Bu Blogda Ara

Cumartesi, Mayıs 02, 2009

Birgün, 1 Mayıs 2009

Chicago Anarşistlerinden Taksim’e

Süreyyya Evren


1 Mayıs’ın köklerindeki kahraman Chicago anarşistleri mevcut koşullarını korumak için mücadele etmiyorlardı –yeni haklar talep etmekteydiler... Defansif bir solculuk yatmaz 1 Mayıs’ın tarihinde. Talepkar, dönüştürücü sol yatar.

Son yıllarda Türkiye solu dönüştürücü gücünden çok şey kaybetmiş bir görüntü çiziyordu. Globalist-İslamistlerle nasyonalist-laikler arasındaki kutuplaşma çok yıpratmıştı. Kimileri anti-emperyalizm sömürüsüyle nasyonalist kanala akarken kimileri de demokrasi defansını çatalım derken global ve lokal (İslami) iktidarlarca çerçevelenmişlerdi. Bu sıkışmışlıktan çıkmak için sürdürülen arayışların teorik içerimlerine büyük bir ciddiyetle eğilmek gerektiği doğrudur. Ama dikkat çekmek gereken bir başka nokta da Taksim’de 1 Mayıs kutlaması talebinin bizzat sol tarafından ortaya konan bir gündem olmasıdır. Bu gündem dışardan dayatılmış değil. Boğuşmak durumunda kaldığımız, istemesek de pozisyon almak zorunda kaldığımız gündemlerden biri değil. Doğrudan, bizzat solun gündemi. Ve hem 1 Mayıs bizzat zaten solun gündemi hem de Taksim’de 1 Mayıs solun masaya getirdiği bir gündem. Bu nedenle sonuna kadar takip edilmesinin ekstra önemi var. 2007’den 2009’a gelen sürecin solun moral üstünlüğünde geliştiği de açık. Ve bu tip yükselmelerin son halkalarında sıklıkla olduğu gibi, 2009 1 Mayıs’ının sözgelimi 1996 1 Mayıs’ı gibi kritik 1 Mayıslardan biri haline çevrilmesi ihtimali de mevcut.

2007’de sol 1 Mayıs’ta Taksim’de buluşalım’ı yaratınca devletin tavrı tüm şehri bloke edip solcuları teşhir etmek ve kamuoyunun oluşacak öfkesini solculara doğru akıtıp Taksim’de 1 Mayıs girişimini moral olarak doğduğu anda boğmaktı. Fakat İstanbullular bu beklentiyi tersine çevirdiler. Sola değil hükümete kızdılar. 30 tane solcunun Taksim’e geçmesine izin vermiycem diye inat ederken bütün İstanbul ekonomisini felç etme kaprisi olarak yorumladılar. Bu tam da AKP’yi yaralayacak birşeydi çünkü gerçek bir işbitirici, gerçek bir Özalist iktidarın en son yapacağı şey işleri ideolojik kaprislerle aksatmaktır. Birden özlerine ihanet etmiş gibi oldular. Kamuoyu devlete, “solcular Taksim’e gelmek istiyorlarsa bırak gelsinler, sen onları orada döveceksen döv, bizim işlerimizi aksatma beceriksiz hareketlerle” mesajı yolladı. 2008 gelince hükümet bu eğilimi doğru okuduğu mesajı vermeye çalıştı ve hastanelere kadar kovalayarak yıldırmaya kalktı solu. Ama sol oraya gelmekle kazanmıştı zaten. Devlet babalaşmanın doğurduğu sahneler liberal-global kanadı ürküttü, moral üstünlük en güçsüz dönemindeyken galip gelme duygusu yaşayan sola geçti. 2009’a gelindiğinde devlet Kürtlere karşı denediği aynı taktiğin farklı da olsa bir versiyonuna prim verdi: isyanı biz şekillendirelim dediler ve 1 Mayıs’ı tekrar bayram ilan etmekle 1 Mayıs meydanının neresi olacağı, bayramın nasıl kutlanacağı kozunu da ele geçirmeye çalıştılar. Tabii en önemlisi 1 Mayıs günü ekonominin aksadığı anti-Özalist bir sahne doğması riskini ortadan kaldıracak şekilde 1 Mayıs’ı tatil ilan ettiler. Yeni bir 2007’nin yaşanmasını engellemiş durumdalar. 2009’un (bu yazıyı yazarken henüz bilemediğimiz) 1 Mayıs’ı bu şartlar altında isyana el koyma stratejisinin yansımalarıyla sıcak intikam kontrolsüzlüğünün bir birleşimi şeklinde geçecek.

2009 siyaset sahnesinde Türkiye solunun hem entelektüel olarak hem de fiilen güçleneceği bir sene olabilir. Kutuplardaki erimeler bu yönde çeşitli ihtimaller doğuruyor. Ve her ne kadar bunlara dair konuşmak sofistike analizleri diri tutmayı gerektiriyorsa da, Chicago anarşistlerini, Albert Parsons ve arkadaşlarını anmakla başlayan ve Türkiye dahil tüm dünyayı kateden pek çok başka belleği kendine katan duygusal bir yükü de var 1 Mayıs’ın. Ve bu duygusal yük, açıklama ve yorumlamadan çok duygudaşlık talep ediyor...

Birgün, 20 Nisan 2009

MİLLİ MAÇLAR VE MİLLİ İMGE

Süreyyya Evren


Son İspanya-Türkiye maçlarında dehşetengiz Türkiye motifli reklamlardaki yoğunlaşma hatırlarsanız epey dikkat çekmişti. Ezip geçen, aman vermeyen, soluk aldırmayan, her daim üstün ve acımasız Türkiye imgesine maruz kaldık. Reklamlarda öne çıkan bu milli imgeyle Batı’daki Türkiye milli takımı imgesi arasındaki uyuşmazlık doğrusu çok dikkat çekici. İçerde kendimizi eşyanın tabiatı gereği galip diye kodluyoruz halbuki son Avrupa yarı finali ardından Batı’da oluşan imaj gerçekte zayıf olmasına karşın favori rakiplerini sürklase edebilecek bir hırsa, gözükaralığa, mücadeleciliğe sahip olan, sürpriz yaratmaya hazır –ve bu nedenle de yer yer sevimli– bir ekip imajı. İsviçre siciline rağmen sempatik bulunabilen bir takım. Tuhaf hareketler yapan teknik direktörü, öngörülemeyen performansı, adsız sansız oyuncuların bir seviye altta giden hatalarla şaşırtıcı ustalıkları harmanlayabilmesi, hemen her maçı ya son saniyede kazanması ya da son saniyede kaybetmesi ile bütün kupanın seyir zevkini arttıran bir ekstra öğe. En kötü dönemlerinde bile, üstelik parlak birşey de ortaya koymadan istikrarlı bir şekilde kazanabilen Almanya’ya karşı yarı finalde pek çok Avrupalı’nın umutsuzca ama hoş bir duyguyla desteklediği takım. Ve de o maçta gerçekten güzel oynamalarının şaşkın bir sevinç yarattığı, elenmelerinin Almanya’nın adaletsiz zaferler zincirine kanıt addedildiği bir topluluk.

Aslında güçsüz olanın –bir önceki kupada Yunanistan’ın yaptığı gibi garantör yollarla değil de delibozuk yollarla– başarıya koşmasını seyretmek herkes için enteresandı.

Ama bizim kendimize gösterdiğimiz milli imgemizde bu tür bir sevimliliğe en ufak bir yer yok. Sevimli olmak değil muktedir olmak istiyoruz. Reklamcılar da bu algıya oynuyorlar. Kendi markalarını da milli takım imgesiyle birlikte muktedirler kümesine toplamaya çalışıyorlar.


Mesela hiç bir zaman, diyelim çıkış yapan, geriden gelen, küçük ama iddialı bir firmanın kendini milli takımla özdeşleştirip ‘en güçlü biz değiliz ama bir de bakmışsınız kazanmışız’ söylemini dolaşıma sokmaya kalktığını görmüyoruz. Böyle bir reklam çekilse Türklüğe hakaretten dava konusu bile edilebilir.

İspanya’daki maçın naklen yayımı sırasında dikkatimi çeken ilginç bir nokta da şuydu: maç henüz başlamadan, bir durum değerlendirmesi yapan Rıdvan Dilmen, hemen bütün futbol yorumcularının milli takımı bir hezimetin beklediğini düşündüklerini, kendimizi çok küçük gördüğümüzü, halbuki İspanyolların bize saygı duyduklarını çeşitli emareleri yorumlayarak özenle dile getirdi.
Yani bir yandan da bu muzafferdir ezer geçer Türkiye imgesi Türkiye’de ikna edici bulunmuyor –ama gene de pohpohlanıyor. Ve sempatik sürpriz ekip imgesi hiç yok. Eh bu durumda ne yapıyoruz, muzafferin tam tersine, ebedi mağluba geri çekiliyoruz. Rakiplerin saygı duymasının bile haber değeri taşıdığı bir ruh iklimine dönüyoruz.

Bu şartlar altında kazanç anlarının histerik olması kaçınılmaz. Ve mağlubiyetler beklenenin tersine huzur veriyor. Yenildik, gene yenildik, ve şimdi herşey yerli yerinde. Kötü olmasına rağmen kazanan imgesi sıkıntı yaratırken en iyi olmasına rağmen yenilen imgesi iç huzuru yayıyor. Dolayısıyla ezeriz biçeriz motifli milli takım reklamları yenilgilerden zarar görmüyor. Aksine iç huzurunu tamamlıyor. Oynanan oyuna değil oynanan oyunun görünür kıldığı özümüze odaklanmış durumdayız çünkü. Her maçta özümüz sınavdan geçiyor. Kaybedeceğimizi, kaybetmeyi hakettiğimizi ama aslında herkeslerden iyi olduğumuzu düşünmeye kendimizi salıyoruz. Ve her yanı saran milliyetçiliklerimizdeki pek çok tehlikeyi bu pop alanda bir güzel ete kemiğe büründürüyoruz böylece...