KÖŞE İSMİ: DALALET
BU YAZININ BAŞLIĞI:
DEMOKRASİNİN ACENTASI KEPENKLERİ İNDİRDİ
BirGün gazetesi, 13 Mart 2011, Dalalet 63/171
Süreyyya Evren
sureyyya@mexico.com
Problemin kaynağına dönelim diyorum. Yani siyasette temsiliyet ve aracı aktörler meselesine.
Türkiye'de demokrasinin acentası olarak, yani aracı aktörü olarak AKP'yi gören bir bakış son on yıla damgasını vurdu. Temelde liberallerin denetiminde görünse de sol-liberallerin ve önemli sosyalistlerin de içinde yer aldığı bir perspektif idi bu. Gerçi sol-liberal sözünü kullanmayı pek sevmiyorum artık çünkü bu perspektifin içinde yer almış sol yaklaşımları liberalizme itmek ve solu tek başına kaplama iddiasını öne sürebilmek için kimilerince kullanıldığını görüyorum. Tarih tabii kanmıyor böyle durumlarda, ne kimse AKP'ci oldu diye solculuktan düştü ne de kimse AKP-karşıtı oldu diye sol köprüsünün öbür tarafından yuvarlandı. Bunları geçelim.
Bugünkü sıkışmışlığın arkasındaki meseleyi zaten ben bir tür “yanlış acenta seçtiler” meselesi olarak koymuyorum. Mesele, herhangi bir acenta seçilmesiydi.
Demokrasiyi getirmek konusunda bizim kendimizin fail olamayacağımıza kanaat getirdik (en azından bir kısmımız). Sol gerçekten de çok güçsüz ve dağınık ve tabansız ve toplumsal meşruiyetten yoksun bir portre çiziyordu. Ancak solun temel bazı talepleri o kadar da demode değildi. İşte mesela sivil toplum-demokrasi eksenindeki sol talepler dünyada ve Türkiye'de aslında bir karşılık bulabilecek gibiydi, ki kendi başlarına Türkiye'deki kotu yükseltmeye, bir sonraki seviyeye geçmeye yetecek, daha sonrası için ortamı köhnemiş tozlarımızdan temizlemeyi sağlayacak gibiydi bunlar. Bu taleplerin failleri, toplumsal aktörleri, solun kendisi olabilecek durumda değildi ancak. Öyle ki çabalamaya bile değmeyecek bir sahne sunuyordu burası. Bu durumda aracı aktörler rolüne talip birileri keşfedilince hemen duygusal, politik ve kültürel ciddi yatırım yapıldı bu beliren güce. Böylece AKP demokrasinin acentası ilan edildi. Onların kendi ajandaları var sizin acentalığınızı o çerçevede, işlerine geldiği kadar yürütüyorlar babında dillendirilen sol eleştiriye de kulaklar tıkandı -çünkü o sol eleştiri bizi tekrar fiilin gerçekleşemeyeceği noktaya çekecekti. Evet umutsuzluk öyle bir noktadaydı ki aracı bir aktör bulunamazsa, bir acentanın failliğinden yararlanılamazsa özlenen fiiller de gerçekleştirilemez gibi görünüyordu. Ayrıca “bu AKP sizi de yer memleketi de yer” eleştirisinin sözcüleri de o kadar masum değildiler, aralarındaki güçlü ortodoks damar basbayağı sol altından sopa gösteriyordu ve demokratik fiile apaçık veya örtük bir biçimde karşıydı. (Ne kokusu sinmiş bir milliyetçiliğin bu dönemde geriletildiğini hatırlayın.) Demek ki tek yol vardı, acentanın en hızlı şekilde çalışabilmesi için bütün entelektüel kaynakları seferber etmek (çünkü elimizde başka bir kaynak, mesela toplumsal bir kaynak yoktu). Bu da yapıldı. Burada belirli bir iyimserlikten beslenilmiş gibi duruyor, ve sanırım daha AKP öncesinde Ecevitlerin zamanında başlayan AB adımlarının, idamın kalkmasının vs getirdiği hava ışığında, dışarıdan bir güç (mesela AB) dahi aracı aktör olarak bizi istenen seviyeye getirebiliyorsa (kendi amaçları ne olursa olsun) içeriden alternatif bir güç de aynı işlevi görebilir sonucuna varıldı. Doğrusu ben o zaman da idamı biz kaldırmadığımız için idamın aslında kalkmadığını, her an geri gelebileceğini söylemeye çalışmıştım. Bu ifade abartılı olabilir ama şu değil: siyasi temsil zihniyetinin bu derece egemenliğinde bir toplumun politik kültürü zaten seviye atlayamaz.
Temsil ile kastettiğim de şu: siyasette birilerinin bir diğerlerini kurtarması fikrinden beslenen, öz-erklenmeyi, herkesin kendi kendini temsil edebilmesi fikrini arka plana iten bakış, daha büyük planda olaylara baktığında da, öznenin kim olduğunun farketmediği kurtuluş teorilerine bel bağlayabiliyor. Tuhaf olan, yıllarca tepeden inmeciliğin aleyhinde konuştuktan sonra böylesi bir noktaya gelinmesi. Ancak onun da sebebi var: tepeden inmecilik eleştirilirken tepeden inmecilik bir semptom gibi eleştirildi, kökeninde yatan temsiliyet fikri toptan reddedilmedi. Doğru kurtuluş fikrine sahip olan (ve kendisini ve diğer güçleri buna ikna edebilen) öznellik diğer durumdan habersiz olanları da, tüm bilinçsizleri de temsil ederek, onlara rağmen onları da kurtarabilire böylece bir kez daha geldik. AKP hareketinin tepeden inmeciliği göze batmadı veya battığı yerlerde örtbas edildi -tam da diğerlerinin Kemalist tepedeninmeciliği örtbas ettikleri gibi. Kimin özgürlük getirdiği ne farkeder düşüncesine karşı çıkan özgürlük karşıtı, devrim karşıtı sayıldı -aynı, daha önce hem burda hem de benzeri otoriter kültürlerde defalarca yaşandığı gibi.
Halbuki özgürlükte en temel mesele şudur: özgürlüğü kimin getirdiği! Demokrasi adımları atılırken kimin özne olduğuna dair kaygıları bir kapris gibi yansıttıklarını da gördük. O telif hakkı problemlerinde olur halbuki: sözgelimi Alper Görmüş “siyaset özgürlük mücadele falan önemli değil benim telif hakkım bana” diyor ya, onun gibi. İş özgürleşmeye geldiğindeyse öznellikler özgürleşmenin niteliğini belirler. Türkiye'de kadına seçme ve seçilme hakkını kadınlar mücadeleleriyle kazanmış olsalardı yüz yıl sonra hala “lütfen bize biraz kota” demek durumunda kalırlar mıydı?
Şimdi yaşadığımız esas kriz patlamış durumda: son yılların favori demokrasi acentası kepenkleri kapadı... Bu acentaya öyle güvenilmişti ki o nasılsa sözleşmeleri halledecek diye AB acentasına da fazla yatırım yapılmamıştı bu arada. Ayrıca acentamızın önünü açabilmek, en hızlı şekilde iş görebilmesini garanti altına alabilmek amacıyla memleket içindeki diğer güçlerin olası acentalıklar üstlenebilmeleri ihtimalleri de kabul edilebilir dışına itilmişti. Şimdi kaldık mı acentasız, çırılçıplak! Bu noktada en nafile tutumlardan biri de acentayı kendi içinde fraksiyonlara -büyük ölçüde hayalde- bölüp o fraksiyonların bir kısmının acentalık görevine hala sadık olduğunu düşünmeye çalışmak (mesela Köşk ile Çar arasındaki hayali bölünmelerden umulanlar gibi).
Pek denenmeyen diğer yol ise şu: bizim acentaya ihtiyacımız ya yoksa diye sormak. Bakınız Mısır'da bu soruyu sordular. Ya yoksa? Entelektüel yol çalışmalarıyla önü açılmış iktidar aygıtların yukarıdan aşağıya seri hamlelerle bütün sistemi değiştirip özgürleştirmesi hayalinin terkedilmesi lazım elbet öncelikle. Ve en önemlisi de olmuyor diye değil çirkin diye terkedilmeli, böyle hayal olmaz diye, bu hayal toz pembe değil toz toprak diye terkedilmesi lazım. Bu hayalden özgürlük çıktığı dünyada görülmemiş diye...
Özgürlükçü hayal öznelerin aşağıdan bir şeyleri değiştirmesidir. Ki kendi içinde de birşeyleri değiştirebilsinler, ki bu ülkenin siyaset kültüründe de birşeyler değişebilsin...
ÇAR BİLSEYDİ YAPTIRTMAZDI SENDROMU
NTV'de eleştirel bir program. Ahmet Şık'ların toplanması konuşuluyor. Önemli bir gazeteci diyor ki bu tutuklamalardan iktidarın, hükümetin, Parti'nin haberdar olduğunu sanmıyorum. Onların haberi olmadan birileri yapmıştır bunu. Bana devrim öncesi Rusya'sının “Çar Bilseydi Yaptırtmazdı” sendromunu hatırlattı. Hani halk bütün kötülüklerin Çar'ın bilgisi dışında yapıldığına, Çar'ın olumsuzluklardan bihaber olduğuna inandırılırmış ya. En isyan anındayken bile Çar'ın itibarını korumak üzere. İktidarın tutuklamalara arka çıkan açıklamaları ne olacak desek onlara da görünüşü kurtarmayı hedefledi mi denecektir acaba. Çar'ın hiç mi suçu yok fıkrasına dönmeyelim de...
