Bu Blogda Ara

Pazar, Şubat 07, 2010

UNUTARAK UYANSAM

KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

UNUTARAK UYANSAM

BirGün gazetesi, 7 Şubat 2010, Dalalet 6/114

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Mecliste yaşanan AKP-MHP ‘peygamber yumruklaşması’nı seyrederken AKP’nin 2007 seçimleri öncesinde yürüttüğü seçim kampanyasını hatırladım. O günlerde Erdoğan kendilerinin en ideolojiler-üstü, en Özalist, en işbitirici, dolayısıyla en az çatışmayla en fazla nakiti kazandıracak parti olduklarını iştahla anlatırken hem MHP’yi hem de DTP’yi geriletmek üzere bu iki partinin meclise kavga gürültüyü geri getireceklerini savunuyordu. Özellikle de MHP’nin zaten meclise gireceği varsayıldığından, şimdi bu DTP’yi de meclise sokarsanız görün o zaman curcunayı diyordu. DTP yerinde, yani dışarıda dursun, içerdeki işleri biz sizin adınıza da halledelim siz bir vekalet verin de mesajını Kürt seçmene dikte etmeye çalışırken, Bayburt’ta tam olarak şöyle demişti: “Bu bağımsızlar parlamentoya girecek. MHP de girerse Meclis'te neler olabileceğini görüyorum. O zaman gör kavgayı. Biz bunların kavgalarıyla mı, birbirleriyle boğuşmalarıyla mı uğraşacağız; Türkiye'ye hizmet mi vereceğiz. Biri bir uç, diğeri başka bir uç.”

Gün ola devran döne, herkes başka bir uç uç böceği, bir de baktık, Erdoğan’ın gördüğü vizyon gerçek oldu, ama bir farkla; boğuşanlar AKP ve MHP, ayırmaya çalışanlar da ‘o bağımsızlar’dı.

Bu basit bir ironi değil, AKP’nin siyaset sahasına çekildikçe dengesini kaybetmesinin doğal bir sonucu. Siyasete dair herşey AKP’yi sıkıntıya sokuyor. Seçimlerin bir iş ihalesi gibi algılanmasını normalleştirmek için az uğraşmadılar. Siyaset fazla bulaştırılmadan ortalama muhafazakar Türk-İslam kültürünün İslama doğru genişleyen egemenliği altında devleti kar amacı güden bir şirket gibi idare ederek büyütmek, kara geçirmek ve sonra da bizleri elimizde olduğu varsayılan devlet hisselerinin de bu sayede değerleneceği vaadiyle sessizliğe ikna etmek stratejisi her iş kolunu halka (yani diğer hisse sahiplerine) ‘dikkatli olun bunlar kar payınızı azaltmaya çalışıyorlar’ söylemiyle şikayet ediyor. Bu hesaba göre doktorlar TEKEL işçilerine “yeter bu kadar kazandığınız susup çalışın” diyecekler, öğretmenler eczacılara “fazla paragöz olmayın bize de kalsın” diyecek, toplu bir ayinle itfaiyecilere su sıkılarak ‘kaynaşmış bir kütle’ olma bilincimiz tümlenecek. Sınıf farkı yok, sömürenler yok, şirket yöneticileri var, işçiler ve hisse sahipleri var. Dolayısıyla siyasetin görünürleştiği bütün momentleri devlet/şirket’in iş yapmasını engellemeye çalışan, ‘iş ahlakına aykırı’, yasadışı, ve anti-demokratik çıkışlar olarak göstermek gerekiyor…

