Bu Blogda Ara

Perşembe, Mart 30, 2006

SANATÇI OLMAK - Birgün yazı 54 -- 29 Mart 2006

Birgün yazı 54 -- 29 Mart 2006

SANATÇI OLMAK

Süreyyya Evren

Halil Altındere ile Serkan Özkaya’nın söyleşmelerini kitaplaştırdıkları ilginç taze bir örnek var bugün elimizde, oradan hareketle günümüzde (daha çok Türkiye’de) çağdaş sanatların doğası ve işleyişine yönelen tartışmalara bir göz atmak mümkün. Altındere ile Özkaya kitaplarına “Hayır, hayır, olmuyor, yapamıyorum!” adını vermişler. Bu referans sanatçının ağzından dillendirilmiş, ‘yapamadığımı söyleyerek yapabilirim çünkü ben sanatçıyım’ gibisinden bir tercih belli ki.

Sanatçı-küratör Altındere, metinlerle içiçeliğiyle, kopya/öz kavramlarına getirdiği yorumlarla ve zekice işleriyle tanıdığımız sanatçı Özkaya ile Özkaya’nın sanatsal sürecinden, bugunünden, genel olarak sanat ortamından bahseden, detaylara, örneklere de dokunan bir söyleşi yapmış. Ancak nedense art-ist yayıncılık bu –Özkaya’nın sevdiği deyimle– ‘eser’i sanatçı katalogları dizisinin ikinci kitabı olarak adlandırmış ve gene nedense kitap Özkaya’nın işlerinin ve özellikle de kendisinin fotoğraflarıyla donatılmış(art-ist prodüksiyon tasarım ve yayıncılık, güncel sanat dizisi 5, sanatçı katalogları 2, İstanbul Mart 2006.). Doğrusu buna bir anlam veremedim, sanatçının çalışmalarını açımlamakla meşgul bir metin yok çünkü elimizde, daha çok sanatçının konumları ve sanat ortamı karşılıklı ele alınmış. Görsellerdeki ve spotlardaki seçimlerin söyleşinin tartışmacı karakterini bir sunum ve arşivlemeye fon söyleşisine indirgemesi ihtimali bariz. Neşe ve eğlence, Dioynsoscu erklendiricilikle manipülatif bir edilginleştiricilik arasında gidip geliyor. Gerçekten de bu nokta garip –neden bu söyleşi bir kitap olmuş ve neden katalog olarak adlandırılmış?

Söyleşide öncelikle 1990’lardan, insanların ortak projeler ürettiği, kurumsal bağlarla değil tabandan bağlarla biraraya geldiği, kariyer kaygısını merkez almayan günlerden çıkılıp bugüne nasıl gelindiğinden kısaca bahsediliyor. O günlerin yerini alan başarı ve ilkesizlik dönemi hafiften tasvir ediliyor. Benim de aralarında olduğum pek çok insanı rahatsız eden bir piyasa çağının farklı semptomlarından tutulup, kanırtılıp açık edilmesine çalışılıyor. Fakat yavaş yavaş Altındere bakışı Özkaya’ya yöneltmeye başlıyor. Farklı disiplinlerden katkılarla beslenen 1990’lar çağdaş sanat ortamından bugünkü ortama gelişin bir değerlendirilmesi, bu çerçevede çeşitli pozisyonların, kurumların ve duruşların eleştirisi kitaptaki ana eksen diyebiliriz. Tabii, bu ana eksenin bir yerden itibaren Özkaya’yı kesmeye başlaması dikkat çekiyor. Söyleşide gerçekten Altındere’nin Özkaya’ya yönelttiği çok ağır eleştiriler ve değerlendirmeler var –gerçi Altındere eski arkadaşların bu söyleşisini dostça şakalaşarak ve kötü adamlar başkalarıymış gibi sürdürerek biraz Özkaya’yı gevşetmiş gibi de duruyor. Sonra birden İyi, Kötü ve Çirkin kadrolarını açıklıyor ve Özkaya’nın hem Kötü ile hem de Çirkin ile işbirliği halinde olduğu ortaya çıkıyor!

Burada Özkaya’nın Schönberg, Adorno ve Thomas Mann bağlantılarını araştırdığı “Sanatta Deha ve Yaratıcılık” kitabındaki (Sanatta Deha ve Yaratıcılık, Schönberg, Adorno ve Thomas Mann, Serkan Özkaya, Pan Yayıncılık, İstanbul Eylül 2000) kimi gerilimler aynen devam ediyor. Dehayı bir olgu gibi alan, deha karşıtı teorilerin dahi dehadan geldiğini ima eden, “Joseph Beuys herkesin sanatçı olduğunu söyledi ama dehasının karşısında duramadığı için üretmeye devam etti” yorumu[1] form değiştirerek karşımıza çıkıyor. Bu devirde bir söyleşide böyle sık görmeyi beklemeyeceğiniz “deha, dahi” sözcükleri uçuşurken Özkaya’nın sıkışınca zekaya yüklenen bir sanatçı portresi çizmesini buna bağlıyorum. Küratör, izleyici ve sanatçıyı birbirinden ayırmama tutumuyla sanatçıya korunaklı bir yer ayırma, onu sorumluluk ve ahlak üstü bir yerde tahayyül etme tutumu arasında belirgin bir gerilim ve gidip gelmeler görülüyor. Ve sanatçının kendini bu Picasso-modelinde, çocukken yaptığı resimlerde bile dehasından izler görülen modelde iyi hissettiği izlenimi doğuyor. Sıkıştırmalar eleştiriler karşısında yer yer zekice cevap dahi bulunamadığında da maymunların sayısını arttırarak kaçamaklar yapma, anlamamazlıktan, duymamazlıktan gelme devreye giriyor. “Anladım sen tavırdan, duruştan bahsediyorsun, ben onlardan satmıyorum” havası yani. Pişkinlik olarak da yorumlanabilir, sanatçı bunlardan mesul değildir bunlar ekstradır sanatçı esasta salt ‘yaratır’ anlayışının bir devamı gibi de bakılabilir. “Evet, doğru herşeyi berbat ettim, ama etmeyeceğim dememiştim ki!” gibi bir cevap stratejisi, teslim olmuşluk ve aslında dışarısı olmadığına göre içerisi iyi demektir tonu var.[2] İşte tam burada açıklama yapmayan çünkü aslında kendisinin dahi açıklayamadığı dehanın cisimleşmesi olan sanatçı kavramına geri geliyoruz. Tarihin bir döneminde ortaya çıktığı unutularak mutlaklaştırılan bu sanatçı miti nedense sadece burada değil başka pek çok mecrada Türkiyeli sanat aklını kurcalıyor. Öte yandan Altındere’nin eleştirilerin en ağırlaştığı yerlerde dahi ehveni şerdir diyerek benzer şekilde problemli kimi kurumları ayrı tutması tartışılması gereken bir nokta. “O banka daha kötü orda kasap sergisi açıldı, bu banka daha iyi burda kasa boş” demek marjinal bir ayrışmayı fazla yakından bakıp büyük görmek olmasın?[3] Sanat ortamındaki görece siyasiliklerden, reaksiyona dayanandan ne zaman kurtulup aktif bir faza, değerin kendisinden gelen bir değerlendirmeye geçeceğiz? Umalım ki, bu tip tartışmaları iyi kötü arttırarak böylesi bir yol da alınsın..

Beni şaşırtan şeylerden biri de sanatçının bu kitaptan memnun olması aslında. Daha çok piyasadan toplatmaya çalışması gereken bir kitap gibi geldi. Ya da “bir dakika Halil bunu yayınlamayalım üzerinde düşünelim,” denilecek birşey gibi. Neden hemen sahneye çıkılmış ve neden bu bir tehlike addedilmemiş? Reklamın iyisi kötüsü olmaz diye mi yoksa nasılsa kimse okumaz diye mi?

Aslında burada daha problemli olan şey şudur: Sanatçıdan tamamen bağımsız olarak düşünelim; eğer bir sanatçı kendisini rezil eden bir kitabın bol resimle (resimleriyle) ve ‘katalog dizisinden’ etiketiyle yayınlanması halinde sadece bir tanıtım gibi algılanacağından bu kadar eminse bu sanat ortamımız hakkında da birşey söyler. Demek ki hiçbir şey okunmuyor ama herşey sayılıyor! Sayıldığında, “bir katalog daha, bir puan daha, bir kitap daha” olarak okunacaktır eldeki nesne. Benim niye böyle kataloğum yapılmıyor diyen sanatçılar ve yapılması için uğraşanlar olacaktır. Problem, galiba öncelikle budur: “ne söyleniyor, ne yapılıyor” sorularının, “ne kadar yapılıyor, ne güçle yapılıyor” sorularının altında örtük kalması...



[1] Agy. S.105’teki 153 nolu dipnotta var bu. Bu kitabın gerçekten ilginç bir şekilde dehayı olgu olarak tanıdığını ve analizlerini bunun üzerine kurduğunu görüyoruz. Örneğin sonuç bölümü şöyle başlar “araştırmamızda gördük ki deha insanda mevcut.” Biraz ilerde, s.107, “dehanın insanda ortaya çıktığı ve insanın düşünceyi forma dönüştürdüğü bulgularımız arasında.” Doğrusu bu kitaptaki sanatçının özünde bulunan ve sanatçı tarafından durdurulamayan deha kavramına yapılan büyük vurgu Özkaya’nın öz/kopya ilişkileri çerçevesindeki işlerini anlamayı da zorlaştırıyor, eğer herşey sanatçının dahi özünün cisimleşmesi meselesi idiyse bizi neden özgün olan/kopya olan üzerine düşünmeye çağırıyorsun? Çocuk Picasso’nun dehasına yapılan övgü ise neredeyse akılalmaz; “Elbette küçük yaşta yaptığı resimlerle sanat tarihine yeni bir bakış açısı getirmez Picasso, ancak bu resimler de öylesine etkileyicidir ki sanatçı adayının dehası daha bilinci o düzeye gelmeden çağlamaktadır.” (s.104) Deha burada genetik bir nitelik olarak Picasso ile gelmiş, çocukluktan itibaren çağlamış birşey olarak karşımızdadır. Bu durumdan çıkarılan sonuç da bir sonraki cümlede görülüyor: “Öyleyse deha, tıpkı Kant’ın söylediği gibi göz olabilmek ve doğadaki amaçlılığı görebilmek ve bunu –bu kez beden ile- yansıtabilmek, ortaya koyabilmektir.” Fazla söze gerek yok...

[2] Teslim olmuşluk, sanatçının sanatçı olarak erkini tümüyle ‘dehasına’ devretmesinden olsa gerek, tam bir şaşkınlık olarak yaşanıyor. Güç karşısında ayrışmış bir okuma artık yok. Mesela Özkaya, Radikal gazetesini kopyalamıştır çünkü Radikal “gözünde çok büyük bir gazetedir”. Yapı Kredi’de sergi yapmak istemiştir çünkü “orası ulaşılmazdır.” Kitap yazarsan da “kitabını en çok kişiye yayacak yayınevini seçersin” diyor. Tüm bunlarda niteliğin bir kenara atıldığı ve niceliğe prim veren veren bir sanat anlayışı görüyoruz. Herşeyin sayılabilir olması gerekiyor, rating gibi -balık sayma makineleri akla geliyor. Bu da zaten sanatçıdan kaynaklanmıyor, piyasanın talebidir. Sanatçının gerçekten önemsizleştiği bir an; devlet büyüklerinin heykellerine Noel baba maskesi giydirmek aklına geliyor ama bu konuda küçücük bir korku vazgeçmek için yeterli oluyor. Bu korkunun maskesini düşürecek, bu korku anının üzerine gidecek olsa, korkunun içinde bir yol bulunabilirdi –böyle olsa iktidar ve iktidarın işleyişi üzerine bir girişimle karşı karşıya kalacaktık. Ama gidip şairlerin heykellerine maske takıyor –sadece bu seçenek ‘tekinsiz olmadığı’ için. Bu ikisi arasındaki büyük farkı okuyacak durumda da değil. O ya da bu. ‘Güçlü olanı arzuladım, korkunca kaçtım, risk almadım, mümkün olanı yaptım, zayıf olanı ezdim, tehlikesiz gördüğümü noelbabaladım’. Bütün bunlara karşın zekiyim. Ve zekamın nasılsa alkışlanacağını güveniyorum. Ya da yuhalansam da farketmez. Vitrinde olduğum sürece.

[3] Gerçekten artık şu görece siyasiliklerden ve toptan kabul veya toptan red atmosferlerinden sıyrılmamız gerek. Eleştiri yapıldığında bu eleştiri bir düşünceden, bir yaklaşımdan kaynaklanmalıdır, bir ekürinin öbür eküriye eleştirisi perdesi indi mi herkesi örter. Burada artık “Sezar’ın hakkı Sezar’a” saçmalığından kurtulmamız gerekir. Elimizi kolumuzu böyle bağlayamayız. Bizim esas işimiz “Sezar’ın hakkı olmayanı Sezar’dan almak”tır. Yoksa Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” için çalışan bir dolu sarışın tarihçi var ve onların işlerini ellerinden almamız uygun olmaz. Her kurum faydalı işler yapıyor olabilir, biz de bunlardan faydalanıyor olabiliriz, yine de mesele kurumların faydalarına adil bir değerlendirme getirebilmek için kendi belimizi kırmak değildir. Ama daha çok kurumların hayatın ve sanatın akışını nasıl etkilediklerini eleştirel okumadan geçirmekte ve tabandan yollar bulmak için araştırma yapmakta istekli olmamız gerekir. Bu yüzden görece siyasilikleri bir yana bırakalım. Ve değerlerini dışardaki daha kötülerden değil kendisinden alanların izini sürelim.