KİTAP OKUNMUYOR EY CEM ERCİYES!
Savcı Zekeriya Öz'ün Ahmet Şık ile Ertuğrul Mavioğlu'nun kitaplarını okumadığı, hatta duymadığı artık kesinleşti, farklı kaynaklar bunu onayladılar. Kendisi de bunda bir problem görmüyor olmalı ki açık açık söylüyor. Halbuki geçtiğimiz hafta Radikal'de Cem Erciyes Türkiye'de yılda basılan kitap çeşidi ve sayısına dair rakamlar vererek sanılan aksine Türkiye'de kitap okunduğunu iddia etmişti. Ancak çok geçmeden ortaya çıktı ki Türkiye'nin Ergenekon ana savcısı kendisini en fazla ilgilendiren konudaki bir numaralı yayını okumakla tümden ilgisiz. E bu nasıl kitap okunan ülke? Erciyes'ten ivedilikle özeleştiri bekliyoruz...
'BİLEREK ÇİRKİN' KADIN MİLİTAN
Solcu veya feminist kadınlara çirkin vs deme atakları yapıldığında meselenin 70'ler Türkiye solundan veya 80 sonrası kimi kültürel gelişmelerden kaynaklandığını zannedenler oluyor. Bacı muhabbetinin, Hızlı Gazeteci'nin bir ürünü sanabiliyorlar. Gerçekte bu yaklaşımın 100 küsur yıllık tarihi var ve egemen sınıfların, egemen perspektiflerin sol ile birlikte gelen 'yeni kadın'dan duydukları kadim korkunun tekrar edip duran dilidir bu. Ve de rastgele bir seksizm veya solcu düşmanlığından ibaret de değildir. En çok da Çernişevski'nin unutulmaz Ne Yapmalı?'sinda görünürleşen 'yeni kadın' hakkında konuşurken, 1880 yılında Edward Levy, nihilist kadın militanların çirkin kadınlar olduğunu söyler. Ve bunu fizyonomik bir çirkinlikle sınırlamaz -hatta fizyonomi ötesinde arar. Militan kadın, Levy'ye göre “bilerek çirkin”dir (positively ugly). Güzelliğin, tazeliğin, zerafetin, hatta saadetin karşısındadır. Gene 1880'de John Baker Hopkins “radikal kadının çirkinliğini” sosyalist bir düğünü hicvettiği Nihilism adlı romanında, özellikle bir yandan sigara içerken bir yandan da domuz gibi yiyen Bayan Zegelbauer tiplemesinde anlatıyordu. Buradaki beden faşizmi, daha sonra Emma Goldman'a ve diğerlerine yönelen 'cadılaştırma' kampanyalarında 'bilerek çirkin militan kadın' ile 'fizyonomik olarak çirkin kadın' fikirlerinin birleştirilmesi ile geliştirildi. Goldman'ın kafatasını Lombrosiovari incelemelere tabi tutanlar dahi olmuştu. Genel olarak 'solcuyu ötekileştirmenin' de bir yolu olduğu ölçüde kadın-erkek tanımadıkları doğru, ama Lombrosioculuk kadına yöneldiğinde çok hayati bir korkuyu dillendiriyor; toplumun, hayatın, çocukların, dünyadaki bütün güzelliklerin sonunu getirmek isteyen öğe olarak solculaşan (kasten çirkinleşen ve zaten çirkin) kadını mimliyordu. 1996 1 Mayısı'nda Kadıköy'de laleleri tekmeleyen genç militan kıza duyulan hınçta da bu yok muydu -'doğal güzelliği' bozan 'ideolojik çirkinliğe' yönelen nefret! Yeni kadından duyulan korku muhafazakarlığın temellerindendir bugün. Ancak günümüz Türkiyesi'nde sol bu denli sahne dışıyken ve 'yeni kadın' dört koldan sıkıştırılmış, geriletilmiş, baskı altına alınmışken bu adamlar neden böyle yazılar yazıyorlar diye sorulabilir. Doğrusu, sorulmayadabilir... Her ne tuhaf sebeple yazıyorlarsa, sonuçta bunları yazabilir oldukları sürece meşruiyet çizgisinin hayli aşağıdaki yerini garantiye alıyorlar. Müdahale edilmesi gereken bu. Etyen Mahçupyan'ın meşum 'Nişanyan dışkı skandalı'nda dışkı dökenden yana tavır almasından sonra araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık'a karşı da komploları desteklemesi içindeki tutarlılık bunun bir başka resmidir. Bütün bu süreklilikler sosyal ve siyasal çıtaları birbirine bağlayarak aşağı çektikleri için özellikle kötücüller.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder