KÖŞE İSMİ: DALALET
BU YAZININ BAŞLIĞI:
BİR DERBİ GÜNÜ YAZISI
BirGün gazetesi, 24 Ekim 2010, Dalalet 43/151
Süreyyya Evren
Bu yazıyı okuduğunuz günün akşamı Fenerbahçe – Galatasaray derbisi olacak. Hani Thackeray’den bu yana kullanıldığı gibi, ve anladığım kadarıyla aslında daha çok Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Odası’ndan bugüne yaygın olarak kullanıldığı gibi, İngiltere’nin sürekli rekabet halinde olagelmiş en eski iki üniversitesi olan Oxford ve Cambridge üniversiteleri için Oxbridge diyorlar ya, aynı hesapla biz de, geleneksel ve son derece çekişmeli kürek yarışları adetini de zaten, sonradan ve metaforik olarak da olsa ciddiyetle, bu iki kurumdan devşirmiş görünen iki kulübümüze, Fenerbahçe ile Galatasaray’a da Fenersaray diyebilirsek eğer, ki daha önce de diyenler olmuş, bir ‘derbi’ günü, bir Fenersaraylı için bir derbi günüdür. Nokta. Başka bir gün değildir. Yağmurlu bir gün veya güneşli bir gün değildir. Derbi günüdür. Kişinin İstanbul’da, Ankara’da, Londra’da, Yeni Delhi’de veya Zagreb’de olabileceği bir gün değildir. Maç neredeyse, Fenersaraylı da, daha tribünler dolmadan, oradadır. Yerini ruhen alır.
Biz çocukken gazeteler Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzon arasındaki tüm maçlara derbi derlerdi. (Bu arada, bir ara talihsiz bir biçimde, futboldaki Anadoluculuk, üç büyükler karşıtlığını anti-Bizans gibi terimlerle ifade ediyordu. Ve Trabzon’u da anti-Bizans birliğinden sayıyorlardı. Sanki Trabzon ‘elmiş’ gibi!) Sonra hızla derbi aslında aynı şehrin iki takımı arasındaki maçlara denirmiş bilgisi dolaşıma girdi. Benim için pek birşey değişmedi doğrusu. Daha o zamanlardan derbi deyince sadece Galatasaray maçlarını anlamaya alışmıştık zaten, hala da sadece Galatasaray maçlarını anlıyorum. Galatasaray ile, klasik deyişle gazozuna maç yapsanız bu bir maçtır. (Bu sezon öyle bir gazozuna maç yaptık mesela, en sevdiğim yanı da günümüz gazozuna maçlarının, Cumburbaşkanlığı Kupası, Maliye Bakanlığı Kupası, Başbakanlık Kupası veya Zart Zurt Şirketi Totosu Kupası falan gibi isimler almaları. Biz de zaten bu kurumların gazozuna olduğunu söylüyorduk!) Beşiktaş’a bir ara sürekli, hem de 4-0 veya 5-0 gibi skorlarla yenildiğimizi hatırlıyorum. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsü. Düşük çoraplarıyla sürekli gol atarlardı. Bunlara da bir türlü şansımız tutmuyor diye yaşardık. Hani milli takımlarımız Norveç takımlarına yenilince gazeteler öyle manşetler atardı ya aynı günlerde: Kuzey takımlarına şansımız tutmuyor! Bizim de bu Dolmabahçe sarayının oradaki takıma şansımız tutmazdı. Süleyman Seba takımıydı bir de Beşiktaş uzunca bir süre. Sonra yönetimi gençleşti, yenilendi, farklı kadrolardan kuruluyor artık derken bir de baktık konsol çekilmiş ve toplar yan yana gelince görüldü ki Ali Şenvari bir yönetim anlayışına meğer yıllardır özenirlermiş. Bu tuhaf yaklaşım ışığındaki yeni Beşiktaş yönetimi hem halk arasında ‘eski Fenerbahçe yönetimi gibi’ diye bilinen hamlelerle bir yıllanmış arzuyu akla getiriyor hem de son yıllarda diri tutmaya çalıştıkları bir birebir çatışma ruhuyla Fenerbahçe’yi kendi ötekileri ilan etmeye yöneliyorlardı. Ancak bu gene de bir Fenerbahçeli’de en fazla kızgınlık veya sıkıntı yaratmıştır sanıyorum. Yani öteki’miz olarak Galatasaray’ın yerine bir başkasını koyamayız. Ne diyor şarkı (geçen geceki Beşiktaş – Porto maçında Hulk fırtınasının ardından sevgiliye darılan Beşiktaş tribünlerinden duydum da oradan aklıma geliyor şu anda): “sevdim seni bir kere başkasını sevemem”. Elbette Fenerbahçeli her zaman Fenerbahçe’yi Galatasaraylı da her zaman Galatasaray’ı sever ve ötekinin her zaman başarısızlığını ister, yenilgisine sevinir, yediği gole şapka fırlatır. Bu böyledir ve böyle de olması hoş bence. Fakat şimdi, bu yaştan sonra, veya şu geçen yüz yıldan sonra mı diyelim, Bursaspor yenildi diye sevinemem doğrusu.
Gün gelir, bir işyerinde, veya bir politik toplantıda, ya da bir edebi harekette, birisine, sırf Galatasaraylı diye bir önyargı besleyebilirim, belli mi olur. Olur olur. Futbol bu! Veya c’est la vie! Gel gör ki aynı negatif ve tarihten gelen hissi Beşiktaşlıya, Trabzonluya, Sivaslıya veya Kayseriliye herhalde istesem de hissedemem. Buradaki düşmanlık estetiğinin ikame edilebilir olmadığını tahmin ediyorum.
Nick Hornby’nin meşhur kitabı Fever Pitch’in girişinde kahramanımızın Arsenal tutkusunu anlattığı bölümün özel hayranıyımdır. Hani kahramanımıza sevgilisi yolda gördüğü bir kazadan, son seçilen cumhurbaşkanından veya ödemeleri gereken doğalgaz borcundan ya da arkadaşlarına verecekleri yemeğin detaylarından bahseder de dinlermiş gibi görünen kahramanımızın aklından sadece Arsenal’ın attığı kimi goller tekrar tekrar oynamaktadır!
Bir de bellek mekansaldır derler biliyorsunuz, veya tetiklenir bazı nesnelerle, ya da kişilerle. Her zaman güzel şeyler hatırlanmaz, felaketler de hatırlanır. Hagi tekrar Galatasaray’ın başına geçince bu hafta, hemen, beş altı yıl önceki 5-1 yenildiğimiz kupa maçında, Mondragon’un onsekiz kol ve yirmiiki bacakla her topu kurtarmasını ve Ribery’nin, nereden nasıl oldu da Galatasaray’a geldiyse, Michael Jordan gibi yere basmadan sağa sola uçuşmalarını hatırladım. Pat diye aynı anda görüntüler üst üste bindi diyebilirim. Lorant’ın beyaz saçlarını o veya bu vesileyle her gördüğümde, Serhat’ın maçtan sonra “biraz daha zaman olsa 8 yapardık” demesini hatırlamam gibi.
Fenerbahçe - Galatasaray rekabeti şövalyecedir. Yani mızrağı kalkana tüm gücünle vurursun ki rakibin attan düşsün! (Az kalsın kendimi kaptırıp mızrağı rakibinin göğsüne saplamaya dayanır yazıyordum!) Gazozuna değil de şampanyasına yapılan her Fenerbahçe - Galatasaray maçından sonra her iki takımın da bazen 5-10 hafta toparlanamamalarını da çok sempatik buluyorum. Yarısı sakat, yarısı kırmızı kart cezalısı, diğerleri de konsantrasyonunu yitirmiş iki takım kalıyor geriye ya bazen; çok canayakın değil mi? Bir tek maça ancak bu kadar anlam yüklenebilir. Dokunmayın çocuklara onlar maçlarını oynadılar diyesim geliyor. 90 dakikaya anlam yüklenmesinin de herhalde futboldan anlam boşaltılmasından iyi olduğu aşikar.
Fenerbahçe - Galatasaray derbisine bir dünya derbisi diyorlar. Kimileri de bu ifadeyi duyunca ifrit oluyor. Efendim neresi dünya derbisiymiş, kaç ülkede yayınlanmış bir kere, hem maçta sahaya martı girdi ve çimlerin boyu çok kısaydı falan diyorlar. Haklı olabilirler, gerçekten bilemiyorum. Benim bildiğim bir İstanbul derbisidir. Dünya derbi mirasına dahil olup olmadığına dünya karar versin.
Futbol entelijansiyasının fanatiklikten azade bir locadan olayları yorumlaması gerektiği görüşüne de, hayli belli olduğu gibi, hiç katılmıyorum. Bu kadar rasyonel bir tavır futbol sevgisini açıklamıyor. Eğer irrasyonel bir tutku yoksa işin içinde, doğrusu genel olarak futbolla ilgilenmenin rasyonalize edilebileceğini, güzel nedir denince entelektüel bir yerden bakıp da Alex’in attığı bir pas ve Baros’un attığı bir gol diye cevap verilebileceğini hiç sanmıyorum. Benim için Alex’in hakem atışı sırasında topu seçmesi Gauguin’in Manao Tupapao’su kadar güzeldir, çünkü olaya sağlıklı bir okuryazar gözüyle değil tutkuyla takımına bağlanmış biri gözüyle bakıyorum! Ekrandaki yeşil zemine hipnotize olmuş gibi bakakalmak için de başka bir haklı gerekçe göremiyorum açıkçası.
Velhasıl, ‘centilmence’ söyleyecek olursam, bu akşam iyi olan kazansın!!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder