Bu Blogda Ara

Pazar, Kasım 28, 2010

NAIPAULLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

NAIPAULLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

BirGün gazetesi, 28 Kasım 2010, Dalalet 48/156

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Herhalde bu Naipaul tartışmasının en komik anı, bir televizyon programında, Hilmi Yavuz’un, “böyle söylediğim için çok çok özür dilerim ama” diyerek, Nedim Gürsel’e, “Nedim sen galiba biraz Naipaullaşmışsın” dediği andı!

Yoksa, İsmet Özel’e “Naipaul’un gelmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruldugunda, “Neyin gelmemesi?” diye cevaplaması mı daha komikti? Soruya soruyla cevap diye işte buna derim!

Diğer unutulmaz anlar; konuşmacıların, İskender Pala’dan Bülent Somay’a Naipaul okumakta çektikleri güçlüklerden bahsettikleri yerdi. Aslında hala kararsızım, acaba bir programcının İskender Pala’ya “hani zaten kimse de okumamış galiba Naipaul’u, hiç kimse okumuyor mudur nedir” dediği yerde Pala’nın “canım birileri de okumuştur herhalde” demesi mi daha komikti?!

Türkiye kültür iklimi nasıl bu kadar patetik bir hal alabildi? Hep mi böyleydi? Schuster bu Naipaul tartışmasını takip etse ve Fethi Naci’den de haberdar olsa, ne kadar futbol o kadar roman mı derdi acaba? Kültür iklimimiz de 1960 model mi? Öte yandan söyler söylemez kuşkuya da kapılıyor insan. Ya 1960’larda durum daha iyi idiyse?

Hiç kimsenin okuma zahmetine katlanmadığı bir yazar ülke çapında persona non grata ilan edilirken kırk tane tartışma programı düzenlenir ve nasıl olur da bu programlara bir tane de Naipaul’u iyi okumuş, tezlerini, neyi savunduğunu bilen birini çağırmak ihtiyaç olarak hissedilmez? Nasıl bir spekülasyonlar toplumu olmuşuz böyle? Düşünün İsmet Özel çağrılıyor, ne alakası var, hiç belli değil. Kaan Sezyum çağrılsa daha isabet (ama daha komik olabilir miydi bilmiyorum). Zaten İsmet Özel’in hiçbir fikri yok konuyla ilgili, arada bir iki Yalçın Küçükvari jest yapabilir miyim diye deniyor sadece, öyle ki Naipaul’u aslında iyi bir faşist olduğu iddiasıyla sahiplenmeyi bile denedi (gerçekten bunu denedi, aslında gerçek bir faşistse bence iyi yapmış vs diyerek, ama zemin bulamayınca, bir de Naipaul’un neyi savunduğunu hiç bilmemek biraz sıkıntı yarattığından, bu eğlenceli kulvarda ısrarcı olmadı) Yan hesabı da görünüşe bakılırsa kendisinden rol çaldıklarını düşündüğü neo-İslamcı entelektüellerin fiyakalarını bozmak gibi algoritmalara dayanıyordu. Özel, hiç Naipaul okumadığı gibi ikinci el kaynakları da okuma gereği duymamış; Hilmi Yavuz’la biraz kapışmak dışında eline birşey geçmedi. Formsuz da üstelik. Alevilere karşı nefret söylemi yayarken sahip olduğu vurunkahpeye enerjisi üzerinde yok. En büyük çelişki de bu değil mi zaten: bir yazar müslümanlara karşı nefret söylemi kullandığı iddiasıyla aforoz ediliyor, bu konuda konuşulacağı zaman her okasyonda yeni nefret söylemleri üretmeyi bir stile dönüştürmüş İsmet Özel çağrılıyor! Nefret söylemi demişken sayın seyirciler, işte ülkemizden bu davranışın esaslı bir örneği! Sayın Özel, sizce neden kimse size bir şey demiyor da Naipaul’a diş geçiriyor, bu komployu hangi emperyalist güç planlamış olabilir? Bunu sormak için çağırdılar ama son anda soruyu unuttular herhalde... Kağıtlar karıştı, yanlışlıkla ne düşünüyorsunuz diye sordular.

Ben Naipaul okumadım bu programa katılamam diyen de yok. O da ayrı bir tuhaflık. Hilmi Yavuz okumuş herkes Naipaul hakkında da konuşabileceğini düşünüyor. Bazı konuşmacılar da konu açıldı diye, veya programa çağrılıyorlar diye ilk kez Naipaul okumaya kalkmışlar ama ya zaman yetmemiş, yarıda kalmışlar ya da sıkılıp bırakmışlar, söylediklerine göre. Sonra da kimse de okumamış bu adamı, kim okur ki zaten diye genellemeler yapıyorlar. Halbuki Türkiye’de Naipaul’u okumuş bir sürü okur var. Yayınlanmış tonla kitabı var Türkçede, ikinci baskı yapanlar var. İngilizce edisyonlar Beyoğlu’nda kitapçılarda. Kültür ikonlarının okurlardan daha cahil olabildiği bir çağ belli ki. Ve gene de (Naipaul okumuş) okurlara (okumadıkları Naipaul’u) ne yapmaları gerektiğini söyleyebilenler aynı kültür ikonlarımız.

Şu apolojetik, özür dilemeci tavırdan da artık sıyrılalım: Bülent Somay, bakıyorsunuz Şeytan Ayetleri’ni anıyor, buraya kadarı güzel, anmak yerinde, ama sonra şunu eklemeden edemiyor: “Şeytan Ayetleri’ni hiç beğenmem en kötü kitabıdır, orası ayrı.” Hayrola, o ana kadar edebi içeriğin ve kalitenin hiç tartışılmadığı bir program, Naipaul üzerinden kültürel politikalar konuşuluyor, birden top Şeytan Ayetleri’ne gelince, Geceyarısı Çocukları’nın ‘iyi zenci’ ilan edilip ayrıldığını, edebi değerlerin birden anılır olduğunu ve kötü zenci Şeytan Ayetleri’nin fişlendiğini görüyoruz. Şeytan Ayetleri’nin İngiliz romanına katkısı mı konu şu anda? Nerden çıkıyor böyle bir çekince koyma gereği duymak? Diyebilir ki; “söylemeyeyim mi canım kitabı beğenmediğimi?” Evet söyleme. Konu bu mu? Eğer konu oysa, has edebiyatsa, Naipaul romanlarını okumamış biri olarak orada ne arıyorsun? Şimdi düşünün, benim bu yazıda Hilmi Yavuz şiiri, veya İsmet Özel şiiri, veya Akıntıya Karşı dergisi hakkında neler düşündüğüme dair birşeyler söylememin herhangi bir anlamı var mı?

Bu apolojizmden şunu anlıyorum: Türkiye’de “ben Şeytan Ayetleri’ni okudum, beğendim, çok severim, en sevdiğim romanlardan biridir, güzel Türkçemizde de görmek isterim” demek meşru değil. Hatta bir can güvenliği meselesi. Hadi can güvenliği meselesi olmasından geçelim. Meşru değil. Entelektüel anlamda da riskli.

Gerçekten patetik bir kültürel iklim çıkıyor burdan. Bize çünkü şunu söylüyorlar: biz neyin ne olduğunu bilmesek de neyin ne olmasına izin verilebileceğini biliriz! Ve Naipaul’un Naipaul olmasına, Şeytan Ayetleri’nin Şeytan Ayetleri olmasına, Kusturica’nın Kusturica olmasına izin verilemez! Bunlara en iyi ihtimalle bir Osmanlı hoşgörüsü (sürgün) veya liberal hoşgörü (yok sayma, hor görme ve görünmezleştirme) gösterilebilir, ki o durumlarda da bunların kötü yazarlar, kötü yönetmenler, kötü kitaplar olduğunu söylemek mecburidir.

Türkiye’de günün zinde tabusu İslam tabusu olarak görünüyor. Hepimizi Naipaullaştırabileceklerini düşünüyorlar gerçekten de. Ama oryantalist bilmemne anlamında değil. Muhafazakar konsensusun izin verdiği normlar içinde kalıp kalmayacağımızın denetlenebilir olması anlamında. Bir Kemalistlerden bir İslamcılardan bir ultra-otoriter liberallerden bir milliyetçilerden, bugünlerde her taraftan sürekli norm ayarı yiyen bir toplum olarak da en büyük korkumuzun norm dışında kalmak olmasına tanıklık etmemiz doğal herhalde.

Hani şu hep bahsedilen, Türkiye’ye yakışır denilen, ‘ılımlı İslam ülkesi’ olmak böyle birşeydir belki de kimbilir. Her şeyin tartışıldığı ama hiçbir şeyin tartışılamadığı ve günün sonunda imamın, nasıl diyordu Somay muzipçe, veya nasıl çıkarıyordu mu demek lazım kendisinden alıntı yaparak, gaz çıkardığı yer...

1 yorum:

Nicholas Urfe dedi ki...

Harika bir yazı. Düşüncelerime tercüman oldunuz, teşekkürler.