KÖŞE İSMİ: DALALET
BU YAZININ BAŞLIĞI:
YA SEV YA AKSIRARAK TERKET
BirGün gazetesi, 16 Ocak 2011, Dalalet 55/163
Süreyyya Evren
Erdoğan, Baykal’ın yokluğunda nasıl da sıkıntı çekiyor değil mi? Hala takımda olsa, ‘ucube heykel’ topuna ne güzel vururdu Baykal! Ahh ahh! Kaçırır mıydı bu pasları...
The Wire dizisinden bir sahneyi de hatırlatıyor bana. Polis dedektiflerinden Bunk bir diğer polis dedektifi Jimmy ile geceleri bara gidip, ikili senaryolarla kızlara asılmaktadırlar, deyim yerindeyse. İyi polis kötü polis taktiği olarak bilinen taktiği, aralarında anlaşıp seçtikleri kızlara uygulayarak, belirledikleri ‘iyi polis’in kazanmasını amaçlayan bir girişimler serisi. Sonra olaylar gelişir, Jimmy bar hayatından çekilir, Bunk’ın arkadaşı bu kez polis dedektifi Lester’dır. Kahramanımız Bunk, gene aynı senaryolarla yaklaşmak üzere bardan kızları ‘göz hapsine’ alır, ama gel gör ki ciddi ve işodaklı bir adam olan Lester bu tür atraksiyonlarla ilgilenmeyip iş konuşmaya çalışır. Bunk kendini yapayalnız hissetmektedir. “Jimmmyyy, Jimmmmyyy, neredesin Jimmmy...” diye bağırır barın ortasında!...
Şimdi Erdoğan’ın son açıklamalarını da böyle okumak mümkün müdür acaba: “Denizzzz, Denizzz, neredesin Denizzzzz!...”
Bir de Kılıçdaroğlu’nun yaptığına bakın. Aralarındaki samimiyet de önisimlerin kullanılması noktasına çoktan gelmiş olmasına karşın, tam bir hayalkırıklığı yaratarak, “Bekle Recep, laiklik çantamı kapıp geliyorum,” deyip kramponları elinde koşturarak soyunma odasına inmek yerine; tribünde, sahaya yakın bir yerde ayakta maçı takip ediyor, ettiği de yetmiyor, taç çizgisine yaklaşan Günay’a “Günay oolum, nooldu kaptan seni iplemiyo, hala utanmadan ortalıkta dolaşıyosun” diye laf atıyor.
Bence ayıp. Muhalefete yakışmıyor. Şimdi Erdoğan “sahalarımızda doğru düzgün bir muhalefet yok,” dese ne cevap vereceksiniz?
Kılıçdaroğlu yeni tabii. Usüllerden tam haberdar değil. Emre Kongar, Hikmet Çetinkaya gibi camianın önde gelenlerine de görev düşüyor. Ben hatırlatmış gibi olmayayım, onlar çok daha iyi bilirler ve muhtemelen daha önce de yazmışlardır, ama içki kültürünün sistemli aforozu hakkında konuşulacağı zaman Başbakan’ın kullandığı “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar” sözünün Tevfik Fikret’e doğrudan bir gönderme olmasına Kılıçdaroğlu’nun atlaması gerekmiyor muydu? “Vay efendim o bizim şairimiz” falan gibi bir vole mesela yakışmaz mıydı? Sen Baykal gibi lider karakterli oyuncuyu 18 kişilik kadroya bile alma, sonra da muhalefetim diye geçin, sonra da kaleciyle karşı karşıya kaldığında topu kaleciye nişanlayama!
Liberal ulemanın da çelişkili mesajlar vererek kamuoyu uyuşturma tutumu iyice tavan yapıyor böyle olunca. Erdoğan’ın “arkadaşlar Baykal olmadığı için iş başa düştü ben söylemek zorunda kalıyorum, biz aslında laik hayat tarzından nefret ediyoruz, sürüyoruz işte düpedüz, ya sev ya aksırarak terket diyoruz, heykeller konusunda da Gökçek arkadaşın eski prensiplerine tüm kalbimizle bağlıyız,” vs vs şeklindeki beyanlara seçim taktiği olarak başvurduğunu, ağır muhafazakar Türk seçmeninin bu tür anti-kültür hücumlara prim vermesi gerçeğini değerlendirmeye çalıştığını söylüyorlar. Baykal olsaydı bunları demek zorunda kalmayacaktı çünkü aynı seçmene mesajı Baykal iletecekti, “bunlar laiklik düşmanı” dedikçe, zaten laiklik düşmanı olan seçmen de “ aa iyi o zaman onlara oy verelim” diyecekti demek ki. Peki bu mantık yürütmede sırıtan nokta ne: içinden Kemalist/Atatürkçü dilimi çıkardığınız zaman sosyal-demokrat/sol-liberal/özgürlükçü seçmen diye bir seçmenin Türkiye’de bir ağırlığı olmadığının itirafı bu. Ve böyle bir seçmenin bir ağırlığı yok idiyse, neden Baykal’a ısrarla ‘muhalefet yeterince özgürlükçü, sosyal demokrat olmadığı için seçimlerde şansı yok’ deyip durdunuz. Tam bir çelişki. Gerçekte herkes biliyor ve bildiğini de belli ediyor ki, Türkiye’de seçim kazanmak isteyen kimse sosyal-demokrat/sol-liberal vs bir hatta duacı olmaz bugün. Onlar meşruiyet mücadelelerinde işe yarıyorlar sadece. Sonra bir de bakıyorsunuz “Erdoğan bu seçimde BDP seçmeninden ümidi kesti, en azından İslamcı Kürt seçmeni ve derin Anadolu seçmenini tam toplayayım havasına girdi, milliyetçi çıkışları bu taktiğe dayanıyor, aslına bakarsanız mantıklı, ama Kılıçdaroğlu’nun Kürt sözcüğünü ağzına almaması kabul edilemez, skandal bu” şeklinde konuşabiliyorlar! Burdan çıkan sonuç basit: belli ki Kılıçdaroğlu da taktik yapıyor, laiklik/derin-Anadolu cephesine yeni asker sevketmiyor ve barış görüşmeleriyle orayı oyalamaya çalışıyor, mevcut sınırları yüklense de değiştiremeyeceğinin farkında; Erdal İnönü döneminin SHP sosyal demokrasisi gibi CHP tarihinde aslında son derece istisnai bir dönemi 1989 raporu gibi kalemlerle ana gelenekmiş gibi tarif ederek ve sosyalist söylemin reformist bir versiyonunu temsil etme imgesini de kasketle selamlayarak sosyal-demokrat/sol-liberal cephedeki savaşı da durma noktasına getirmeye uğraşıyor. Sadece kazanabileceği muharebelere ağırlık vermek istiyor, Türkiye seçimlerinde hareket eden oy miktarının ne kadar küçük olduğunun farkında, ama o küçük adayı almanın yapabileceği en büyük hamle olduğunu da biliyor ve bayrağı oraya dikmek istiyor. Başarı projeksiyonları böyle gözükmekte.
Günümüzün CHP’si yönetiminden tabanına tam bir pragmatik çizgide. Her zaman herkes kazanmak ister, ama büyük takımlar güzel top oynamak da isterler, seyircilerine borçludurlar bunu, ancak bazı kritik maçlardan önce hocaların dediği gibi, güzel oynamak mühim değil bu maçta onlar için. CHP için bu yaklaşan seçimde mühim olan tek bir şey var: 3 puan! Ve eğer 3 puana giden yol Kürt demekten geçseydi emin olun ertesi gün Kürt derdi Kılıçdaroğlu. Zaten parti tabanı tazyik yapardı. CHP taraftarı, yeter ki 3 puan gelsin modunda. Ahmet İnam’ın da dediği gibi, bir sonraki seçimi uçurum eşiği gibi görüyorlar çünkü. Isiah Berlin’in “bir şeyden özgürlük’/‘bir şeye özgürlük’ tanımlarındaki ‘bir şeyden özgürlük’ün etrafında toplanmış durumdalar. Kullandıkları dile bakın: yaklaşan seçimi kölelikten kurtuluş mücadelesi gibi tanımlıyorlar. Kölelikten kurtuluş gibisinden ‘birşeyden özgürlük’ mücadelelerinde de etik kod olmaz, Haiti devrimine “yalnız pek etik olmadı kölelikten kurtuluş şekilleri” diye bir eleştiri getirilememesi gibi. Veya ‘Valkyrie’ filmini seyreden bütün liberallerin darbe komplosunun başarılı olmasını ve Hitler’in öldürülmesini dilemeleri gibi.
Eh, AKP de zaten pragmatizmin kitabını yazmış durumda. Onlar da gayet farkındalar Kılıçdaroğlu’nun Baykal oylarının üzerine koyması sözkonusu oylar kümesinde Kürt veya sol-liberal oylar olmadığının. O yüzden de Baykal’ın kırmızı kartla oyun dışında kaldığı bu maçta iki kişilik oynamak zorunda kalıyor Erdoğan. Bir yandan ‘Jimmmyyy...’ diye bağırıyor, bir yandan da heykel-bira çıkışlarıyla takımı ayakta tutmaya çalışıyor. Aslında bence mutluluğu Ankaragücü’nde bulamayan Gökçek’i yorulmuş bir oyuncuyla değiştirmenin tam zamanı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder