Bu Blogda Ara

Pazartesi, Ocak 09, 2006

KEMAL TAHİR BİZİMDİR AMA ‘BİZ’ KİMİZ? - Birgün yazı 43 / 9 Ocak 2006

Birgün yazı 43 -- 9 Ocak 2006

KEMAL TAHİR BİZİMDİR AMA ‘BİZ’ KİMİZ?*

Süreyyya Evren

Edebiyatımızda bir şikayet var. Şikayet, kabaca, kimsenin ‘işine gelmeyen’ kimseyi sevmemesinin çeşitli zararları üzerine.

Kültür sanat camialarının, özelde edebiyat camiasının, ‘haset yoğunluklu’ olmakla eleştirilmesi ender değildir. Çoğu kez bu sızlanma yereldeki pratiklerin illallah dedirtmesi üzerine devreye girer. Ama bazen de ‘dünya sahnesindeki yerimiz’ sorgulamasıyla beraber gündeme geliyor.

Son zamanlarda okuduğum kimi şikayetler galiba daha çok bu dünya sahnesindeki yerimiz sorgulamasına özellikle bağlanıyordu. Dışarıyı takip edenler, neden kâinattaki kudretimiz böyle az diye araştırmaya başlayınca, kudretimizdeki bu ‘biz’ tarifinin de, ister esnek bir tarif olsun ister katı, oluştuğu mekâna, yani buradaki ilişkiler ağına ve işleyişlere dönüp bakıyorlar. Kimileri insanların özünden gelen veya özüne yerleşmiş habislikler, çiğlikler diyarı görüyor. Bu güvenilmezlik ortamında fikirlerin de artık ehemmiyetsiz olduğunu, ahbaplık için basit insanî niteliklerin çok daha aranır hale geldiğini ima ediyor. Kimileriyse neredeyse bir teknik arıza, bir tür aksaklık olarak ele alıyor ‘dayanışmasızlığı’ (ya da Ece Ayhan’dan ilhamla, mevcut dayanışmaların sadece ‘kötülük dayanışmaları’ zemininde yeşermesini). Bize benzeyen, yani kitap sevgisiyle dikkat çeken ülkeler arasında yer almayan, ayrıca eskide kalmış gibi görünen tartışmalı bir kavram olsa da gene de birşeyler anlatan ‘üçüncü dünya ülkesi’ kategorisine yakın, ‘kader ortağı ülkeler’in, kültür sanat ortamlarıyla karşılaştırmalar yapmak bu teknik arızayı ortaya koymanın en temel yolu gibi. Kitabın fazla sevilmediği, satmadığı, edebiyatçılar camiasının kendi yağıyla kavrulan küçük bir camia olduğu, ama dünya sahnesinde farklı kuşaklarıyla ses getirebilen sözgelimi Meksika’nın anılması bu bağlamdadır. Burada yazılan romanlardan daha iyi romanlar yazmayan genç Meksikalı yazarlar, hem kendi aralarında gruplar kurarak evrensel kapıyı birlikte zorlayabildikleri için, hem de önceden kaleye sızmış Fuentes gibi büyükleri, onlara içerden kapıyı açıp gizli dehlizleri gösterdiğinden, durup dururken buradaki muadillerinden daha fazla evrensel yankı doğurabilmektedirler. Bu karşılaştırmada bir tür kariyerizm veya fazla stratejist bir yan, bir tür ‘küresel edebiyat pazarında dolaşıma girmenin formülleri’ arayışı da koklayabilirsiniz. “Meksikalılar yaparken biz niye yapamıyoruz” sorusu, “Meksikalılar satarken biz niye satamıyoruz”a da kayar yer yer. Ama işin bu taraflarını bir kenara bırakıp, dünya edebiyat literatürüne doğrudan etkide bulunmanın, sürekli alıcı olmaktan çıkıp etkileşime girmenin, hareket kazanıp yerel zeminden çıkmanın arayışı olarak da dikkat edebilirsiniz.

Dayanışmasızlık, sevgisizlik atmosferinin düşünsel, yazınsal ve ‘teknik’ zararları hakkında konuşacak çok şey var. Ben şuna bir parantez açmak istiyorum: insanlar arasındaki hamaset ve kopukluk, metinlerarası bir hamaset olarak da karşımıza çıkıyor. Metinlerin en kaldıramadıkları şeylerden biri de, böylesi yalıtılmalar, diyalogsuzluklardır. Ne demiş William Blake; “durgun sudan zehir bekle.”

Express dergisinin 15 Aralık – 15 Ocak 2005 sayısında, Merve Erol, bir kitap tanıtım yazısı ‘kamuflajıyla’, oldukça önemli bir meseleye dikkat çekiyor (yıl 5, sayı 56, s.35). Kemal Tahir’in bütün eserlerinin İthaki yayınları tarafından yeniden yayınlanması üzerine kaleme alınmış bir yazı. Bu yeni diziyi tanıtıyor, ama aslında yeniden/yenileyerek/yenilenerek Kemal Tahir okuma fikrinin ‘tanıtımı’ baskın. Kabaca söylersem, Kemal Tahir’in kalıplaşmış perspektifler dışında yeni okumalarla elden geçirilmesinin açabileceği muhtemel yollara dikkat çekiyor. Bahtin’in Dostoyevski’yi okuduğu gibi Kemal Tahir’in de yeniden okunabileceğini, üstattaki karnavalesk öğelerin aranabileceğini, ayrıca bir ‘sound’ mimarı olarak Kemal Tahir’in romanlarını yeniden düşünebileceğimizi, önümüze yepyeni potansiyellerin açılabileceğini fısıldıyor. Hatta bizim bu yeniden okuma deneyimimizin kendisinin ‘karnavalesk bir deneyim’ olabileceğini çıtlatıyor. Aslında Kemal Tahir’in, diyelim tez romanlarını, tezleri üzerinden değil ‘ses’leri üzerinden, ‘groovy’ olup olmamaları üzerinden, bir çoğulluğu yansıtıp yansıtmadıkları üzerinden okumayı öneriyor. (‘Groovy’ ile Erol’un kastettiği şeyi yakalayıp yakalayamadığımı pek kestiremiyorum –hip olan? dinamik? taze? fiyakalı? hiçbiri?- bu yüzden Kemal Tahir’de ‘sound’un ele alındığı daha detaylı bir yazıyı bekleyeceğim belli ki. Bu arada, Erol, yazıda, Müzehher Vâ-Nû ile Kemal Tahir arasında geçmiş bir diyaloğu naklediyor. Buna göre Müzehher Vâ-Nû, Kemal Tahir’in eserlerindeki tiplemeleri için “öyle bir hamur oluyorlar ki ayırabilene aşkolsun,” demiştir eleştiri/dokundurma amacıyla. Erol, bu olumsuzlayarak yapılmış yorumun belki de en güzel ayrıntıyı işaret ettiğini söylüyor. Eğer karakterlerin hamur oluşları, içiçelikleri, ‘ağsallık’ anlamındaysa dediği doğru, ama ayrılamazlıkları hepsinin Kemal Tahir sesi/tezi formları olmasından kaynaklanıyor ve öyle bir birliğe bağlanıyorsa sorunludur. Bu da tabii, öyle kolay kolay cevaplandırılabilecek, ya da tek cevabı olan, bir sorun değil elbet.)

Böylesi bir yeniden okuma önerisinde bence öncelikle altı çizilesi olan Kemal Tahir’in gerçekten buna uygun olup olmaması veya umutları karşılayıp karşılayamayacağı değil kesinlikle, ama böylesi bir soruyla geri dönüp yeniden okumalar yapılması ihtimalinin kendi sarhoş ediciliğidir. (Ben mesela Sevim Burak’ın, diyelim Everest My Lord’u üzerine çalışmayı, formların, kişilerin, üslupların, anlatıların çoksesliliğini orada aramayı-bulmayı yeğlerim. Tabii Kemal Tahir – Dostoyevski korelasyonundaki tezli roman yazmak üzere yola çıkanın çoğulluğu yansıtışı bağlantısını da görebiliyorum. Ancak bu korelasyonun kilit noktası yukarıda çengel attığımız hamur oluşun niteliği meselesinde düğümleniyor.) Erol’un yazısının başlığı “Kemal Tahir bizimdir, bizim kalacak.” Bir şekilde meşhur olmuş bir denklemi; “Peyami Safa’yı biz alalım (yani ‘sol’a alalım) Kemal Tahir’i onlara verelim (yani sağ’a)” deyişindeki denklemini geri almayı öneriyor. Aslında bu denklemin kendisi de Peyami Safa ve Kemal Tahir hakkındaki kalıplaşmış siyasi okumaları kıralım ve yer değiştirerek okuyalım imasını taşır. Sol ve sağ olarak kültürü ve edebiyatçıları bölüşerek kavradığımızı açık etmesiyle, bu kümeler arasında yer değiştirmelerin mümkün olduğunu, bunların doğal değil olumsal olduğunu görünür kılmasıyla; ‘onu biz alalım bunu biz verelim’ sözünde taşları yerinden oynatan ve düşüncenin önünü zaten açan bir yan vardır. “Bizimdir bizim kalacak” başlığı bu açıklığı geri kapatmayı hedeflemiyor elbette, aksine tekrar okumalara başladıktan sonra duramayacağımızı, yeniden verip yeniden alabileceğimizi gösteriyor. Fakat ben Erol’un başlığını özellikle şöyle okuyacağım: “Kemal Tahir de Peyami Safa da bizimdir, bizim kalacak, ama bu ‘biz’ sınırlandırılamaz, ‘biz’ hareket ederiz, değişiriz, yeni yeni bakışlar gerektirir ve içeriririz, doğururuz”.

Öte yandan, bu bakışlar yenilenmesi için yukarıda şikayet edilen habislik ortamı içinde kımıldanamayacağı da bir o kadar açık. ‘Değerlerin yeniden değerlendirilmesi’ için ekürilerinin, klanlarının ışığı dışında metinler, yapıtlar okumakta bir beis görmeyen, yeniden bakan gözler gerek. Kemal Tahir’i verelim Peyami Safa’yı alalım, Peyami Safa da bizi versin Kemal Tahir’i geri alsın ve konumlar sonsuza kadar yer değiştirsin –ama kim konuşacak?

Kısmen yukarıda andığım malum şikayetlerin de bildiği ve yakındığı gibi edebiyat dünyamız metin odaklı değil. Aslında, “edebiyat dünyasını verelim edebiyatı geri alalım”, demeli belki. Hoş, okunmama ve yeniden yenilenerek okunmama sorunu, edebiyat yapıtlarıyla sınırlı da değil. Sözgelimi Hikmet Kıvılcımlı’nın, Sabri Ülgener’in, Hilmi Ziya Ülken’in, yeniden ve kalıplardan taşan yanlarını sonuna kadar götüren okunmalarına rastlıyor muyuz?

*Bu yazı gazete köşesindeki sınırları aştığından kısaltmak zorunda kaldığım yazılardan biri olmuştur.

Hiç yorum yok: