Bu Blogda Ara

Pazartesi, Kasım 28, 2005

DİYARBAKIR VE KÜRTÇE FİKRİ - Birgün yazı 36 / 22 Kasım 2005

Birgün yazı 36 -- 22 Kasım 2005

Süreyyya Evren

DİYARBAKIR VE KÜRTÇE FİKRİ

Merkez periferi ayrımlarından bahsederken bazen sadece algılardan sözedildiği doğru belki ama bazen de dolaysız işleyişlerin işaret edildiğini anmamak hata olur. İstanbul’un Türkiye’nin diğer bölgeleriyle kurduğu kültür ilişkisi, ‘kamusal mekân’ olarak kültür dergileri ve faaliyetleri haritasının biçimlenişi merkez-periferi kavramlarına sık başvurularak açıklanabiliyor. Türkiye’nin ‘ulusal gazeteleri’ de İstanbul’dan çıkıyor. Bu kategorik adlandırmadaki ulusal ifadesi sadece tüm ülkeye dağıtımın yapılması anlamındadır elbet, herhangi bir ulusalcılıkla bağı yoktur. Ya da olmamalıdır diyelim.

Neden böyle bir çekinceye yer var?

Diyarbakır Edebiyat Günleri’nden bahsediyorum. Geçtiğimiz hafta, 17-20 Kasım tarihleri arasında, 3.cüsü düzenlendi. Rahmi G. Öğdül ile birlikte hem Deleuze’ün minör edebiyat kavramının üzerinde duran, hem de alternatif kültür ve alternatif edebiyat nosyonlarını ele alan bir konuşma yaptık biz de. Ancak, orada bulunduğumuz sırada, Kürtçe bilmediğimiz için diğer etkinliklerin bir kısmını takip edemedik. İlk olarak, neden hiç çeviri yok, neden ikidilli kotarılmamış konuşmalar diye homurdandım. Fakat sonra, ileriki yıllarda yapılacak toplantılarda ikidilli konuşmalara veya çeviriye daha da fazla duyulacak ihtiyaca vurgum sürmekle birlikte, Mehmet Uzun’un hem Kürtçe hem Türkçe konuşarak yaptığı programın Kürtçe bölümünün farklı etkisini izlerken başka birşeye uyandım: neden salt İngilizce yapılan konuşmalarda sorun edilmeden İngilizce bilen gazeteciler görevlendirilebiliyor da Kürtçe yapılan bir etkinlikle uğraşmak zül gelebiliyor veya bir ‘sessizlik komplosu’yla (ya da Tanpınar’ın deyişiyle ‘sükût suikasti’ ile) gözlerin başka bir yana çevrilivermesi sanki bu koşullarda makulmüş gibi davranılıyor?

2003 yılını, ilk Diyarbakır Edebiyat Günleri’ni hatırlayın. Etkinlik, İstanbul’dan çok sıcak bir ilgi görerek başlamıştı yolculuğuna. Sonra, detaylara ve rakamlara fazla batıp çıkmadan bakarsak, etkinlik içinde Kürtçe’nin oynadığı rol giderek arttı. Üçüncü Diyarbakır Edebiyat Günleri’ne gelindiğinde Kürtçe etkinliklerin sayısı artmakla kalmamış, ana konu da “Önce Söz Vardı” temasıyla öncelikle Kürtçe’nin sözlü mirası olarak seçilmişti. Diyarbakır Kitap Fuarı ve Kürt Dili Konferansı’nın tamamlayıcı etkilerini de buna ekleyin.

Aybasinda İstanbul’da gerçekleşen Eurozine Avrupa Kültür Dergileri Konferansı’daki konuşmalarda Avrupa merkez fikri oluştururken periferi Türkiye’yi de sık sık içine alan bir kavram alanına denk geliyordu. Batılılaşmanın ilk yılları üzerine kimi metinlerde olduğu gibi Rusya ile karşılaştırılıyordu mesela.

Diyarbakır Edebiyat Günleri’nde ise, Mehmet Uzun’un ‘mazlumların başkenti’ nitelendirmesiyle Diyarbakır ve Kürtçe ‘merkez fikri’ oluştururlarken, edebiyat kanonunda periferide kalan sözlü kültür öğeleri ve bu kez yazıda ihmal edilmiş ve edilen alan olarak Kürtçe de periferi fikrini temsil etti. Böylesi yakın yerdeğiştirmeler, merkez-periferi kavram çiftinin, ancak sürekli dönüştürülerek ve müdahalelerle kullanılabileceğine de varıyor...

Ayrıca kültür alanının dışından bakılsa dahi, Şemdinli skandalı günlerinde Diyarbakır’da yapılan Edebiyat Günleri’ndeki kuruculuk atmosferi de daha fazla ilgiyi hakediyordu. Belki Şemdinli’yi tartışırken Kürtçe edebiyat üzerine konuşmalara da kulak vermek gerekliydi kimbilir.

Geçenlerde eski bir şair arkadaşımla karşılaştım, ayaküstü konuşurken, benim ‘Türkiye edebiyatı’ ifadesi lehine yazdıklarımdan da belli ki habersiz bir şekilde, bu Türkiye Edebiyatı lafını çıkartanları şikayet etti. “Eskiden Türkiye edebiyatı mı vardı, Türk edebiyatı denince herkes anlaşılırdı, bunları yabancılar çıkartıyor” dedi, son zamanlarda yaygınlaşan kimi millici-sol eğilimlere de kolunu dayayarak.

Pek istemeden de olsa önemli bir soruyu akla getiriyordu komplo kurgusu: ‘Türk Edebiyatı’ denince herkes anlaşılıyor mu gerçekten?

Hiç yorum yok: