Bu Blogda Ara

Pazar, Ocak 30, 2011


KÖŞE İSMİ: DALALET

BU YAZININ BAŞLIĞI:

HAYIRCILIK FAZLA BÖBÜRLENMESİN

BirGün gazetesi, 30 Ocak 2011, Dalalet 57/165

Süreyyya Evren

sureyyya@mexico.com

Evet doğru, son süreçte yetmezamacılarıyla evetçiler ipte uzun duramadılar. Anayasa peynirinin biraz daha çekilmesi, darbecileri yargılama kartının elde kalması, Kürtlere resmi pusunun kameralara yakalanması, fazla Batı’ya giden Doğu’ya düşer misali müslüman demokratları destekleyeceğiz derken en eski Türk faşizan dilinin yardakçısı durumuna düşmeleri, gündelik hayata İslamcı baskının tam da en kaba eleştirilerde iddia edildiği tarzda (ve onların bırakın bu paranoyaları dedikleri tarzda) topluma giydirilmesi, sanata tükürürümlerin kurumsal doğuşu vs vs. Şimdi demokratik özerklik gibi konularda CHP’nin samimiyetini sorgulamaları ve CHP’nin takiye yaptığını söylemenin saygın bir yorum sayılmasını sağlamaya çalışmalarına ne demeli. Düne kadar bu mantık yürütme en ilkel Kemalizm sayılıyordu, şimdi en ilkel liberalizm aynı dili kullanıyor. Daha önce bir ikna edicilik yitimi yaşanmıştı ama bu son süreç tam çıkmaza soktu. Referandum, yetmez-ama-evetçiler için galiba pirus zaferi oldu. İktidara yakın olmaktan duyulan heyecan bizi belirliyor. Hepimiz yönetmek, büyük değişimleri elit kadrolarla bir kaç hamlede çözüvermek istiyoruz. Erk bir tür Stendahl Sendromu yaratıyor. Bu çerçevede liberaller de Floransa’ya gidip de Davud heykeline bakarken düşüp bayılacaklar gibi hissetmeye, sanat eseri gibi görmeye başlıyorlar iktidarı, AKP’yi, hatta şahsen bir figüre dönüştürdükleri başbakanı. Başları dönüyor sendrom gereği. Türkiye’nin çizeceği yolu kısa yoldan belirleme heyecanıydı öne çıkan maalesef. İktidarın meşruiyetini biz sağlayalım, akıl hocası biz olalım (veya öyleymiş gibi görünmeyi biz başaralım) ve hop bir referandumda, iki tutuklamada, bu iktidarın tek parti merkeziliğinde ‘devrim’ gerçekleşsin! Biz de –aslında Türkiye’nin en tabansız siyasi eğilimlerinden birini temsil eden insanlarken– ansızın değişimin başat öznelerine dönüşelim! Hani Kemalistlerde eskiden şöyle bir öznellik tasavvuru vardı ya: “bu ülkenin sahibi biziz! Biz değiştiririz, biz dönüştürürüz, zaten biz kurduk, size ne oluyor,” gibisinden. Bu mantaliteyi yanlışlıkla Kemalizm denilen bir ideolojinin özünden doğup etrafa yayılan bir dalga zannettiler. Kemalizme özgü bir ucubelik sandılar tepeden inmeciliği. Halbuki bu mantalite bizim bu topraklardaki siyaset kültürümüzün mantalitesiydi. Solundan sağına liberalinden islamcısına sosyalistinden faşistine. Dolayısıyla liberaller sol-liberalleri ve (bence bir aksilikti bu) kimi radikal sol öğeleri de aralarına alarak, yetmez-ama-evet üzerinden, yeni bir öznelliğe talip olmadılar maalesef, tersine, veya aslında beklenmesi gerektiği gibi ülkemizin fazla değişkenlik göstermeyen tarihine bakıldığında, aynı öznelliğin makamına talip oldular. Bunun için de yeni bir Türkiye, yeni bir devlet, yeni bir rejim, bir şematik devrim fikri yaydılar ki onlar da bir süre sonra şöyle diyebilsenler: “biz değiştiririz, biz dönüştürürüz, zaten biz kurduk, size ne oluyor!?” Neden Türkler devrimi illa jetonu atıp kolu çevirince aşağıdan düşen bir şey olarak görme eğilimindedirler biri araştırsın! Büyüklerimizden mi öyle gördük nedir. Ancak bu oyun biraz çabuk söndü. An itibarıyla hiçbir inandırıcılığı kalmamış durumda. Ahmet Altan’a dava açılmasını şöyle düşünün: 60’ların sonunda planlanan sosyalist devrim olmuş ve ilk iş Doğan Avcıoğlu hapse atılmış! (Muhtemelen olurdu da, Türkiye bu.) Tepeden inmecilik her zaman ilk kendi çocuklarını yer diye bir atasözü var. Durmadan bahsettikleri örneklerden bunu biliyor olmaları gerekirdi. Ancak işte baş dönmesi bazı şeylerin farkına varılmasını engelliyor. En güldüğüm de birilerinin Kürt hareketini Öcalan’dan aşağı bir piramidal yapı olmakla itham etmesi! Dinime küfreden bari tabandan herhangi bir girişime en ufak bir duygusal, zihinsel, teorik, yaşamsal yatırım yapmış olsa! En azından utanır insan, hani illa böyle bir eleştiri getirmek istiyorsa, “Kürt kardeşlerimiz de bizler gibi tepeden iniyor devrim işlerinde” falan der...