İşte TEKEL direnişi tam da bu eklemden işini zorlaştırıyor hükümetin. Bir yandan Kürt Açılımı öbür yandan TEKEL Direnişi bastırınca AKP her geçen gün siyasete çekiliyor ve ekonomiyi çözen işbitiriciler resminden düşüyor. Siyasetin salt kendisi, AKP-Napolyonları için Moskova etkisi yapıyor çünkü siyasetin içinde ordularını barındıramıyorlar. Her siyaset cephesine girdiklerinde geri çekilmeleri gerekiyor. Aslında bu tutumun halk desteği de yok değil: halk kötü bir siyasetten değil kötü bir ekonomiden korkuyor en çok. Kötü siyaset yapan bir siyasetçi mi kötüdür ekonomiyi kötü idare eden bir siyasetçi mi diye anket yapılsa sonucun ne çıkacağı malum. Ki korku en belirleyicisi siyasi tercihlerimizin. Umutlarımızın peşinde koşmuyoruz korkularımızın tersi tarafa koşuyoruz. Solun bu iklime kapılmaması, paltosunu, eldivenlerini hazır etmesi gerekiyor. Sol korkudan beslenerek büyümez, güzelleşmez. Tarihsel niteliği bir yana, günümüzdeki kullanımları o yüzden rahatsız edici ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ sloganının. Barbarlık canavarının tersi tarafa en hızlı koşmanızı sağlayacak tekerlek değildir ki sol. Kendisi bir yön sunmaya taliptir. Bir umut sunmaya. TEKEL direnişi bu anlamda zaten kritik: her türlü bir umut sunma refleksini geri çağırıyor siyasi gövdeye. Genel Grev’den ölüm oruçlarına bütün tozlu bavullar tavanarasından indiriliyor. Hükümet için esas sancı bu: 2007 seçimlerinden önce yakalanan işbitiriciler üslubu kaybediliyor. İşbitirmedikten sonra zafer yok neo-Özalizme.

BDP’nin sivil itaatsizlik çağrısı da sözgelimi bu boşluğu iyi sezmiş bir şekilde ‘siyaseti heryerdeleştirme’yi öngörüyor. Okullar, nüfus müdürlükleri, askerlik şubeleri, her tür basit işlem, devletle her tür karşılaşma bir siyaset arenası olarak algılansın önerisidir gündeme getirdikleri. Hiçbir işlem sadece bir işlem olmasın, her işlem bir siyaset olsun, bir siyasi çatışma veya uzlaşma ile sürsün. Kürt hareketi öznelik konumunda bu kadar tecrübe biriktirmişken ve pazarlığı hiç de aşağıdan açmaya gerek görmezken, Kürt hareketine göre çok daha gerilerde gözüken kimi sanatçılar ve kültür insanları fena halde özgüven sıkıntısı çekiyorlar.

Açıl sanatçı açıl!

Kürt Açılımı’nın bir alt-açılımı olarak bir de Sanatçı Açılımımız var şimdi. Sanatçılardan oluşan heyetleri Başbakan huzuruna kabul edecekmiş ve sanatçılar Başbakan’a görüşlerini ileteceklermiş. Yüce devlet katında fani sanatçıların görüşleri böylece memlekette ilk kez dikkate alınacakmış. Neresinden baksanız çok vahim bir tablo. Birincisi bir sanatçı için devlet danışmanı olmak bir iltifat değildir. İkincisi mesele ‘milleti temsil etmek’se, illa bir temsiliyet sözkonusu olacaksa, sanatçı, milleti siyasetçiden fazla temsil eder ve de üstelik bu ehliyeti devletten almaz. Sanatçılar kendi inisiyatiflerini kimsenin huzuruna kabul edilmeden kendi başlarına koyarlar, sistem onları takip etmek durumundadır. Sanatçı sisteme danışmanlık yapmaz, yöneticilere, merkeze danışmanlık yapmaz, bütün satha seslenir. Alışverişi bütün satıh iledir. Sanatçı hesabı padişaha vermez; TEKEL işçisine verir, doktora verir, eczacıya verir, tarihe, yavaşlatılmış da olsa akan zamana, hayallere, başını uzatan kuşa verir de iktidara vermez. Çünkü de Gaulle Fransa değildir, Sartre Fransa’dır. Sartre “aman şükür benim fikrimi sordular” diye gurur ve sevinçle düğmelerini iliklemez, de Gaulle zaten Sartre’ı takip etmek durumundadır. Diyelim takip etmedi, bu Sartre’ın problemi değildir de Gaulle’ün problemidir. Özal’ın helikopteri saçlarımı savurdu diye sevinenlerden devlet beni adam yerine koydu diye tüyleri diken diken olanlara geldik. Misyon duygusu sistem tarafından dağıtılan bir görev değildir, misyon merkezden alınmaz; sanatın kendisinden, edebiyatın kendisinden, hayatın kendisinden alınır alınacaksa. Hem bir de şu var, hani konumuz Kürt Açılımı ise; Kürt halkının kendini temsil etmek için kurduğu partiler, söylemler var, ben hiçbir temsiliyeti tanımam diyen için de Kürt halkının kendisi var orada bir yerlerde.

Ezilenlerin danışmanı niye yok da devletin danışmanları var diye kimse hiç düşünmüyor mu?...

Hiç yorum yok: