Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 14, 2010

PRİAPİK MİLLİYETÇİLİKLER

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

PRİAPİK MİLLİYETÇİLİKLER

BirGün gazetesi, 14 Mart 2010, Dalalet 11/119

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Dünyanın çeşitli yerlerinde Ermeni soykırımı yasa tasarısı oylanıyor haberleri ile karşılaştığında Türkiyeli dinleyici hemen ardından tasarıyı sol partilerin desteklediğini, sağ partilerinse Türkiye lehine lobi yaptıklarını öğreniyor. Bu sol denilen nane nasıl birşeydir ey Allahım, içerde Türkiye’ye karşı dışarda Türkiye’ye karşı! Neden sol her yerde böyle yapıyor, nedir derdi?

AKP iktidarının iyice öne çıkardığı neo-Özalist devlet anlayışının şirket-devlet karakterinden bir süredir bahsediyoruz. Dikkat edilecek olursa Ermeni soykırımı yasa tasarısını oylayan devletlerdeki sol partiler soykırıma ilke olarak karşıyken sağ partiler ilke olarak yana olduklarından bu ayrım ortaya çıkmıyor, veya milli hülyalarımızdaki gibi sol partiler hınçla hareket ederken sağ partiler hakikatin peşinde olduklarından durum bu değil. Aksine durum şu: sağ partiler şirket-devlet açısından bakınca Ermeni soykırımı yasa tasarısını kabul etmenin zararlı, kar marjı düşük bir girişim olduğunu belirterek hayır oyunu destekliyorlar (detay konjonktürel hesaplar bir yana), Türkiye’nin tezlerine değinmeden ‘Türkiye’nin dediği olsun bizim için bu daha iyi’yi savunuyorlar (üstelik hani şu ‘emperyalist’ özlemlere daha yakın olmalarına karşın) ve bu görüşlerini de yüksek sesle dillendiriyorlar. Sol partilerse ilke ile hareket etmek gerektiğini savunuyor. Belirli bir doğru belirleyip buna göre hareket ediyorlar. Aslında tam da bu yüzden Baykal onları millici bir yerden eleştirmek istediğinde bunu doğrudan yapamıyor; yerli sağ partilerimiz gibi Türk düşmanlığıyla veya ilişkilere zarar vermekle suçlamanın onu kurtarmayacağını biliyor. Gözüktüğü gibi tarihi bir doğruya yönelik ahlaki bir karar olmaktan çıkmış, Türkiye’ye karşı siyasi bir karara dönmüştür diyor Baykal. Böyle demek zorunda çünkü CHP bile olsa bir sol parti ahlaki olanı desteklemek yönünde baskı hissediyor (ayrıca ‘tarihi bir doğruya yönelik ahlaki bir karar gibi gözüktüğünü’ de aynı sebeple dikkate almak durumunda kalıyor). Dersim-Kapanımı gibi durumlarda hissetmemesinin sebebi veya bir tek Kılıçdaroğlugillerin belli belirsiz enselerinde esintisini hissetmelerinin sebebi, Dersim meselesini de ahlaki değil siyasi bir varlık sorunu olarak terimleştirmeleri, terimleştirebilmeleri.

Tek tek ülke örneklerine, detaylara, farklılaşmalara girmiyorum; büyük resimde ve imgeler düzeninde baktığımızda dünyadaki Ermeni soykırımı oylamaları böylece bize bir kez daha solun nasıl birşey olduğunu hatırlatıyor. Karşımıza çıkan imge şu: ülkesinin ekonomik menfaatlerine veya jeo-stratejik menfaatlerine ters gelse bile bazı ilkelere bağlılığı öne alıp oradan ahlaki olarak doğru olduğuna inandığı bir pozisyon geliştiren ve bunun mücadelesini veren öğe olarak sol. “Boşver şimdi neyin doğru olduğunu, bize ne Türklerden Ermenilerden, ne daha çok para ediyor ne daha çok güç sağlıyor onu söyle” diyen de sağ.