Şu anda gözüken, yetmez-ama-evetin sandalı, İsrail’in hani liderleri avlamak için hedefe fırlattığı roketlerine benzer bir şekilde iktidar tarafından batırıldı. Sizinle işim bitti dedi iktidar onlara. Onlar da “ya biz ne yaptık” dememek için kendilerini kurtarma yoluna sapıyorlar tek tek: “biz hep aynı pozisyondaydık, her zaman doğruyu istiyorduk, doğru değişti,” demeye getiriyorlar. “Dünya güzeli bir delikanlıydı şimdi çıktı mahalleleyi vurdu, biz nerden bilelim böyle olacağını,” gibisinden. İyi de mesele zaten buydu. Zaten tartışma ne olacağını doğru bilmek üzerineydi. Yanlış bildiğin ortaya çıktığı anda referandum momentinde de yanlış yapmış olduğun ortaya çıkmış demektir.

Neyse, gerek liberal veya sol-liberal gerekse sosyalist, radikal sol evetçi veya yetmez-ama-evetçi pozisyonların tüm dile hükmettikleri ve direnişin gerektiği bir momentte değiliz şu an. Çatladı oradaki iktidar perspektifi. Stendahl sendromunun başdönmesi yere düşmeyle zirvesine ulaştı. Boykutçu pozisyonun doğası gereği, hazır bu noktaya gelmişken bakışımızı öbür tarafa çevirelim ve şu hayırcı sola bakalım. Yetmez-ama-evetçi çizginin bu çöküşünden hayırcıların böbürlenmeye hakları var mı? Soru budur. Radikal sol pozisyonun temel değerlerine geri dönelim, hiçbirini bu süreçte kaybetmemeye odaklanalım dediler. Eyvallah. Peki Türkiye kültürüne veya sol kültürüne –bir AKP zokasını yutmamak dışında– ne katkıları oldu? Mesela hep onların dediklerini takip etmiş olsaydık Türk solu içindeki ağır milliyetçi eğilimler şimdi olduğu gibi gerileyecek miydi? Hiç zannetmiyorum. Otoriterliğin, militarist kültürün, erkekegemen kültürün, etnik dinsel farklılıkları ve bilumum mikro siyaseti merkezi bir ekonomik reform/devrim fikrine indirgemenin bütün teorik ve pratik parametreleriyle boğuşuyorlardı da kazanmalarına az mı kalmıştı? Daha basit soralım: kattıkları yeni bir değer var mı? Sanırım olmadığını kabul edeceklerdir, ama şunu söyleceklerdir: eski değerlerin hepsinin bir erozyonla yitip gitmesini ağaç olup engelledik! Tamam, buna da hak veriyorum, doğru, bu süreçte bir direniş göstermemiş olsalardı yetmez-ama-evet tepeden inmeciliği tek başına yarattığı iktidar sultasıyla eski değerlerin hepsini devrimden sonraya bırakma retoriğiyle ezip atmış olacaktı. Ama kim onları suçlayabilir? Özgürlüğün devrimden sonraya bırakılmasını evetçiler bulmadı herhalde bu memlekette!

Benim gördüğüm, evetçilik ve özellikle yetmez-ama-evetçilik hayırcı pozisyona çok şey kattı. Ve Türkiye sol kültürünün toplam özgürlükçüleşmesine bir yere (iktidarla baş dönene) kadar epey faydalı oldu. Türkiye’nin sol tarihi ortada. Kimse, biz zaten yapacaktık demesin. Peki olay nerede takıldı; hayırcısından evetçisine herkesin takıldığı yerde, tepeden inmecilikte, iktidar karşısında Stendhal sendromları yaşamada. Yönetici öznelere, kader adamlarına, başdanışmanlara, veziriazamlara dönüşme fikrinin hakimiyetini ortadan kaldırmaya geldi sıra. Yani başka bir siyaset kültürüne ihtiyaca. Başka bir öznelliğe. Bir tarafta Chavez baba gel bizi de kurtarların, öbür tarafta Kasımpaşa sen ne delikanlı abimizdinlerin yerini Tunus sokaklarına önce bir bakmanın, o hep mesafeli kalınan 2008 Yunanistan İsyanına dönmenin almasına. Tüm yatay dönüşümlere, özgürlüğü bir iktidara el koyma meselesi değil hayata el verme meselesi olarak görmeye, dünyayı alacakaranlıktan şafağa dönüştürmese de bir taşı alıp başka bir taşın üstüne koyan her şeye, genel Türkiye siyaseti içinde olsun bölgesel Kürt siyaseti içinde olsun, tabandan ne varsa, hangi ağsal, özgürlükçü çalışma yürütülüyorsa onlara bakmanın günü. Yeni bir iktidarı değil yeni bir öznelliği aramanın günü.

Hiç yorum yok: