Bu Blogda Ara

Pazar, Eylül 12, 2010

YAN GELİP YATACAKLARA

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

YAN GELİP YATACAKLARA

BirGün gazetesi, 12 Eylül 2010, Dalalet 37/145

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Bu yazıyı pazar pazar yan gelip yatacaklar için tasarlayayım diye düşündüm. Hani şu yeşilaycılara göre kızılaycıların ekmeğine yağ süren, kızılaycılara göreyse yeşilaycıların üzeri yağlı ekmeklerine bal süren ‘kahvaltı dostları’ için. Hatta evden hiç çıkmayıp internetten okuyacakları düşünerek uygun yerlerde linkler de vermek geçiyor aklımdan. Tabii, her militan yan gelip yatıcı gibi, gözleri televizyonda parmakları klavyede olacaktır diye tahmin ediyorum bu yazıyı okuyanların.

Bahsetmek üzere olduğum internetsiz televizyon/film seyredememe durumu da bununla bağlantılı zaten. Geçenlerde Çakal Carlos’un hayatının en maceralı dönemlerini anlatan Fransız TV dizisini seyrediyordum. Üç bölümlük bir dizi diye geçiyor ama bana Çakal Carlos üzerine üç uzun metrajlı film seyretmişim gibi geldi. Zaten toplam 330 dakika sürüyormuş. Bir ara, filmden çok filmi seyrederkenki halim dikkatimi çekti: Carlos’un hayatının kritik olayları ekrandan akarken ben de kucağımda laptopla olaylarla ilgili bilgileri araştırmadan edemiyordum. Bir yandan OPEC baskını canlandırılıyor filmde, heyecanlı bir olay, kurşunlar, çatışmalar, siyasi kargaşa üst üste; bir yandan da ben OPEC baskınıyla ilgili herşeyi internetten öğrenmeye çalışıyorum. İşin kötüsü İspanyolca, Arapça, Fransızca, Almanca gibi türlü dillerde konuşmaların havada uçuştuğu, altyazıları mutlak takip etmek gereken bir film Carlos. Ama Carlos’a dair bir dolu bilgiyi başka herhangi bir zamanda, canım ne zaman istese internete girip öğrenebilecekken, engel olunamaz bir arzuyla tam da filmi seyrederken öğrenmeye koyuluyorum. O kadarla da kalmıyor, Çakal Carlos’a dolaylı yoldan adını veren Frederick Forsyth’in Çakal kitabını okusam mı acaba diye düşünüp nadirkitap.com’dan alışveriş listeme ekliyor, Forstyh’in başka kitaplarını da edinsem mi, neden böyle pop klasiklerini ihmal ediyorum diye aklımdan geçirmeye başlıyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi açtığım onlarca pencereden biri de amazon.co.uk idi; tam “acaba zaman ayırıp bir Carlos biyografisi okumaya değer mi, yoksa sadece filmi mi seyretmeli” diye düşünürken gene de alışveriş listeme bir Carlos biyografisi ekledim, sonra karar veririm diyerek. Zaten böyle internette kitap alışveriş listeleri oluşturmanın fiili kitapçı dolaşmaktan farklı bir yanı da bu: zihninde tutmak zorunda değilsin geçerken meraklandığın her şeyi, bir yerde görüp de neymiş acaba, alsam mı okusam mı dediğin kitaplar orada bir liste halinde saklanıyor, dönüp bir kitap alacağın tuttuğunda onları da elliyorsun.

Sonra birkaç gün önce Türkiye – Yunanistan basketbol maçını seyrediyordum, gene kucağımda laptopla. Bir ara Ersan İlyasova coştu basketleri peş peşe atmaya başladı, ben de tabii merak ettim “bu İlyasova hangi ülkedendi?” diye. Özbekistanlı mıdır Kırım Tatarı mıdır anlamaya çalışırken esas isminin Arsen olduğunu öğrendim. Şu isim Türkçeleştirme tavrına sinir oldum yine, Arsen çok daha güzelmiş, üstelik Arsen Lupen gibi de olurdu, kimbilir gazetecilere ne manşetler çıkardı. Futbol milli maçlarında top Aurelio’ya gelince bazı spikerlerin “Mehmet” demeleri ne iticidir mesela. Ve de Aurelio’nun sırtına sıkıştıra sıkıştıra “Mehmet Aurelio” yazmaları... Hoş bu devşirme oyunculardan bahsetmenin anlamı da sürekli değişiyor. Ben milliyetçi hezeyanları dağıtacak bir öğe diye düşünüyordum devşirmelerden bahsetmeyi, ama bakıyorum milliyetçilik belirtisi sayılmaya başlanmış. Colin Kazım Richards’ın da ismini değiştirmeye kalkmışlardı milli takıma alacağız diyerek. Çocuk eğlenceli bir oyunla direndi ve ismini Kazım Kazım yaptı. Kazım’ın ismiyle ilgili net bir açıklama arıyorum internette ve Futbol Federasyonu’nun web sitesinde Kazım Kazım olarak geçtiğini görüyorum. Kazimrichards.com adresli kendi sitesinde ise tam ismi Colin Kazım Richards dedikten sonra “nickleri”, yani takma isimleri şöyle sıralanıyor: CKR, Coca-Cola Kid, ve Kazım Kazım!... Aynı sitede Kazım Kazım ismine açıklık da getiriyor.

İnternetle televizyon seyretme alışkanlığına geri dönersek, en kesintisizini Türkçe bir tartışma programı seyretmek sağlıyor. Zaten ekranda hareket yok, altyazı yok, sadece ses mühim: laptoptan okumalar yaparken arkadan tartışmayı dinlemek gayet mümkün. Aslında hadi şu laptopa bir işlev bulalım diye başlamıyor süreç: ATV’de bir söyleşi görüyorum, yeşilaycılar kendi sahalarında nasıl oynuyorlar acaba diye bir iki dakika dinleyeyim diyorum, bir de bakıyorum Hasan Bülent Kahraman da orada, şaşırıyorum ve bu süreçte Kahraman’ın ne yazdığına hiç bakmadığımı farkediyorum. Hemen Sabah’ın sitesine girip birikmiş yazılarda dolaşarak pozisyonunu anlamaya çalışıyorum ve aynı anda söyleşi de televizyonda devam etmekte oluyor.

Tabii internet illa dışarıdaki bilginin içeriye alınması değil, sen de dışarıya bilgi verebiliyorsun (diyelim Facebook marifetiyle veya Twitter üzerinden). Mesela neyin bilgisini; tam o anda dışarıyı (diyelim bir basketbol maçını) takip etmekte olduğunun bilgisini. Yani aslında gönderilen bilgiyi aldığının bilgisini. Bu bilgi gitgelleri sırasında bir distorsiyon yaratılabilirmiş gibi bir duyguya kapılıyorsun. Ve sonra Facebook’da ‘home’ sayfasına giriyorsun ve mahalle baskısı gibi ‘Facebook baskısı’na maruz kalıyorsun, ya da daha kötüsü, sen Facebook baskısı uygulamaya başlıyorsun...

Ta ki televizyondaki konuşmacının ellerini merak edip başını laptoptan kaldırana dek...