Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

YAZININ SIĞDIĞI KİSVE - Birgün Yazı 9 / 17 Mayıs 2005

Birgün Yazı 9 – 17 Mayıs 2005 Yazısı


YAZININ SIĞDIĞI KİSVE

Süreyyya Evren


Metinler yazarlarından bağımsız olarak birer metin olarak vardır savı yazarın aşırı söz hakkı taslamasının önünü kesmesi açısından iyidir de yazarın yapıtının bir bütün olarak taşıdığı değerin o tek metnin anlamı ve gücü üzerindeki belirleyiciliğini gözardı etmesi açısından defoludur. Elbette bir roman yazılır, yayınlanır, ve yazarından çıkar. Bir şiir, bir kağıda takılır, gider. Fakat dedikleri gibi, günün sonunda, yahu o giden şiir neydi, o uçan roman nereye gitti dendiğinde, metnin aynı kalemden çıkmış diğer metinlerle ilişkisine, yazarın yaşadığı dönemiyle ilişkisine, zamanının tartışmalarına, kısacası binbir türlü bağlamına bakılır. O yüzden bağlamsız gelen çeviri metinleri konumlandırmak güç olur ya. Calvino diyordu hani, bir kitabınızın başka bir dile çevrilmesi henüz o dile çevrildiğiniz anlamına gelmez. Meteor gibi olur kitabınız. Düşer o yabancı gezegene. Türkçeye düşmüş böyle çok sayıda meteor-kitap sayabiliriz.

Onlarca ‘meçhul asker’ garip şiiri şairi, unutulmuş ikinci yeni rüzgarı takipçileri vardır. Eski garip şiir antolojileri gibi derlemelerde toplu görmek mümkündür. Bu kaybolmuş isimlerin yazdıkları güzel dizeler, güzel şiirler bile dönemin sembol isimlerine yazılır. Bunu, öne çıkanlar babadır demek için değil, sürdürmeyenler tu kakadır demek için de değil, metin tek başına nefes almaz, şairiyle yazarıyla bir ortakyaşarlık içindedir demek için aktarıyorum. Ve şairinin de ötesinde bir kesişen bağlamlar ağına aittir.

Ece Ayhan’ı hatırlayalım. Şiirinin durakladığı dönemde, en çarpıcı ve kalıcı şiirlerinin galiba geride kaldığının söylenebileceği hastalıktan çıktığı ekonomik zorluklar yaşadığı ve kendini bu anlamda pek toparlayamadığı dönemde, peş peşe verdiği söyleşiler, kimi telif parası için kimi hastalığı sırasında kendisi için toplanan paralara dair bir yolsuzluk olarak üzerine gittiği ‘77 olayının öfkesinden doğan motivasyonla, sağa sola yazdığı ıvırı zıvırlar, ufak tefek tüm o parçalar, öyle bir bütün oluşturdu, yapıtı öyle tamamladı ki, geriye dönük olarak Bütün Yort Savullar nasiplendi. O irili ufaklı yazı parçalarından, söz aralarından, eskiden yazılmış daha anıtsal çalışmalara anlam aktı, bağlam aktı, Ece Ayhan şiiri kendi mekanını daha bir buldu, sözünü daha bir topladı.

Fakat bununla beraber biz okurlar şair Ece Ayhan figürüyle de bir tanışıklığa girdik, elimizde sadece bir takım kitaplar değil, belirli bir hattın üzerinden geçen bir şair vardı. Çok abartıp bağlanmasak da şimdilik Cahit Sıtkı’nın formülünü devam ettirelim: 70 yıla ikna olalım. Yolun yarısında uzaklaşanların yapıtını yorumlamak çok zordur diyelim. Orhan Veli kimdi, ne yapmak istedi, buna yanıt vermek hep zordur. Orhan Veli şiiri nereye gidecekti, duruşu nasıl şekillenecekti, bunu bilemiyoruz. Doğal devamı neydi o çizginin. Ya Ece Ayhan çok sözü geçtiği için ve kritik bir ameliyata da denk geldiğinden, diyelim 77’de pat diye gidiverseydi 77’den önce yazdığı şiirler şimdi okundukları gözle okunabilecekler miydi? Biliyoruz ki yaşadığı sürece sözünün bağlamını epey detaylı kurdu. Hastalıklara yoksunluklara rağmen çerçevesini ihmal etmedi.

Fakat işte bu noktada biz okurlar için bir sıkıntı başlıyor. O da sözü devam eden şairin yaşamının sona ermesine uyum sağlama güçlüğü, en basit ifadeyle. Ece Ayhan’ın sağlık durumunun uzun zaman hep kötü olması bir lanetli avantajdı okur açısından, kendimizi bu olası ölüme yavaş yavaş hazırladık. Bütün o süreç bir veda süreciydi. Mektuplarının sonlarında dediği gibi “hoş çakal hoş tilki” deme zamanıydı. Acılı hastane günleri yaşamayı, gidip gelmenin bütün o ağırlığını taşımayı kim ister? Ama kanatarak olmasa bile bir geçişe de ihtiyacımız var. Lanetli bir veda istiyor insan. Artık o tanıdığın eski insan bir daha olmayacağını bilerek bir hastayı ziyaret etmek, bundan sonra sadece hasta ve sonra da ölü olacağını bilerek onunla konuşmak, sanki dünyalar arasında küçük bir niş bulmuş da oraya oturmuş bizimle laflar gibi olan o hastanın bakılamaz yüzüne bakmak...

Ani terkleriyse anlamak, bir yere oturtmak imkansız gibi. Sözgelimi, belki başkaları bekliyordu, ama ben Cemal Süreya’nın öleceğini hiç düşünmemiştim. Hâlâ da tam kavramış değilim. Sanki bir yanlış anlama olduğu her an ilan edilebilirmiş gibi bir duygu bu. Zamanla mı oynanıyor, garip bir şaka mı tezgahlanmış, biri anahtarını mı düşürdü, bu Fransızca haberleri kim dinliyor, patatesi köfteyi kim kızarttı, sigara hangi dudakların arasında sıkılıyor?

Hiç yorum yok: