KÖŞE İSMİ: DALALET
BU YAZININ BAŞLIĞI:
ÖLDÜRMEKTEN KORKMAMAK
BirGün gazetesi, 10 Ekim 2010, Dalalet 41/149
Süreyyya Evren
Referandum sağolsun, tam zayıflama trendine girmişken tekrar güçlenen kültürel iç savaşımızın konuşmayı ne kadar zorlaştırdığını biliyoruz. Her söz bir savrulmaya direnmek durumunda, eğer belirli bir kampın yerinden memnun, cihandan memnun borazanı değilseniz elbet.
Sadece kavramlar kuşatma altında olsa neyse, anılar, anekdotlar bile kuşatma altında. Hatta yaşanan an bile.
Tophane saldırılarının yaşandığı gece daha, çeşitli internet ortamlarında, yorumlarda kullanılan sözcükler ve ifadeler hızla iç savaşın muharebelerinden birine dönmüştü örneğin. Eskiden, çok eskiden değil, farklı perspektiflerden olsa da büyük şemsiye solun altında olan insanlar olarak, böylesi bir olaydan sonra önce birlikte tepki verir, ardından kavramaya çalışır, tartışırdık. Şimdiyse her şey araçsallaşmış durumda. Bütün nosyonlar. GalataPort, içki, mini etek, mutenalaştırma, mahalle sakini, kabadayılık, vs ifadeler ne olup bittiğini anlamak için kullanılmadı. Acı ve zorlayıcı bir sahne sunan gerçek bu. Kavramlar, karşı tarafın (evetçilerin ve bu olay özelinde daha çok hayırcıların) çürütülmesi, geriletilmesi, zayıflatılması için birer silah olarak düşünüldü ve fiili olaya saplandı. O gece orada olan, o saldırıyı yaşayan insanlar saldırı gecesi travmatik bir deneyim yaşadıklarını sanmışlardı. Kısa zamanda yanıldıklarını anladılar. Travmatik deneyim saldırıdan sonra geldi çünkü. Tam bir yapısal şiddet uygulandı mağdurlara. Ne için? Evet - Hayır savaşında hayırcıları püskürtmek için! Hepsi bu. İç savaşın acımasızlığı gerçekten çarpıcı...
Kongo’da iç savaşta kullanılmak için kaçırılan ve acımasız askerlere dönüştürülen çocuklarla, bizim anti-emperyalist imgelemimizdeki ve Ercüment Behzad Lav’ın şiirindeki romantik Mau Mau’ların belki bir devamı, ama ürkütücü boşluktaki bir devamı gibi bana gelen Mai Mai’lerle ilgili bir belgesel seyrediyordum geçenlerde. Çocuklara ilk öğretilen şeylerden biri ölmekten korkmamak değildi, “öldürmekten korkmamak”tı...
Aman Evet’çilere karşı gerçekten koz elde edebilir miyim diye atına binip, mızrağını alıp muharebe alanına koşan artık karikatürleşmiş Hayırcılar da öldürmekten korkmuyorlardı. Kuyruk sallamasaydınız tecavüze uğramazdınız, biz sallamadık, terbiyeli giyindik, uğramadık diyen, diyebilen sanatçılar da, elinde hem sigara hem içki kadehi tutan kadın portresi diye bir yeni şeytan kadın imgesi dolaşıma sokarken gülümseyebilen Baskın Oranlar da öldürmekten korkmuyorlar. Tophane konusuna değil Tophane konusunun ele alınışına dikkatli bakmak gerek. Bize, bizim hakkımızda çok şey söyleyecek olan bu.
Anekdotlar da nasiplerini alıyorlar bu sertlikten.
Ramazanda, Ümraniye’de açık bulduğum tekel bayiilerinden birine girdim, dört kutu bira istedim. Ve hani derler ya, kristal bardak yere düşmüş gibi oldu diye, bir dalgalanma oldu. Tekel bayiileri ramazanda aslında dondurmacı ve kuruyemişçiymiş gibi davranıyorlar genelde. O anda tekel bayii olma bilgisini bir taleple geri getirmiş oldum. Ve ansızın, bu talebim öyle radikal bir yere oturmuş olmalı ki, tekel bayiilerinde hani bazen bankonun arkasında oturan (ve muhtemelen gizlice demlenen veya gizlice demlenme fırsatı kollayan) dostlar oturur ya, o dostlardan biri hemen bana solculuktan, kendisinin de 78’li olduğundan, ve hatta, Dev-Genç günlerinden sözetmeye başladı! O sırada televizyonda haberlerde bir mitingini seyretmekte oldukları Kılıçdaroğlu’nun bir fark yaratıp yaratamayacağını, son durumları, az da olsa, konuştuk, o 78’liliğin perspektifinin kaybedilemediğine dair birşeyler söyledi. Çok enteresan değil mi? Sadece ramazanda içeri girip dört bira diyorum ve birden Dev-Genç muhabbetinin açılabileceği biri olduğum sonucu çıkabiliyor bundan. Ramazanda bira içmek o kadar mı radikal bir adım? Ne zamandır böyle?
Ama işte bu anekdot riskli. Olur da bir evetçinin eline geçerse vay seni Kemalist diye köpürecek, üzerinize çıkacak, yok bir hayırcının eline geçerse yandım anam keten helva. Tartışmak, soru sormak, bunlar gereksiz şeyler. Aslında bir mantığı da var, doğru, gerçekten de bir iç savaş anında, fazla detaya yer yoktur. Fazla tartışmaya, ayrıksı duruşlara vakti yok silahların. Benden misin ondan mı, benimle mi dövüşeceksin yoksa seni vurayım mı, bu kadar basit. Taraf olmayan bertaraf olur sözü kadar günün ruhunu özetleyen bir söz yok. Ben gençken radikal solun dergilerini olduğu gibi ibda-c’nin dergilerini de alırdım. Orada gördüğümüz bu sloganın böylesine iktidar olacağı, merkeze oturacağı, anaakım olacağı bir gün de gelecekmiş meğer... Ve artık sıradışı bir yol seçmeye çağrı anlamı taşımıyor, aksine, sıradan çıkacak olanları tehdit ediyor, aynı söz... Sözün kendi radikalliği, ilk bertaraf olan olmuş durumda...
Bizim tekel bayiinin bir numarasını daha anmalıyım. Bildiğim kadarıyla, en azından benim alışveriş yaptığım yerlerde, içkilerin gazete kağıdına sarılması uygulaması kalktı. Siyah poşet devam ediyor. Ama bir tür içindeki saklama amaçlı bu siyah poşetler, başka hiçbir dükkanda kullanılmadığı için, kara yüzeyleri içindekini herşeyden çok ele verir durumda. Siyah poşetle eve mi dönüyorsun, ne taşıdığın bellidir bütün mahalle için. İşte bakıyorum ikidir üçdür bizim tekel bayii alternatif bir yola sapmış. Önce tekel bayiilerinin simgesi olan siyah poşete koyuyor, sonra da o siyah poşeti çevredeki marketlerden aldığı, kullanılmış bir market poşetinin içine koyuyor... Marketin kurumsal kimliğinin içine saklanıyoruz. Normalde her dükkan gibi onun da bir kurumsal kimlik arayışında olmasını, tanıtımını yapmak istemesini bekleyebilirsiniz, en azından bir süre öncesine kadar simgesel siyah poşeti vardı. Bu taktikte ise kurumsal kimlik kamuflaja dayanıyor. İç içe katmanlar var. En dış katman bir tür savaş hilesi, kamuflaj katmanı. Çalılara sarınıp sürünerek ilerleyen asker görüntülerini anımsatıyor bana marketin poşeti. İç katmandaki siyah poşet de askerin kendi aykırı üniforması. Bir gerilla mı yoksa? Savaş dili almış başını gitmiş görüyorsunuz...
Ah, anti-militarizm, neredesin..?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder