Bu Blogda Ara

Cuma, Eylül 03, 2010

HRANT DİNK’E NEFRET SÖYLEMİ

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

HRANT DİNK’E NEFRET SÖYLEMİ

BirGün gazetesi, 29 Ağustos 2010, Dalalet 35/143

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Bizim ulusalcılar bazen Avrupa ülkelerinde Ermeni soykırımı ifadesini inkar edenlere davalar açıldığında, hapisten, cezadan bahsedildiğinde şok oluyorlar ve bu garabeti nasıl açıklayacaklarını şaşırıyorlar. Meşreplerine göre enternasyonal komplolarla, tüm Batılıların ikiyüzlülüğüyle veya emperyal işbirlikleriyle anlam vermeye çalışıyorlar. Açıklamakta çektikleri bu güçlük, demokrasiyi bilmemelerinden veya daha hafif söyleyelim, sindirmemiş olmalarından, demokrasi kültüründen yoksunluklarından kaynaklanıyor. Bazen demokrasi bir tür ‘fikirlerin orman kanunu’ zannediliyor Türkiye’de. Halbuki demokraside birinci kural anti-demokratik olduğunda uzlaşılanın elimine edilmesi ve en anti-demokratik tedbirlerle sonsuza kadar susturulmasına çalışılmasıdır. Eğer demokratik bir topluluk ortada anti-demokratik bir felaket olduğunda uzlaşırsa alacağı en demokratik tutumu inkarcıları bastırmak olarak tanımlayacaktır.

Doğal bir devam yolu olarak demokratik ortamlarda nefret söylemlerine söz hakkı tanınmaz. Nefret söylemi görüldüğü yerde boğulur, yalıtılır, baskı altına alınır. Aklında nefret söylemleri cirit atanların dahi ağızlarını açmaya cesaret etmekte zorluk çekecekleri bir ortam yaratılır ve bu sahne ifade özgürlüğünün engellenmesi sınıfına girmez, çünkü nefret söylemi demokraside özgürce ifade edilmesine göz yumulabilecek bir söylem değildir.

Sözgelimi geçenlerde bir bakan, nefret söylemi kullanarak eşcinseller hastadır, eşcinsellik bir hastalıktır deme cüretini göstermişti. Tabii bu gerçekten cesaret gerektiren bir edim değil çünkü bir demokrasi ülkesinde yaşamıyoruz. Böylesi bir nefret söylemi kullandığı için kimse istifaya zorlanmaz, köşeye sıkıştırılmaz, yalıtılmaz, pasifize edilmez, pişman edilmez. Aksine, muteber bir tartışma konusu açmış gibi yapılır. Haliyle de nefret söylemleri meşrulaşır.

İşte bütün bunları sağdan soldan duyan veya esrik bir anında sezen ve başımızdan pek eksik olacakmış gibi görünmeyen iktidarımız Hrant Dink davasındaki meşum savunmasını hazırlarken bir de baktık ki nefret söylemi denilen kırmızı çizgi her an kendi nefretlerimizle doldurabileceğimiz boş bir kategorik suçlama addedilerek araçsallaştırılmış. Hani sanki şöyle bir mantık yürütülmüş; “şu AİHM MAİHM icat eden ülkelerde bir şey nasıl tu kaka ediliyor, buna bakalım da kendi tu kaka ettiklerimizi de oraya bağlayalım. Haa Nazi var, Nazi’ye kötü diyorlar, bir de nefret söylemi çıkmış, ona kötü diyorlar. Öyleyse hayatı tüm nefret söylemleri ile savaşla geçmiş Hrant Dink’i alalım nefret söylemi üreticisi gibi gösterelim! Kesin bu gavurlar her Nazi çamuru atılanı bakmadan boğuyorlardır. Nasıl fikir ama? Keh keh...” vs vs...

Şark kurnazlığının nefret söylemiyle imtihanı! Meşhur kamplaşmanın iki yakası biraraya gelmez demeyin, nefret üzerinden geliyor. Ne toplumsal barış ama!

O kadar ki, Türkiye’de sokağa çıkıp “Apo’yu ve arkadaşlarını asıcaz, bir imza verin,” diye bağırmak bir sivil toplum davranışı, bir ifade özgürlüğü alanı, demokrasinin genişliğine bir örnek. Aynı meydanda bir başka tezgah açıp “Apo serbest bırakılsın, bir imza ver” diye bağırmanın imkansızlaştırılması da nefret söylemleri ile mücadele, provokasyonlarla mücadele!...

2008’de gösterilen Valkyrie adlı filmi hatırlayalım. Bryan Singer’ın yönettiği, başrolünde Tom Crusie’un oynadığı Valkyrie, 2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Hitler’e suikast gerçekleştirmeye çalışan Alman Direnişi üyesi subayların mücadelesini anlatıyor. Hitler’e yönelik suikast girişimlerinin en sonuca yaklaşanı olan 20 Temmuz 1944 bombalamasını merkeze alan hikaye, bombayı Hitler’in masasının dibine bırakan subay von Stauffenberg’i takip ediyor. Direnişin sadece Hitler’e suikast planı ile yetinmekten kurtulup bir adım öteyi planlamasında ve Hitler’in ölümünün hemen ardından seri bir darbe gerçekleştirerek iktidarı SS’lerden ve Nazi’lerden alma kurgusunda von Stauffenberg’in büyük payı olduğunu görüyoruz. Kritik nokta şu: filmi seyreden bütün demokratlar von Stauffenberg ile özdeşleşiyorlar ve darbe girişiminin başarıya ulaşmasını dileme duygusuyla hop oturup hop kalkıyorlar. Yönetmen Bryan Singer, von Stauffenberg’in sadık bir albayken darbeler ve suikastler planlayıp uygulayan bir komplocuya dönüşmesini Clark Kent’in Süperman’e dönüşmesine benzetiyor.

Süperman denince gerçekten de böyle bir kahraman anlarız: eşcinsellik hastalıktır diyenleri susturan, sokaklarda asıcaz kesicez mobilizasyonları tertiplenmesini engelleyen, Hrant Dink’e Nazi demeye kalkanları yerine oturtan bir kahraman. Ya da süper kahramanlarla yer değiştirtecek olursak, bir gulyabani. Demokratik arzunun heroik bir cisimleşmesi, deyim yerindeyse, bir çoklu özne. Belki de temel sorunlardan biri Nazi’nin ne olduğunu da bilmiyor ve bilmek istemiyor oluşumuzdur. Ne Türkiye’deki eğitim sistemi ne de genel olarak kültürel zemin bu bilgiyi pek önemser gibi görünmüyor. Canı sıkılan karşısındakine “pis Nazi” diyebiliyor o yüzden. Türkçe sözlüğe “nazi” maddesini yazacak olsak ne kadar zorlanırdık, bir düşünün. Acaba Kemal Sunal’ı yadetsek mi, bu vesileyle, onun yerel perspektifi yansıtan bir cevabı vardı...