Pazar, Mart 26, 2006

KİTABIN BİLGİSİ İLANDA - Birgün yazı 53 -- 20 Mart 2006

Birgün yazı 53 -- 20 Mart 2006

KİTABIN BİLGİSİ İLANDA

Süreyyya Evren

Okuyucuların kitaplara dair bilgilerini önemli ölçülerde reklamlarla yapabildiklerini söylemek mümkün ama önce bir iki çekinceyi kenara ayırmak ve durumun gelişimine kısaca bakmak gerek.

Herhalde günümüzde reklamlara tümden karşı çıkmak veya bir arınmış temiz ‘kitaplar’ ortamı hayal etmek gerçekçi değil. Anlamlı bile değil muhtemelen -- kitabın hodbinliğine tutkuyla kendini kaptırmanın ve buradan doğan gönüllü esaretin vaadkâr tiryakiliği iyi güzel de aydınlanmacı bir ihram gibi kafalara kitap geçirmek isteyen gerçekte anti-kitap tutuma kaydırabilir kişiyi böylesi bir temiz kitaplar alemi hayali. Ama ürün olarak kitabın yanı sıra içeriğin de kendi ritmini, vurgusunu, işlevlerini dayattığı ve işlettiği bir kültürel zemin hayal etmek makul, hiç de abartılı bir talep değil. İşte bir süredir aksayan zemin bu.

Kitap tanıtım yazılarına giderek daha az itibar edildiğini farketmişsinizdir. Kurunun yanında yaş da yanar misali kitap tanıtım yazılarını doğrudan yayınevinden ödemesini ve gündemini alarak yazanlardan tutun cümlelerini, hele ki bonkör ünlem işaretlerini yayınevinin ekonomik ağırlığına veya kurumsal şemsiyesinin genişliğine göre belirleyenlere uzanan kötü örnekler genel algıyı da etkiledi. Şimdi artık kitaplarla ilgili tanıtım metinlerine, söyleşilerine ve diğerlerine nasıl bakılıyorsa bir kitap ilanına da aynı gözle bakılıyor. Biri diğerinden daha taraflı/tarafsız görülmüyor ve neredeyse kitabın kendisi kitap ilanının yan tesiri gibi. Dahası, kitap ilanları, yayıncının aracısız konuştuğu, bir kitabı çıkarırken hangi ilkeleri gözettiğini okura hissettirdiği, kendi diliyle söz aldığı, önceliklerini açık ettiği, kısacası yayınevi kimliğini görünürleştirdiği platformlar gibi oldu. Halbuki kitapların kendileri de böyle tonlarca işaret içerir. Arka kapak metninden sayısız editoryal karara, kitapların seçiminden dizilerin mantığına, dizin gibi ana bölümlerden daha detay kararlara dek tümü yayınevinin çalışma prensipleri, yaklaşımı, ilkeleri hatta kimi motivasyonları hakkında fikir verir. Ancak kitapların kendisinden kaynaklanan bilgilerin ikincil olduğu ama yayınevinin kendini ilanlar yoluyla temsilinin birincil olduğu bir dönemdeyiz. Okurların ilanları her geçen gün biraz fazla önemsedikleri ve kitaba dair bilginin ilanlarda yapıldığı bir sahneden sözetmiş oluyoruz. Bu elbette, her yeri ve herkesi ve herşeyi kapsayan bir boğuntu bulutu değildir. İlanları, kitap hakkındaki bilginin yapıldığı yer olarak değil de sadece duyurular ve yayınevinin duyuru yapma politikası ve gücü hakkında bilgi veren göstergeler olarak değerlendirme –hatta ilanın verildiği mecraya göre yayınevinin düşünsel/edebi/politik tercihlerine, destek/dayanışma hatlarına dair belirtiler de seçme- tutumu haliyle tümüyle yokolmuş ya da yok olacak değil. Fakat marjinalize olduğu söylenebilir.

Dolayısıyla ilanların verilmesindeki değil okunmasındaki bir sorundan bahsediyoruz. Türkiye’nin hemen hiç ilan vermeyen köklü yayınevleri var. O yayınevlerinden birinden çıkmış çok önemli bir kitabı görünce aklıma geldi tüm bunlar. Kitabı gördüğüm an bu kitabın bir ‘hadise’ye dönüşmeyeceğini, daha az okunacağını/önemseneceğini, aynı kitaba ilan/halkla ilişkiler cephanesi güçlü bir yayınevi el atmış olsa hadisenin büyüyeceğini düşündüm. İstisnai bir durum da değildi bu. Basmakalıp bir veriye sessizce dönüşmüş gibiydi...