Bu Blogda Ara

Pazar, Haziran 20, 2010

SİNCAN İSTASYONU HADDİNİ Mİ BİLSİN?

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

SİNCAN İSTASYONU HADDİNİ Mİ BİLSİN?

BirGün gazetesi, 20 Haziran 2010, Dalalet 25/133

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Edebiyat dergilerinde yapılan soruşturmalara cevap verenler bazen çok sert çıkışlar yapıyorlar. Sincan İstasyonu dergisi de son sayısında benzeri fırçalardan yemiş (Sayı 33, Mayıs 2010) maalesef. Halbuki sordukları soru gayet sağlıklı bir tartışma zemininin açılmasına da yol açabilirdi. Sincan İstasyonu önce bir tespit dile getiriyor. “Putları Yıkıyoruz!” diyebilen Nazım Hikmet’in ve İkinci Yeni’nin Türkiye şiiri üzerinde iki büyük gölge olduklarını, son otuz-kırk yıl içinde ortaya çıkmış şairlerin bu gölgelerin altında görünmezleştiklerini öne sürüyor. Nazım Hikmet ve İkinci Yeni’nin aşılamaz ikonografik unsurlar olarak şiir evrenimizde yer almasına isyan etmek öyle pek de temelsiz addedilebilecek bir değerlendirme değil. Öte yandan, gölgelerden kurtulma arzusunun elini kolunu bağlayan başka bir gölge var: Türk şiirinin kendine dair algısı! Türkiye şiir tarihi hiç sorgulanmayan bir dizi önkabule dayanıyor. Başlangıçlara, doğuş anlarına soru sormak adeti yok. Modern bir tarihyazımı şeması uyarlanıyor. Önce bir kurucu, sonra üzerine birşey koyarak ilerleyen akımlar ve o akımların önde gelen şahsiyetleri ve bugüne yaklaştıkça toz bulutu. Bir postüla olduğuna bu kadar ikna olunmuş olmasa hiçbir ikna ediciliği olmayan bir lineer şema. Şimdi bu lineer anlatı yaklaşık olarak şöyle işleyebiliyor; ‘İkinci Yeni şairleri kendilerinden önce yazılmış Türk şiirini önlerine aldılar, bir yandan da büyüyen kentlerin sosyal çevrelerinin etkisi altında kalıyorlardı, dönemsel bir denk gelmeyle, Orhan Velilerin şiir çıtasını birbirlerinden habersizce farklı noktalardan ama benzer tutumlarla aştılar ve yeni bir platform çattılar. Biz hala bugün bu platformun üzerindeyiz.’ Tabii bu borç yükü gölge de ediyor. Dolayısıyla kim ne kadar güzel bir şiir yazarsa yazsın platform İkinci Yeni’nin olduğu için bir eğretilik sürüyor. Ağaçsı gelişmemizin yan dalında da toplumcular Nazım’ın çattığı platformun üzerinde güzel şiirler yazıp duruyorlar ve yeni bir platform inşa edemediklerinden onların da borç yükü ağır.

Bu anlatıdaki problemler bilmem say say biter mi. Birincisi lineerliğin kendisi tüm yapmacıklığıyla, açıklayamadığı her şairin üzerinden atlamasıyla, ite kaka kutuya sığdırma üslubuyla sırıtıyor. Şiir tarihinin lineer bir çubuğa çentiklerle sabitlenmesi fikri kendi zorlamalarına mahkum bir fikir. Şiir sürekli ilerlemiyor. Şiir yollar açıyor, açarsa. İleri, geri. Solucan delikleri ile, zamana. Sonra bir platform yaratabiliyor evet, üzerinde nefes alınacak. Bir tür paradigma. Fakat işte ikinci sorun da orada beliriyor: İkinci Yeni kendi başına hiçten gelip bir paradigma mı inşa etmiştir? Gene aynı modern tarihyazımının tuzaklarına düşüyoruz. Bağlam hiçe sayılıyor. Öncelikle İkinci Yeni şairlerinin, ve daha da önemlisi bu şiiri yayımlanır yayımlamaz alımlayan Türk şiir izlerçevresinin, İkinci Yeni ile geldiği iddia edilen şiir paradigmasının tüm parametrelerine, dünya şiiriyle tanışıklık seviyesindeki yükselme nedeniyle, zaten hakim oldukları açıktır. O dönemde yayınlanan çeviri şiirler ve şairlerin (ve izlerçevrenin) yabancı dillerden yaptıkları okumalar dikkate alınmadan nasıl olur da bağlamsızca hiç yoktan birileri çıkıp Orhan Velilere bakıp onların paradigmasını aşan yeni bir paradigma inşa etmiş gibi konuşulabilir? Ayrıca 50lerin öykü evrenindeki yenilenmeler, sinema sanatının artan etkisi, vs vs hiç yok da tek bir disiplin kendi içinde birbirine birşeyler ekleyerek mi ilerliyor? 50’lerle ilgili gerçek bir araştırmayı kim yapacak olsa pek çok disiplinde birden benzeşen gelişmeler yaşandığını, dünyaya eklemlenme süratinin arttığını, bunların birbirlerini de etkilediğini görebilir. Ve şiirdeki temelde bir tür tesellidir: modern dünya şiirine adım atabilmenin tesellisi (aynı zamanda legal de bir adım olduğundan tedirginliğin eşlik etmediği bir duygudur bu, Nazım’dan ağzı yanmış ve Nazım’ın ana şiir gövdesinden iktidarca dışlanmasına direnememiş ve bu direnememeyi unutmaya dayanan hayli sorunlu bir psikolojik iklimde kendi benliğini inşa etmiş Türk şiiri için). Biz de Rimbaud gibi yazabiliyoruz, biz de Apollianaire gibi yazabiliyoruz ve Türkçe yazılabiliyor bunlar. Hepimiz İkinci Yeni şairlerine hayranlıkla büyüdük, hala mısraları, imgeleri dilimizi, hatta ufkumuzu sarıp sarmalar, ama herhalde gizlice herkes biliyor olmalı ki İkinci Yeni’nin dünya için yeni tek yanı öznelerinin kültürel aidiyetleri. Bize verdiği en ana gurur da bu: biz de bir parçası olabiliyoruz dünya şiir evreninin! Ama bu teselli özsaygı için yeterli olmadığından, bununla başedebilmek için giderek daha da narsisistik bir ben söylemi, bir başı arşa değen büyük Türk Şiiri anlatısı yeşertiyor şiirimiz birbiriyle anlaşarak.

Esas gerçek şu olmasın: Türk şiiri henüz tek bir akım çıkarmadı!