Bu Blogda Ara

Pazartesi, Mayıs 24, 2010

ERDEM KEKEMELİĞİN NERESİNDE? -III-


KÖŞE İSMİ: DALALET


BU YAZININ BAŞLIĞI:


ERDEM KEKEMELİĞİN NERESİNDE? -III-


BirGün gazetesi, 23 Mayıs 2010, Dalalet 21/129


Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com



Enis Akın, Kekeme Türk Şiiri kitabında, Tevfik Fikret’i ilk kez bir tutum sergileyen şair olduğu için övüyor. Cemal Süreya ise, yıllar önce, Şapkam Dolu Çiçekle’de, tutum sergilemekten başka kayda değer bir numarası yok Tevfik Fikret’in diyerek şairi yeriyordu. Aslında burada bağlamın önemine dönüyor olsak gerektir: Cemal Süreya, 69’da, şaire tutum sergilemenin belirli biçimleri dayatılmaya başlanmışken, kendisinin ve İkinci Yeni’nin itibarını düşürmeye çalışanların altını oymak üzere, belirli çevrelerde Tevfik Fikret’in itibarını düşürmeye çalışıyordu. Enis Akın ise 2000lerde, tutum almanın itibarsızlaştırıldığı bir evrede konuşuyor, tutum almanın itibarını, ezbere olmayan bir yerden, geri almaya yöneliyor. Kekeme şiir tutum alan bir şiirdir. Akın’ın kekeme şiire başvurması bu devirde tutum almayı toplum mühendislerinin tekelinden çekip edebiyat dostlarının dönüştürücülüğüne vermeyi amaçlıyor. Kekeme şiirdeki yapmama-ve-yapma’nın yapmama kısmı bu tutum almayı işaret eder. Başarısızlık başarılamadığı için önemli değildir, başarıya karşı tutum alındığı için önemlidir. Kekeme şiir kendi dilini yabancı gibi konuşmaya kalktığında Türk şiirinin kendisine dair algısını da karşısına alacaktır.


TÜRK ŞİİR ALGISINDA DİKİŞSİZLİK


Türk şiirinin kendi kendisine dair algısını belirleyen Türk şiiri anlatısı epik bir anlatı. Bu anlatının hangi soruları sorduğunu ve hangilerini sormadığını izleyerek kırabileceğimiz yerleri bulabiliriz. Türkiye şiir ortamının (ve kendi tarihine dair kavrayışının) yaratıcı destabilizasyonlara çok ihtiyacı var. Kendi üzerine atlas yorgan sermiş, eklemsiz, yekpare bir anlatı kurup onun uzlaşmalarına sadık kalarak konuşmayı, hatta tartışmaları bile büyük çerçeveyi sarsmadan yürütmenin yollarını bulmaya odaklanmayı içselleştirmiş bir şiir evreninden bahsediyoruz. Orijinlere, kavramların dolaşıma sokulduğu anlara sorular yönelterek yolunu açmayı akla getirmeyen bir anlayış egemen. Dikişsizlik üzerinde kayıp gidilebilecek bir şiir zemini seriyor. Tökezlemek, hata yapmak ve kekelemek; düştüğün yere parmaklarını geçirip oradan yırtmakla, hata yaptığın yerden başarıyı zedelemekle, kekelediğin yerden dili kırkyamaya çevirmekle erdeme dönüşüyor. Erdem kekemelikte çünkü erdem delokasyonda (yerinden etmede), destabilizasyonda (istikrarsızlaştırmada)...


ŞİİRDE GEÇİCİ-KALICILIK


Şiirin kör noktada olmasını bir fırsat olarak anıyorum nicedir, entelektüel enerjimizi şiire akıtmalıyız olabildiğince diyorum. Şiir piyasanın kültüre hakim olduğu alanların dışında, büyük harfli Kültür’ün çeperinde, ayrıksı bir imkan. Kimse şiirden star çıkarmak peşinde değil, bestseller patlatmak isteyen yok. Yeni romancı pompalar gibi yeni şair pompalamak isteyen bir girişim yok. Bütün bunlar özgürlük alanı demek. Sahici edebiyatı öne çıkarmanın üzerinde bir baskı olmaması demek. Ama bir yerde otorite yok diye otomatikman özgürlük gelmiyor o yere. Şairler sosyolojisi bize çok yerli, çok cemaat bir resim çiziyor; şiir yıllıkları vb. listeler emeğin büyük kısmını çalıyor. Hedef belli: geçici-kalıcılık.


Şiirde kim satacak diye bir savaş, böyle bir rekabet yok, o anlamda şiirde okur odaklı bir başarı yok. Şiirde kim kalacak savaşı var. Ve kim kalacak savaşı kim ne yapacak savaşımının önüne geçiyor. Ben büyük bir şiir yazmak istiyorum veya ben Türkiye şiirini şu yola sokmak istiyorum, Türkiye şiirinde şu yolu açmak/genişletmek istiyorumların sesi soluk; öte yandan sesi kalın çıkan benim şiirim kalsın, ben kalayım ve benim kalmama çanak tutan arkadaşlarım kalsınlar var. Ne sakıncası var hepsi kalsınlar derdik ama kalan şey neye benzeyecek? Merhamet dilememize yol açacak bir sonuç ortaya çıkmasın! Yok bize denirse ki biz iyiyiz güzel işler yapıyoruz, dolayısıyla biz kalırsak geriye hayırlı bir şeyler kalmış olacak, e o zaman kalmak için bunca debelenmeye ne gerek var? Demek ki kalmak için bunca uğraşanlar kalacak şeyin pek de matah olmayacağını düşünüyorlar alttan alta sonucu çıkmaz mı bundan?


Şiir yıllıkları bu anlamda tam teşekküllü geçici-kalıcılık merkezleri gibi çalışıyor. İşte kekemeliğin erdemi buralara karşı da beliriyor: geçici-kalıcılık merkezlerinin ürettiği şarlatan dilin yerine kesilmeler, kırıklarla konuşan, sahici bir dil kekeleyen dil. Yapmayan ve yapan bir dil doğuyor, yapmayan dediğimiz yapmama hali de şu: kanonun boş tekrarlarını yeniden üretip durmayı reddetme, yeniden üretme oyununa katılanlara vaat edilen kanon gösterisinde bir bilet rüşvetini reddetme, ve yeniden okumaya cüret etme. Bu cüret kekeleyerek gerçekleştirilen bir cüret. Bize Kuhn’lar gerek. Bilim adamları cemaatinin sosyolojisi gibi şairler cemaatinin sosyolojisi gerek ki paradigma değişimlerini anlayarak yol alabilelim. Hiçbir verili tarihi, tarihimize dair verili kavramlaştırmayı postüla addetmeyelim.



CANSEVER’İ CANSEVER’E RAĞMEN YERDEN ÖVMEK


Kekeme şiir kavramlaştırmasının ne derece faydalı bir teorik alet olabileceğini daha fazla sınamayı başka okasyonlara bırakıp bu seride odaklandığımız Kekeme Türk Şiiri kitabındaki bir iki detayı tartışarak masadan kalkalım.


Akın kitabında, Edip Cansever’in Adnan Benk karşısındaki meşhur söyleşisine farklı bir yorum getiriyor. Enis’e göre orada Edip Cansever Benk’in kimi sorularına cevap ‘verme’z. Bana göreyse ‘veremez’, verememiştir. Gerçi bu verememe haliyle iyi başettiğini düşünüyorum ama bunu bir tavır olarak koymamız için elimizde hiçbir ipucu yok –Cansever’in bu soruların cevaplarını aslında bildiğini veya bu soruları daha önce düşündüğünü veya düşünebildiğini nereden biliyoruz? Salt yetersizlik olmasın karşımızdaki. Cansever’in Azra Erhatgil bir Anadolu aydınlanmacılığına bağlı olduğunu da akılda tutalım. Anadolu aydınlanmacılığı meselesi Cansever için bizim Batı’ya kendimizi kabul ettirmemizin yegane yoludur –yani bir tür sentez adamıdır Attila İlhan gibi. (onun gibi de Batıcıdır zaten)


Karışık bir nokta da şu: Cansever’in şiiri kekemeliklerle ördüğünü söylüyor Akın, ama Cansever’in kendisi yazılarında ve söyleşilerinde sürekli nasıl şiir yaptığını, şiirin nasıl tökezleme risklerine terk edilmeden yapılan bir şey olduğunu anlatır. Cansever ve Uyar toplumcudurlar ama sormak gerekir nasıl bir toplumculuk? Demokrat partinin adamı oldukları iddiası bana da komik gözüküyor –ikisi de 60 darbesi oldu diye sevinmişken bunca açıktan hele.


Sokaklara çıkıp hikayesi olan insanlar, olaylar aramak eylemini şiirlerine önsöz yazmak olarak tanımlıyordu Cansever. Ben bu önsözlerin aslında sokaklardan gözlem yaparak nesnel karşılık bulma olduğunu, sonra bu nesnel karşılıklara şiir teknikleri uygulayarak duygular yakıştırdığını (yani Eliot’ın formülünü tersten kullandığını) söylemiştim (Yasakmeyve, sayı 40). Akın’ın kekemeliği örnekleyenler olarak gördüğü hayat karşısında dağınık duran, yapamayan insanlar, Cansever’in kendisi (veya şiirde konuşan şairi) değil, gözleyip, bu kadının/adamın şiiri yazılır diye düşünüp envanterine kattığı ve sonra da mevcut tekniklerle şiirleştirdiği hayatlardır. Bu yöntemi kendisi aslında anlatıyor çünkü bu onun sırrı değil, mış gibi yapmıyor Cansever. O başka bir yerden övülmek istemiş hep: kekeme hayatlar için değil, kekeme hayatları sokaklardan toplayıp Batı standartlarından dikişsiz bir forma sokup bize sunabildiği için takdir edilmek istemiş, ustalığının da burada yattığını düşünmüş. Ben bu konuda Cansever’e katılıyorum. Cansever'i Cansever yapan karakteri bu hayatlarda değil, bunları toplayıp şiir olarak bize, bu tür hayatlara sahip insanlara, ustalıkla geri veren öznede yatıyor. Ona ihtiyacımız var çünkü kendimizi yekpare bir şiir olarak görmek istiyoruz.