Eğer Türkiye’nin bu soykırım taraklarında hiç bezi olmasaydı, fantastik bir tarih kurgusu çerçevesinde, diyelim yavaş yavaş Almanya’daki soykırım dünya meclislerinde oylanıyor olsaydı ve Türkiye meclisinde de oylanacak olsaydı, herhalde şirket menfaatlerini akıldan çıkarmayacak neo-Özalist AKP ve gözü merkezileşip Özalizm bayrağını ele geçirmekte olan MHP (Yahudi karşıtı reflekslerini hiç anmasak bile) komple karşı çıkarlardı. Nasıl Darfur celladı darbeci kardeşleri için ‘bana Müslümanlar katliam yaptı dedirtemezsiniz’ kalkanını çektiklerinde tabandan bir tepki görmedilerse gene sorun çıkmazdı. Burada CHP’ye bir övgü aramadan okuyabilecekseniz söyleyebiliriz ki: ulusalcı CHP’li milletvekillerini çatlak seslere rağmen BDP ve Ufuk Uras’la birleşip soykırım tasarısı lehine uğraş verirken görürdük. Tabii dediğim gibi, Türkiye’nin hiç bezi olmasaydı bu işlerde...

Merkez-solun şirket-devlet mantığında pek bir rolü olmadığı gibi bir sonuç çıkmasın tabii bundan. Elbette ciddi rolleri vardır, olmuştur, sonuçta merkez merkezdir sağ soldan önce. Aslında bütün bunları daha önce andığım çifte ihanet teorisine bağlamak için söylüyordum. Çifte ihanetin pratikteki bir adımı çünkü şu: Türkiye’de siyasetin bir şirket yönetimi işi olmadığını, kar zarar hesabı veya devlet sistem ve süreçlerinin modernizasyonu, otomasyonu ve optimasyonu projesi olmadığı, siyasetin siyaset olduğunu, nasıl bir hayat sorusuyla hayatın akışına müdahale olduğunu hatırlatmak ve bunun mücadelesini vermek bizim lehimize. Açıkçası her eğilimden radikal solun lehine. Siyasi olanın diri tutulması gerek: herhangi bir şeyin ideolojiktir diye horgörülmesinin bitmesi ve herşeyin ideolojik olduğu için yüceltilmesine ihtiyaç var.

Şirket-devlet herşeyi hemen nakite tahvil ediyorsa zihninde, deprem bölgesine gidip ilk sözü ölenle ölünmez geveleyerek yeni konut satışlarına lafı getirmek oluyorsa, radikal sol da her felaketi, her kazayı, her havalanan yaprağı siyasete bağlayacaktır, bağlaması yerindedir.

Vakti zamanında, çok önemli kitabı Harita Metod Defteri’nde (Zed, 1999) bulunabilen metinlerinde sol kültür-sanat tutumlarını tartışırken Akif Kurtuluş’un gayet güzel ifade ettiği gibi, siyaset sınır çekmektir. Yoksa sınırların kalktığı bir taşra yakınlaşmasına döner sahne, diyordu; doğrudur. Bugünden bakınca taşra metaforuna eklenebilecek bir benzetme daha yapılabilir: market reyonları! Market reyonları da yan yana güzel güzel geçinir giderler, market reyonlarında gözlediğimiz yan yanalık, malların birlikte sıra sıra kavga etmeden yaşayıp gitmesi hali market sahiplerinin desteklediği bir ‘demokratik’ düzenlemedir bugün. Ama sonunda herkesin ‘tükendiği’ bir düzenlemedir...

ORTODOKSUM AMA MİLLİYETÇİ DEĞİLİM

Son süreçte elde edilen bir söylemsel başarı var: milliyetçilik muharebesi kazanıldı ve milliyetçi olduğunu açıktan söyleyenler rütbe sökülmesi tehdidini hisseder oldular. Bu da hızla her ortodoks lafazanlığın sahte bir ayakkabı paspaslama jestiyle “ben milliyetçi değilim” diyerek start almasını doğurdu. Toplantı odasına girebilmek için kapıda söylenmesi gereken parolaya döndü “ben milliyetçi değilim”. Halbuki belli başlı bütün ortodoks saiklerin doğal bir devam yolu milliyetçilik. Türkiye’deki milliyetçiler dünyada eşine az rastlanır bir manyaklık sonucu milliyetçiliği icat etmiş değiller, Türk solu akla havsalaya sığmayacak şekilde dünyanın en alakasız şeyleri olan sol ile milliyetçiliği yan yana getirmiş değil, dünya sol tarihini azıcık bilen herkesin farkında olduğu gibi aslında. Progresivist olmanın, kalkınmacı olmanın, piramidal düşünmenin, tepeden inmeci olmanın, hiyerarşiyle, toplum mühendisliği ile iyi geçinmenin, modernite içinde kalmanın yolu çözüm birimi olarak ulus-devletleri her zaman içerecek, her zaman o ya da bu şekilde bir milliyetçilik eşlik edecek. İster daha sofistike Blair kumaşından olsun ister yarı çıplak Putin erkeksiliğinde olsun. Modernite ile hesaplaşması soyulmuş, piramidal toplum kurgusuyla derdi kalmamış milliyetçilik-karşıtlığı kulübe giriş kartı edinmek dışında bir çözüm sunamayacak durumda. Pek çok konuda olduğu gibi neo-liberal 2000lerin hükümranlığında bu konuda da 90lara göre geriye düştüğümüzü farketmek zor değil. Milliyetçiliğin arka planını kavrayarak modernite içindeki yerine oturtup doğru algılama çabası giderek silinirken, bu tutumun yerini hediye paketlerinde fiyatlara artık yaptıkları gibi kasada aceleyle milliyetçilik sözünün kazınması aldı. Onun dışında her şey aynı, her şeyin hala bir fiyatı var. 90ların ortalarında Gellner, Hobsbawn, Anderson ve diğerleri peş peşe yayınlanırken, milliyetçiliğin sökülüp atıldığı metinler sahayı yeniden tanımlayan teorileriyle ulus biriminin bir icat, yapıntı, kurgu, bir kültürel ürün olduğunu açıkça ifade ederken Türk solunun belirli kesiminde gösterilen direnç refleksini hatırlayalım: milliyetçiliğin zemininin kaydırılmasının bütün modernitenin zeminine dokunacağını ve ucunun ortodoksiye geleceğini hissediyorlardı. Bugün teorinin genel olarak takatsizleşmesi ve kolaycılıkların hakimiyeti de rol oynuyor elbet. Ülkemizde de hayli etkili olmuş Tahakküm ve Direniş Sanatları’nın (çev. Alev Türker, Ayrıntı, 1995) yazarı James C. Scott’un Devlet Gibi Görmek (çev. Nil Erdoğan, Versus, 2008) kitabına ve benzerlerine geri dönüp özellikle dikkat göstermek gerek. Devlet gibi bakmanın, devlet gibi görmenin doğal sonuçlarını anakronik safsatalar gibi sunmak şık duruyor olabilir ama milliyetçiliğin sağıyla soluyla aşırı belirleyici olduğu bir toplumda çok yanıltıcı zaferler ortaya çıkarıyor.

Modern dünyada devletler ve onların danışmanları ve toplum mühendisleri o ya da bu formda milliyetçiliklerle iş görüyorlar; bu yapının tüm prensipleriyle içinde kalan ortodoks sol da aynı yoldan öyle ya da böyle geçecektir. Milliyetçiliğin priapik zaferleri bazen ancak modern perspektifin ampütasyonuyla çözülebiliyor. Mesele hangi paso geçerliyse onu almaktan değil, yapının altını oymaktan geçiyor...