Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

DALÂLET -Birgun yazı 1 / 22 Mart 2005

DALÂLET

Süreyyya Evren


Genel olarak kültürü, ama özel olarak da edebiyatı, belki de belagat sanatlarıyla dirsek temasını da abartılı algılayarak, bir konsensuslar köyü ve tatsız anlamıyla politik davranmanın kariyerist bir mevzisi olarak gören, gerçekte kültürden ve edebiyattan umudunu kesmiş anlayıştan dışarıya sızmanın yolları nelerdir? Neler olabilir ey kari?

Bunu araştıran ve kendi içine kapanmayan sorular sorabilir miyiz? Bütün bir edebiyat sahasını başka sahalara taşa taşa kucaklamayı gözümüze kestirebilir miyiz? Uçsuz bucaksız devasa modeller kurup içlerinde saklanma yoluna mı sapmalı? Açık mıdır kapalı mıdır o yol? Sihirbaz, sadece şapkadan tavşan çıkarmaz, şapkaya tavşan da sokar sonuçta. Fakat burada, konsensus kültürüyle aramızın pek de hoş olmayabileceğini vaadeden bu gazetenin ortamında, konuşacaksak eğer, salacağız kuşkusuz tavşanı, ve kâh Alice kanlar ülkesinde merakımızla, kâh ‘yaşasın edebiyat’çılığımızla takılacağız ardına.

Bu kadar kuşbakışı konuşma kafi. Edebiyata, o meşum meydana, tanıtımmetrelerle ölçülebilir olmuş olsa çoktan terkedilip unutulacak ve fazla da abartılmaya gelmeyen o metinler alemine dönelim yüzümüzü. Sık sık kısırlığından şikayet edilen edebiyat dünyamızla ilgili güncel bir detaya dikkat çekmek istiyorum.

Farkında mısınız, son zamanlarda şair Osman Çakmakçı farklı yayınlarda karşımıza çıkan yazılarında duyulmazlaşmış gevezeliklerin arasından sıyrılan bir tonla söz alıyor. Şurda burda hep Osman’ın yazılarının tartışıldığını duyuyorum. Üstelik, referanslar, mesela Hilmi Yavuz gibi bir figürü veya küçük İskender’i eleştirel okumasından geçirdiği polemiğe çekilebilecek yazılarına yapılmıyor sadece. Sözgelimi altkültür ve edebiyat üzerine yazdıklarına tepkiler genişleyip Varlık dergisinde koca bir dosya konusu oldu. Varlık’taki dosya, altkültür teriminin edebiyatçılarımız ve yayıncılarımız tarafından ne denli farklı ve birbirinden uzak anlamlarda kullanılabildiğini göstermesi açısından özellikle ilginçti. Ve Milliyet Sanat’ın Mart sayısındaki yazısında, bir anlamda Varlık’ta hazırlanan dosyaya cevap da verdi Osman Çakmakçı. Aslında kendisine kızgınım, bana göre çok yanlış bir sınıflandırmayla beni altkültür edebiyatının Türkiye’deki baş uygulayıcılarından biri olarak lanse etmekle meşgul. Ne yazdığımı okumadan postmodern edebiyatın örneğidir deyip geçenlere alıştım, herkes yakından bakacak diye birşey yok, bir ara deneysel lafı dolaştı, tutar mı diye endişelendim, şimdi de bu altkültür çıktı. Hayır, canı sağolsun ama, birisi gerçekten altkültür edebiyatı sanıp okuyacak sonra bana sinirlenecek. Neyse, ayrı bir başlık olarak ele alınması icap eden altkültür edebiyatı meselesini bir yana bırakalım. Ben başka birşeyden sözetmek istiyorum. İddiaları, fikirleri ve tezlerinden değil –tutumundan. Osman Çakmakçı bir süredir değişik birşey yapıyor; kendisi olarak konuşuyor, ‘kendi yalanını söylüyor’. Altkültür tartışmasının bunca tantana koparması da ondan. Yoksa Türkiye’de böyle bir tartışmaya yönelik elle tutulur bir ilgi yok. Varlık’taki dosyanın da satırlaralarında ve üstlerinde bunu fısıldadığını duymamak mümkün değil. Ama bir süredir belirli bir öznelliğin söz almasına çok ender rastlanıyor. Bazen reklam metinleri bir yayındaki en dürüst metinler olabiliyor. Bunu okuyucular da çoktan hissetti. Öyle bir noktaya gelindi ki pek çok imza konuşuyor ancak konuşan kimseyi göremiyor insan. Piyasanın gereklerini yerine getirerebilmek için gözünü karartmış edebiyat girişimcileriyle güvensiz yerel iktidar konumlarının bir takım dengelere ve uzlaşmalara bağlı olduğunu bilenler tarafından önemli ölçüde paylaşılmış bir sahada, hınzırca göz kırpmalar bile azaldı. Bir pazarın, bir tercümenin, bir konsensus şebekesinin, bir milli davanın veya bir ezbere keçiboynuzunun yalanı değil. Şair bizzat kendi doğrusunu ve kendi yalanını söylüyor! İster al, ister alma. Kurduğu köprülere ister itibar et ister etme...

Şairin eski bir dizesininde olduğu gibi “hiçbir köprü karşıya geçirmez ayrıca”

KUTU İÇİNE

Kendi yalanını söylemek deyince, Adana’da yayınlanan şiir-eleştiri dergisi Heves geldi aklıma. Hani ‘taşra dergiciliği’ ölmüştü? Yanılıyor muyum? Derginin ismiyle bir suçlama ifadesini tersine çevirmesi de klasik ama hâlâ anlamlı bir tavır. “Birkaç şairin bir araya gelince heves ettikleri şey olarak dergi mi dediniz, pekala, alın o zaman işte size Heves” denmiş gibi. Bir zamanlar küçük İskender’in de “Çöp” adlı bir dergi çıkarma hayalinden bahsettiğini hatırlıyorum, “başka dergilerin ‘alın bunları çöpe atın’ dediği şiirlerinizi bize gönderin olacaktı” yanılmıyorsam sloganı.

sureyyya@mexico.com

Hiç yorum yok: