sadakati tek yol olarak göremez.

Anadil kavramının etrafında fazladan bir romantizm yaratıldığını, bu kavrama sahip olmadığı bir doğallığın atfedildiğini, anakucağı gibi duygusal sıcaklıklarla gerçek işleyişin pratiklerinden kopulduğunu söylemeli. Hele Türkiye’de yaşıyorsak ve üstelik hem edebiyatımız hem çevremiz bunun örnekleriyle doluysa... Türkiye’de pek çok örnekte bahsedilen anadil annelerin anadiline karşıdır. Annesinin ana dili Çerkezce, Kürtçe, Arnavutça, Lazca, Boşnakça olan ama kendi anadili olarak Türkçe’yi gören, bir kısmı da sadece Türkçe bilen pek çok yaşıtımız var. Aile hikayelerinde geriye dönük bu tür örnekler de çoktur, anne-baba ikiliğini de aşarak devlet babaya bağımlılıkla da şekillenir. Acaba diyorum, daha çok aslında baba tokadı mıdır anadil, ya da hadi sert kurmayalım analojiyi, babakucağı olsun, özellikle de ulus-devletin veya cemaatin babakucağıdır. Siyasi egemenlik sahalarını ve savaşlarını, hareketleri ve toplum kurgularından hangisine bağlı kalındığını gösteriyor. Hepsi bu. Bunun dışında bir romantizm yok.

Gümüş, aynı yazısında, anadilinin Kürtçe olduğunu söylediği Muharrem Erbey’in Türkçe yazsa bile Kürt edebiyatına dahil olabileceğini savunuyor. Yani sanki Erbey’i anakucağıyla tanımlanmış bir alandan (Türk edebiyatının alanı) başka bir anakucağı alanına (Kürt edebiyatı) yönlendirmek istiyor. Bırakalım bu kategorizasyonlarla edebiyatı araçsallaştıran ideologlar ilgilensin. Edebiyat edebiyatçılar ve okuyucular için daha bir sınıraşırıdır her zaman. Erbey hem Türk edebiyatıdır hem Kürt edebiyatı, hem Türkiye edebiyatıdır hem Erbey yazını hem de hepsinden öte başka bir oluştur. Tamamlanmış bir şey de yoktur ortada. Kitapları farklı farklı okundukça ve Erbey daha da yazdıkça yeni oluşlar yaşanacaktır. Kitabının adını “Yitik Şecere” olarak koymasını da eleştirmiş Gümüş. “Yitik sözcüğü Türkçe özeniyle seçilmişken” diyor, “şecere Arapça”. Ya Kayıp Şecere olmalıymış ya da Yitik Soyağacı!! Nasıl bir dayatmadır bu böyle?! Yazar neden resmi tarih ideolojisine bağımlı kalarak Öztürkçeci bir zorlamaya ya da tersi bir zorlamayla salt ‘Osmanlıca’ya mecbur olsun. Böyle bir mecburi seçim yok. Gümüş’ün deyimiyle “süzülmüş bir dil arayışı” ideologların süzdüğü değil, hayatın ve sanatçıların süzdüğü bir dil arayışıysa anlamlıdır. Resmi süzgeçlerle yapılacak edebiyatı bırakalım politikacılar hayal etsin. Yazar hayata bağlıdır, hayat üzerindeki otoritelerin dil kurgularına değil. Sokaktan ‘yitik şecere’lerin kokusu geliyorsa, mahallesinde şecereler yittiyse, veya olup biteni böyle hissettiyse, yazar da yitik şecerelerden bahsedecektir, edebiyatın üzerine bir kayıp soyağacı giydirmektense...

Hiç yorum yok: